Eat Your Catfish’in Yönetmenleri ile Söyleşi: ‘Ölüme Doğru İlerlerken’
Bir ALS hastasının bakım sürecini ve aile bireyleriyle arasındaki ilişkiyi takip eden Eat Your Catfish, ölümcül hastalığa ve bununla başa çıkmak zorunda olanlara dair son derece sert, ama aynı zamanda şefkatli ve mizahi bir belgesel. Yönetmenler Senem Tüzen, Adam Isenberg ve Noah Amir Arjomand bu zorlu filmin yıllara yayılan yapım sürecini, kurgu aşamasında ne gibi güçlüklerle mücadele ettiklerini ve izleyicide yaratmak istedikleri duyguyu anlatıyorlar.
Söyleşi: Berke Göl
Eat Your Catfish (2021) ALS hastası Kathryn’in hayatının son dönemlerini belgeleyen, duygusal gücü yüksek bir belgesel. Sinir hücrelerinin hasar görmesi sonucu yavaş yavaş istemli kasları üzerindeki kontrolünü kaybeden, ancak mekanik bir solunum cihazı yardımıyla nefes alıp verebilen Kathryn’in ilerleyen hastalığıyla birlikte gerek kendisi, gerekse aile bireyleri ve bakıcıları fiziksel ve duygusal güçlüklerle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Hastalığın bu aşaması için geliştirilmiş bir göz takip yazılımı aracılığıyla, mekanik bir ses üzerinden dünyayla iletişim kurabilen Kathryn, buna rağmen yaşama gücünden de, öfkesinden de, alaycı bakışından da bir şey kaybetmeyen sıradışı bir karakter. Ancak yönetmenler Senem Tüzen, Adam Isenberg ve aynı zamanda Kathryn’in oğlu ve filmin karakterlerinden biri olan Noah Amir Arjomand, onu bir kahraman ya da bir kurban olarak resmetmemeye özen gösteriyorlar. Dünya prömiyerini Amsterdam Belgesel Film Festivali’nde (IDFA) yapan, İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması’ndan En İyi Belgesel ödülüyle dönen ve son olarak Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde izleyiciyle buluşan Eat Your Catfish’in yönetmenleri, filmin çekim ve kurgu süreçlerinde karşılaştıkları zorluklarla, aralarındaki iş bölümüyle ve yaptıkları biçimsel tercihlerin arka planıyla ilgili sorularımızı yanıtladılar.
Nasıl bir araya geldiğinizi konuşarak başlayalım mı? Bu son derece zorlu ve bir o kadar da kişisel öyküye dair bir belgesel yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
Noah Amir Arjomand: Ben sosyoloji eğitimi görüyordum ve kendi ailemde, her ne kadar zor da olsa, sosyolojik açıdan son derece ilginç bir hikâyeye erişimim olduğunu fark ettim: Hastalık ve engellilik hâli bir ailenin alışkanlıklarını tepetaklak edip aile fertlerini birbirleriyle kurdukları ilişkileri kökten değiştirmeye zorladığında o aileye ne olur? Bu filmi yapmak benim adıma yaşadığım deneyimi anlamlandırmanın ve bir bakıma yabancıların gözünden görmenin bir yoluydu.
Bu projeyle Adam’ın kapısını çaldığımda ortak yönetmenlerimi neredeyse hiç tanımıyordum. Adam’ın ilk filmi Dilsiz Bir Hayat’ın (A Life Without Words, 2011) gösterildiği bir festivalde gönüllü olarak çalışmıştım ve öyküsünü duyarlı, düşündürücü bir bakış açısıyla ele almasını takdir etmiştim. Araştırmalarım için Türkiye’ye gittiğimde –akademik çalışmalarımda Türkiye’nin uluslararası basında nasıl resmedildiğine odaklanıyorum– Adam’la iletişime geçtim ve yapmış olduğum deneme çekimleriyle ilgili görüşlerini sordum. Filmi tek başıma yapamayacağımı daha en başından biliyordum, zira hem annemle ilgili kendi deneyimimin ötesine geçen, izleyiciye anlamlı gelecek bir öyküyü nasıl işleyeceğim hakkında fikrim yoktu, hem de aile hayatıma dair onca görüntüyü tekrar tekrar izlemek, kurgulamak ve bu süreçte her şeyi yeniden yaşamak benim için duygusal açıdan çok zor olacaktı.
O sıralarda Senem bir önceki filmi Ana Yurdu’nu (2015) tamamlıyordu, kısa süre sonra o da projeye dâhil oldu. Adam’la birlikte, ölümcül hastalığın yol açtığı acıları yansıtmaktan kaçınmayan ama aynı zamanda annemin bakış açısına odaklanıp onun ruhunu kutlayan bir öykü anlatmayı başardılar.
En önemli anlatım tercihiniz kamerayı Kathryn’in bakış açısına yakın bir yere yerleştirmek ve filmin çok büyük bölümü boyunca başkarakterin yüzünü hiç göstermemek. Kathryn’in üst sesi olarak işleyen mekanik sesle birlikte, bu, izleyiciye son derece klostrofobik bir deneyim sunuyor ama aynı zamanda çok kuvvetli bir mahremiyet hissi de yaratıyor. Bu önemli karara nasıl vardınız? Çekimler sırasında ya da daha sonra, kurguda, bu kararı sorguladınız mı hiç?
Senem Tüzen: Bundan aşağı yukarı sekiz yıl önce, benim de yapımcı ve kurgucu olarak katkıda bulunduğum Dilsiz Bir Hayat’ın New York’taki gösteriminden sonra, az önce anlattığı gibi Noah, Adam’la bir deneme çekimi paylaştı. Kathryn’in tekerlekli sandalyesine bağlanmış amatör bir kamera ve balık gözü objektifle çekilmiş bu gece sahnesi inanılmaz etkileyiciydi. Said (Kathryn’in kocası) ile Noah’nın, Kathryn’in bakımı üzerine tartıştığı bu sahnenin ruhu, temel olarak filmin ruhu oldu ve bu hiçbir zaman değişmedi. Bu formda ısrar etmek istememizin birkaç nedeni vardı: birincisi, mahremiyet. Bu form bize daha önce benim kişisel olarak benzerini görmediğim bir mahremiyet alanı içinde; dağılmakta olan bir aile üzerinden çekirdek aile nedir, ne işe yarar, tüm dert ve tasasına rağmen, neden çoğumuz için vazgeçilmezdir, sorularını inceleme şansı tanıyor. İkincisi bu form, beş artı bir çekilip mikslenen sesle birlikte, Kathryn’in biricik, sadece ona özgü olan bakış açısını yakalamamıza ve böylece dağılmakta olan bir beden üzerinden, insan nedir, neyle, ne için yaşar sorularıyla hemhâl olmamıza fırsat veriyor.
Form konusunda bir noktada şüpheye düştük tabii. Kurgunun ortalarında bir yerlerde, Kathryn vefat etmeden önce… Bazı portre çekimleri, yakın çekimler yaptık ama bunları yine de kullanmamaya karar verdik sonunda. Yine bu dönemde; gördüğümüz ve hissettiğimiz, bu hissiyata göre kurgulayıp durduğumuz filmin özünün, neden bir türlü strüktürel, izleksel ve duygusal anlamda ortaya çıkamadığı üzerine düşünüyorduk. Bunun üzerine Kathryn’le röportajlar yapmaya karar verdik. Ona internet üzerinden sorular gönderdik. O soruları yanıtladı. Yanıtlarla ne yapacağımızı, onları nasıl bir formda izleyiciyle paylaşacağımızı halen bilmiyorduk. Ne zaman ki Kathryn’in mekanik üst-sesiyle kendi hikâyesini kendinin anlatması gerektiğine karar verdik, peşinden pek çok büyük kurgusal değişim yaşandı, film organik bir şekilde bir araya gelip canlandı, bir kimlik kazandı. Bana kalırsa; nur içinde yatsın, Kathryn’in karakterinin özgünlüğü, onun sivri zekâsı ve espri anlayışı, bu narasyon aracılığıyla bir üst form olarak filmin klostrofobik havasını kırdı. Üst sesin iletişim cihazının mekanik sesi olmasının, konunun ağırlığına tezat bir şekilde, filmin nev-i şahsına münhasır flörtöz, oyunbaz aurasının oluşumuna katkısının büyük olduğunu düşünüyorum.
Belirli bir noktaya sabitlenip neredeyse sürekli çekim yapan kameranın karakterler açısından görünmez hâle geldiği ve bunun da olabildiğince “doğal” davranmalarını sağladığı düşünülebilir. Gerçekten de böyle mi oldu? Fazla mahrem olduğundan ya da duygusal açıdan çok zorlayıcı olduğu için filme dâhil etmek istemediğiniz sahneler oldu mu? Sizi etik açıdan ikileme düşüren durumlar oldu mu?
Adam Isenberg: Kamera kayıttayken pek çok insan ya tamamen içine kapanır ya da hafiften donuklaşır. Bence bu tepki, kameranın kendisinden ziyade kameranın arkasındaki kişiden kaynaklanır. Gelgelelim bu projede kamera arkasında kimse yoktu; Noah kamerayı açıyor ve öylece bırakıyordu. Ve kamera saatlerce, günlerce, hattâ haftalarca açık kaldığı zaman her türlü utangaçlık eriyip gidiyor. Başından itibaren bir hikâyenin var olduğu kurmaca filmlere kıyasla belgesellerin gücü, gerçek şeylerle uğraşan gerçek insanları ele almalarıdır. Kurmaca filmlerde ise esas güçlük, karakterlerin gerçek görünmesini sağlamaktır. Belgeselin kurmacaya kıyasla sahip olduğu bu avantaj Eat Your Catfish’te bir üst seviyeye çıkıyor çünkü burada bir tür hiper-realizm var. Bizim önümüzdeki zorluk bu son derece hayat dolu görüntüleri bir hikâyeye, kendi anlatı yapısına sahip bir filme, parçalarının toplamından fazlası eden bir bütüne dönüştürmekti. Hatırladığım kadarıyla çok ham, çok mahrem ya da çok acı verici olduğu için dâhil etmediğimiz bir şey olmadı. Dürüst bir film bu, bunun sebebi de dâhil olan herkesin dürüst bir film yapma kararında ısrarcı olması. İlk kaba kurgular karanlıktı, son versiyon bence oldukça iyimser bir duygu yaratıyor, hattâ insanların filme başlarken hayal edeceğinden çok daha komik olduğuna inanıyorum. Ve etik açıdan doğru dengeyi tutturduk bence. Röntgenciliğe kaçmayan son derece yoğun bir mahremiyet var burada, bu hastalığın gerçeklerine katı bir bakış atılıyor ama saygıda kusur etmeden. İzleyicide tutunabileceği olumlu bir duygu yaratılıyor ama Kathryn’i bir “ilham kaynağı” olarak sergilemeden. Elbette tutturması zor bir denge bu.
Eat Your Catfish’in kişisel ve mahrem meseleleri ele alan başka belgesellerle arasında nasıl bir ilişki var sizce? Yaklaşımı açısından ilham kaynağı olarak gördüğünüz filmler var mıydı? İzleyicide yaratmaktan özellikle kaçınmak istediğiniz duygular nelerdi?
AI: İzlemeden önce insanlar bu filmi ALS hastalarıyla ilgili bilindik belgesellerle aynı kefeye koyabilir. En başından itibaren Noah’nın amacı –ki Senem ve ben de onunla aynı fikirdeydik– bir kahramanlık anlatısı kurmadan ev içi bakımın yarattığı gündelik kaosu inceleyerek bir ilki gerçekleştirmekti. Sırf aşırı düzeyde bir engeli var diye bir kahraman hâline getirmiyoruz Kathryn’i. Elbette bu son derece zor bir durum ve ailesi ile bakıcıları üzerinde de inanılmaz bir baskı yaratıyor. Bu zorlu şartlar altında her biri elinden geleni yapıyor. Çoğu ALS hastası gibi Kathryn de ölüme doğru ilerlerken bir maratona katılmıyor, bir sivil toplum örgütü kurmuyor ya da bir müzik albümü yayınlamıyor. Böyle bir şey yapmasına da gerek yok zaten. Bu arada aslında filmin meselesinin bu hastalık olduğu bile söylenemez tam olarak; ALS aile ilişkilerini olumsuz yönde değiştiren bir katalizör sadece, film de özünde bu ilişkilerle ilgili.
Biz ölümcül hastalıklarla ilgili bulabildiğimiz tüm filmleri izledik ama bunlardan aldığımız ilham, hikâyemizi tam ters yöne götürme kararı oldu. Ayrıca, eldeki kayıtları birkaç yıl boyunca izleme deneyimi Senem’e ve bana, meselenin kendisinin zaten yeterince kasvetli olduğu hissini veriyordu. Bu hikâyenin mizahla nefes almaya ihtiyacı vardı ve izledikçe, onların yaşadığı duruma alıştıkça gündeliğin içindeki mizahı görmeye başladık. Konusu gereği Eat Your Catfish’in izlemesi çok zor, duygusal olarak zahmetli bir film gibi göründüğünü biliyoruz ama emin olun öyle değil! En büyük arzumuz izleyicinin bu filme bir şans vermesi ve gülmeye hazır bir şekilde, sevgi, aile, ölmek ve ölüm, sevdiği birinin bakımını üstlenmek ya bakıma muhtaç olmak gibi kavramlarla ilişkisini sorgulamaya açık bir şekilde salona gelmesi.
ST: Filmdeki mizahın kaynağıyla ilgili eklemek istediğim bir konu var. Genelde Adam’ın bahsettiği, bizim bir örneği olmak istemediğimiz bu anaakım, kahramanlık hikâyesi belgesel yapısında, erkek ana kahraman, bir sporcu ya da entelektüel, yani “önemli” bir erkek karakter ALS’ye yakalanır ve başta karısı olmak üzere ailesinin demir kuvveti ve sabrıyla bu düşman hastalığı yenerler. Fakat bizim filmde akademik kariyerini yarıda bırakmış, onun yerine sosyolog kocasının makalelerinin editörlüğünü üstlenmiş bir eş ve anne, ellili yaşlarının ortasında ALS hastası oluyor. Ve yetişkin oğluyla birlikte ona bakmak durumunda kalan kocası, hazırlıksız yakalandığı trajikomik bir durumun içine düşüyor. Said bu noktada gerçekten elinden geleni yapıyor ve kendi sınırları içinde maksimum desteği veriyor karısına. Fakat çocukluğundan bu yana, destekçi ve yardımcı rollerinin anlam ve gereklerini tamamıyla içselleştirmiş bir “eş”in yapabildikleri ile bu toplumsal eğitimin tam tersi bir tedrisattan geçmiş kocanın yapabildikleri arasındaki uçurumun ve Kathryn’in biraz da içinde bulunduğu pozisyonu kullanıp yılların öfkesini bu becerememe hâlinden çıkarmasının, filmin kara komedisinde ciddi bir yeri var. Bir de Kathryn hâlihazırda sinik üslubu ve kara mizahıyla durumu bize yorumlayınca her şey daha da trajikomik oluyor.
Yönetmenliği üçünüz paylaşıyorsunuz ama hem filmin ana karakterlerinden biri olduğu için, hem de fiziksel ve duygusal anlamda son derece “yüklü” bir konumda olduğundan, Noah’nın durumu sizden farklı. Aranızdaki iş bölümü nasıl planlanmıştı? Süreç içinde değişti mi?
NAA: Sıradışı bir süreçti bizimki, o yüzden hangimize hangi sıfatın verileceğine karar vermek de kolay olmadı. Annemin tekerlekli sandalyesinin tepesine yerleştirilmiş bir kamerayla ailemi gözlemleme fikrini ortaya atan bendim, tüm belgeseli hiçbir ekip desteği olmadan çektim ve Eat Your Catfish’te gördüğünüz aile fotoğraflarını da ben temin ettim. Dolayısıyla yapım yönetmenigibiydim. Fakat çektiğim 930 saatlik görüntüyü tutarlı bir anlatıya dönüştürmeyi kapsayan inanılmaz büyük görev Adam ile Senem’e düştü. Kurgu aşamasında yönetmenliği ikisi üstlendiler, ben de daha ziyade danışman gibi davrandım. Bir sinemacı olarak değil ailemin bir temsilcisi ve ALS hastalığının evde bakım süreçleriyle ilgili bir uzman olarak söz alıyordum. Annemin kullandığı yardımcı teknolojiye, aile tarihimize ya da kayıt yaptığımız yıllar boyunca yaşananların akışına dair, Adam ve Senem’in görüntülerden çıkaramayacağı pek çok şey vardı. Dolayısıyla birkaç yıl süren, gelgitli bir süreç yaşandı. Bu süreç boyunca hikâyeyi farklı şekillerde anlatmak amacıyla oluşturdukları farklı kaba kurguları gönderdiler bana.
ST: Süreci de anlatayım biraz: Projenin başında Noah ‘kameraman ve proje sahibi, Adam yönetmen, ben ise yaratıcı danışmandım. Önyapım ve yapım sürecinde Adam ile Noah hasbıhâl ediyor, son kararları Adam veriyordu. Ama filmin yapılması toplamda sekiz yılı bulduğu için çok farklı aşamalardan geçtik. Rollerimiz giderek iç içe geçtiği için sonunda tüm unvanları da paylaşmaya karar verdik. Fakat, Adam’ın projenin başında Noah ve ailesinden talep ettiği yaratıcı özgürlük alanında bir değişme olmadı. Kathryn’in oğlu olarak Noah’nın, bir sahnede, ahlaki sebeplerle değişiklik istemeye hakkı vardı ama bir yönetmen olarak değil. Fakat zamanla üç ortak olarak aramızda yaratıcılık anlamında bir güven duygusu kuruldukça işbirliğimiz giderek yoğunlaştı, özellikle de post-prodüksiyonun son evrelerinde. Yaratıcı sürecimizi bayrak yarışına benzetebiliriz: Noah yaratıma start verdi, Adam ilk somut yapısını kazandırdı, ben de son dramaturjik ve estetik biçimini verdim. Tüm bu aşamalarda da bakış açılarımızla, fikirlerimizle, emeğimizle birbirimize destek olduk.
Elinizde çok fazla kayıt olduğundan bahsettiniz. Kurgu süreci nasıl geçti? İşleri görece kolaylaştırmak için ne gibi yöntemlere başvurdunuz?
AI: İlk bakışta çekimler boyunca kameranın 24 saat açık durduğunu zannedebilirsiniz ama esasında ne zaman kayda girileceğinin kararını Noah veriyor, birkaç saatlik sürelerle kayıt alıyor ve bize de ilginç bulduğu anlara dair notlarını iletiyordu. Çerçeveyi biraz daraltmak adına faydalı oldu bu. Fakat nihayetinde elimizde taranması gereken inanılmaz derecede fazla malzeme vardı ve hepsini birkaç kez izlemek de kaçınılmazdı. Sınıflandırma ve etiketleme konusunda bize çok çeşitli olanaklar sunan, daha önce bilmediğimiz bir kurgu programı keşfetmiştik ama ne kadar düzenli çalışmaya çaba göstersek de yeri geldiğinde görüntülerdeki belirli bir ânı bulmamız günler sürüyordu. Bu projenin en ilginç yanlarından biri de, bizi çalışmanın ve hikâye anlatmanın yeni yollarını aramaya zorlamasıydı. Örneğin kameranın karakterlerden uzağa doğru çevrildiği kesmelerin mümkün olmadığı, kurgunun ancak jump-cut’larlailerleyebildiği bir yapı, film gramerine farklı bir açıdan bakmayı gerektiriyor. Ve malzemenin önemli bir kısmı özünde “buluntu görüntü” niteliğindeyken –zira çoğunu bize göndermeden önce izleme fırsatı bile bulamıyordu Noah– bize kurgu sırasında kendimiz çekim yapıyormuşuz gibi hissettiriyordu. Normalde böyle çalışılmaz elbette. Elimizde bu kadar çok ilgi çekici görüntü varken, ortaya çıkardığımız bütün, parçalarından fazlası hâline gelene kadar devam etmemiz gerektiğini de hissediyorduk. Bu da sürecin uzun yıllar almasına sebep oldu ve pek çok harika sahneye de son kurguda yer verememiş olduk. Eldeki malzemeyi on farklı sinemacıya versek eminim bambaşka on film çıkar ortaya. Bizim için en büyük zorluk ne zaman “artık tamamdır” diyeceğimiz oldu ama o an geldiğinde üçümüz de filmin artık tamamlandığı konusunda hemfikirdik. Bir daha malzemesi bu kadar fazla olan bir projeye girer miyim emin değilim açıkçası ama nihayet filmi bitirip izleyiciye sunabildiğimiz için mutluyum.
ST: Evet, Adam’ın dediği gibi özellikle son yıllarda dramaturjik olarak ihtiyaç duyduğumuz ama etiketlerle aradığımızda karşımıza çıkmayan anların, sahnelerin araştırmasına girip, tekrar tekrar 930 saatlik malzemeye dalıp, her seferinde değerli yeni bir malzemeyle çıkıp, onu filme entegre ettikten sonra; bozulan tartımı sağlamak için tekrar yeni malzemelerin arayışına girdiğimiz ve sonsuz gibi görünen o malzemeye dönüp durduğumuz bir dönem oldu. Ama çok şükür, yalnız değildik. Başta kurgu danışmanlarımız ve bize destek olan fonlardaki ilgili kişiler olmak üzere; kurgucu, yapımcı, yönetmen, senarist, hastalıkla ilgili bilgi sahibi aktivist, sinefil pek çok kişiyle ve arkadaşlarımızla ön izlemeler yaptık ve tekrar tekrar notlar aldık. Üç yönetmen bir araya gelince, üçünün de nazının geçtiği insanlar bir araya gelmiş oldu ve hepsinin filmin gelişiminde inanılmaz yararlı katkıları oldu. Hakikaten âdet yerini bulsun diye söylemiyorum, maddi manevi destek olan herkese sonsuz teşekkürler buradan.
1980’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji eğitimi gördü, Bilgi Üniversitesi’nde Kültürel İncelemeler yüksek lisansı yaptı. 2003 yılında katıldığı Altyazı’da çeşitli görevler üstlendikten sonra 2015-2022 arasında Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Ulusal ve uluslararası festivallerde SİYAD ve FIPRESCI jürilerinde yer aldı. 2022'de Berlin Film Festivali'nin Panorama bölümünün seçici kuruluna katıldı.