Şu An Okunan
Ayin: Ailemizin Kötü Kopyaları

Ayin: Ailemizin Kötü Kopyaları

hereditary

Günümüz korku sinemasının en yaratıcı isimlerinden Ari Aster, çıkış filmi Ayin‘de (Hereditary, 2018) bize korku sineması geleneğinden alışık olduğumuz bazı sorular sorduruyor: Biz deliren bir ailenin halüsinasyonlarını mı izliyoruz yoksa bu gerçekten doğaüstü bir şeytan hikâyesi mi?

Ari Aster, Sundance’teki gösteriminin ardından “bu yüzyılın Şeytan”ı (The Exorcist, 1973) olarak nitelenen ilk uzun metrajı Ayin’i “kurban edilen kuzunun bakış açısından anlatılmış bir şeytani lanet/ritüel hikâyesi” olarak tanımlıyor. Gerçekten de bu hikâyeyi korkutucu kılan asıl unsur, şeytan, lanet ya da ritüelden çok; kurbanın yaşadığı travmanın boyutu. Aster, filmin ilk yarısını doğaüstü olaylardan arındırarak bir tür aile trajedisi olarak kurguluyor. Annesi Ellen’ın ölümünün ardından geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalan Annie ile ailesinin hikâyesini izliyoruz. Film gitgide korkunun farklı alttürleri arasında gezinen bir tür şeytan istilası hikâyesine evriliyor. Aster korkutucu unsurları, ailenin travması için sembolik bir araç ya da bir tür altmetin olarak kullanmıyor. Filmin başarısı, iki ayrı hikâyeyi –ailenin aile olmaktan kaynaklanan trajedisi ile aileyi ele geçiren şeytan Kral Paimon’un hikâyesini– bir arada var edebilmesi. Filmin bariz bir şekilde iki ayrı bölüme ayrılması, hattâ başıyla sonunun iki farklı film izlenimi vermesi de bundan kaynaklanıyor.

Ayin bize korku sineması geleneğinden alışık olduğumuz bazı sorular sorduruyor: Biz deliren bir ailenin halüsinasyonlarını mı izliyoruz yoksa bu gerçekten doğaüstü bir şeytan hikâyesi mi? Bu insanlar, bedenlerini şeytan ele geçirdiği için mi birbirlerinden nefret ediyorlar, yoksa şeytani lanet aile kurumunun kendisine dair bir metafor mu? Bu sorular dönüp dolaşıp yine korku sinemasının asla eskitemediği o soruda birleşiyor: Delilik mi, metafizik mi? Aster’ın, her seferinde birbirinin antiteziymiş gibi kurgulanan bu iki olgunun birbirinden pek de farklı olmadığına dair bir sözü var. Bunu da doğaüstünün henüz işin içine girmediği ilk yarıyı, şeytani ritüel ve beden istilası sekanslarıyla donattığı ikinci yarı kadar korkutucu bir hâle getirerek hissettiriyor. Filmin senaryosunu yazarken şeytani ritüellere ve tarikatlara dair çokça araştırma yaptığını belirten Aster, asıl korktuğunun doğaüstü olaylardan çok, insan denilen varlığın yaptıkları ve yapabilecekleri olduğunu söylüyor. İnsan aklının sınırlarını zorlayacak denli travmatik deneyimlerle, korku sinemasının hayal gücümüze kazandırdığı şeytani imgeleri yan yana koyuyor ve soruyor: Sizce hangisi daha korkunç?

KONTROL ARZUSU
Ayin, hikâyesini baştan ele veren bir sahneyle açılıyor: Geniş bir odanın içine yerleştirilmiş minyatür evler, eşyalar, insanlar ve onlara sinsi bir şekilde yaklaşan kamera. Minyatür evlerdeki odalardan bir tanesi en sonunda kadrajın tamamını kaplıyor, içindeki insanlar canlanıyor ve film başlıyor. Bu minyatürler evin annesi ve minyatür sanatçısı Annie’nin eserlerinden birkaçı. Annie, işlerini yetiştirmesi gereken devasa bir sergisi varken –her sanatçı gibi– travmatik anılarını, kayıplarını ve acılarını cisimleştirmeyi tercih ediyor: Belki doğru zamanda ve yerde bulunmadığı için değiştiremediği kaderini kontrol altına almak, belki travmasını tekrar canlandırarak kendince bir terapi uygulamak, belki ânı sonsuza kadar dondurup hafıza kaybını engellemek için. Annie, oğlunun yanında bir partiye gönderdiği kızı korkunç bir şekilde can verince, kızının kopan kafasını son detayına kadar resmedecek kadar soğukkanlı. Charlie’yi sarkık göğüsleriyle emzirmeye çalışan annesi Ellen’ı resmedecek kadar acımasız. Film boyunca sürekli histerik davranan Annie’nin kontrol arzusu, onu soğukkanlı gördüğümüz bu nadir anlarda doruğa çıkıyor. Gözlüğün üst üste binen mercekleri sayesinde bizim göremediklerimizi görüyor ve figürlerini en küçük detayına kadar kontrol ediyor.

Bir tür cerrah titizliğinde çalışan Annie, kazayı tasvir ettiği minyatürü kocasına “ânın objektif bir temsili” olarak sunuyor. Tam da Aster’ın filmin açılışında seyirciyi yerleştirdiği noktadan sesleniyor sanki: Her şeyi gören, her şeyi bilen ve objektif olduğu varsayılan bir tür “tanrısal bakış açısı”ndan. Bizse, filmin en dehşet verici anlarından biri olan kazanın, sözde objektif olan temsilden ne denli farklı gerçekleştiğini biliyoruz. Bu an, filmin devamında devreye girecek tüm ruh çağırma seanslarından, çürümüş ve yanmış cesetlerden, kendini bıçaklayan, duvarda yürüyen, kafası kopmuş bedenlerden, şeytana tapınma ayinlerinden çok daha korkunç belki de. “Kurban edilen kuzunun” gözünden izlediğimiz bu olay, Annie’nin en büyük korkusuyla yüzleşmesine neden oluyor: Suçluluk duygusu.

Annie, katıldığı bir yas terapisi grubunda çoklu kişilik bozukluğu olan annesinden, intihar eden şizofreni hastası erkek kardeşinden ve depresyona girerek kendini açlıktan öldüren babasından bahsediyor. Etrafındakilerin şok içinde izlediği Annie, tüm bu olanlar konusunda suçlu hissettiğini söylüyor. Suçlu olmaktan çok korkuyor. Suçluluk hissi, sorumluluk duygusunu da beraberinde getiriyor çünkü. Bir şeylere neden olmak, olaylara yön vermek, yani tanrı olmak.

Filmin kafa yorduğu en temel meselelerden biri de özgür irade. Aster, minyatürleri gördüğümüz ilk sahneden itibaren bize karakterlerin hiçbir özgür iradesi olmadığını, bir kader çarkına hapsolduklarını ve bir tür tanrı tarafından kontrol edildiklerini sezdiriyor. Kral Paimon tarafından ele geçirilen küçük kız Charlie, aynı şeytani ruhun esiri olan Peter, ailesini korumaya çalışırken kendisi de kurban olan baba Steve. Şeytani bir tarikatın üyesi olan ve önce kendi oğluna, sonra da torunu Charlie’ye Paimon’un ruhunu aktarmaya çalışan büyükanne Ellen ise bu “kalıtımsal”1 lanetin baş sorumlusu.

Peter’ın boş bir ifadeyle dinlediği dersin Sofokles trajedileriyle ilgili olması ise tesadüf değil. Edebiyat öğretmeni sınıfa şöyle bir soru soruyor: “Sizce karakterin seçim şansı olmaması, durumunu daha mı çok yoksa daha mı az trajik kılar?” Peter’ın yanıt veremediği soruya arkadan biri cevap verir: “Daha trajik kılar. Çünkü karakterler umutsuzdur ve korkunç bir mekanizmanın içinde hapsolmuşlardır.” Annie’nın suça/suçluluğa dair takıntısı ile minyatürleri üzerinden vücut bulan kontrol etme arzusu tüm bu tartışmalarla bağlantılı olsa gerek. Kendi dünyasında tanrıcılık oynayan sanatçı Annie, yönetmenin bir tür Sofokles trajedisi olarak kurguladığı bu hikâyenin trajik kahramanı. Annie’nın trajik hatası olayları kontrol etmeye çalışması, yani özgür iradesi olduğuna inanması. Yaşadığı olayların ağırlığına dayanamadığı bir an tüm minyatür çalışmalarını parçalaması ise, kontrol arzusundan vazgeçtiğinin ve kendini lanetin kollarına teslim ettiğinin göstergesi.

ÇARPIK AİLE
Ayin’de dört aile bireyinin dışında çok az insan görüyoruz. Hattâ annesinin cenazesinde yaptığı konuşmada Annie biraz şaşırmışa benziyor: “Pek çok yeni yüz görüyorum. Annem olsa bir hayli duygulanır… ve şüphelenirdi.” Tüm bu yabancı yüzler muhtemelen şeytani tarikatın müritleri, bu nedenle şeytanın ruhunu taşıyan küçük Charlie’ye gülerek bakıyorlar. Fazlaca içine kapalı bu ailenin bireyleri birbirlerinden de bir o kadar uzak, hattâ sıkılmış gibiler. Uyurgezer Annie’nin bir gece çocuklarını tinerle kaplayıp yakmak istemesi, bu ailenin en baştan beri ne kadar sorunlu olduğunun göstergesi gibi. Ancak filmin en tekinsiz karakteri, dilini damağına çarptırarak belirli aralıklarla “klokk” diye bir ses çıkaran küçük Charlie. Sonraları daha doğumundan itibaren şeytani bir ruhun esiri olduğunu öğrendiğimiz Charlie’de bir terslik var. Charlie, öldürdüğü hayvanları kullanarak annesi gibi minyatür figürler yapmaya çalışıyor. Aster bir söyleşide Charlie’nin Paimon’un ruhunu taşıdığını söylese de, film boyunca bu bilgiyi bizden saklıyor. Asıl ilginç olan, travmalarla yüklü bir annenin ve baskıcı bir büyükannenin elinde yetişmiş bu kız çocuğunun; lanetlenmiş olduğunu öğrenmemizden önce bile bu denli korkutucu olabilmesi.

Filmin orijinal adına dönüp tekrar baktığımız zaman aklımıza pek çok soru geliyor, nedir “kalıtımsal” olan, ya da aileden miras kalan? Lanet mi, akıl hastalıkları mı, travmatik bir geçmiş mi? Graham ailesini bu girdabın içine sürükleyen şeytan mı yoksa kalıtımsal bir hastalık mı? Bu filmde hayaletler, ruhlar, lanetler ve şeytanlar ne kadar gerçekse; aile olmaya, ölüme ve kayba dair korkular da en az o kadar gerçek. Charlie’ye baktığımızda lanetin etkisindeki bir bedenden çok, annesi Annie’nin kapalı kapılar ardında kalmış kötü bir kopyasını görmemiz bundan. Annesi en kanlı ve travmatik anılarını eli bile titremeden bir sergi malzemesi hâline nasıl getirebiliyorsa, Charlie de elindeki ölü hayvanlarla bir tür şeytani ayin sahnesi yaratıyor. Sanki bir çocuğun bedeninde sıkışıp kalmış bir yetişkin Charlie. Annesini gözlemliyor ve ondan öğreniyor ama çarpık bir yan var sanki bu aktarımda. Aileden aktarılan ve öğrenilenlere dair bu çarpıklığı, lanet ile hastalık arasında muğlak bir yerde konumlandırıyor Ayin. Haklarında hiçbir şey bilmediğimiz ailelerimizin gönüllü esiri olarak büyümemizin, kontrol edemediğimiz anıları, huyları, sözcükleri ve fikirleri miras alışımızın, tanrıcılık oynayan bir anne-babanın minyatürleri oluşumuzun tekinsizliğine dair bir şeyler söylüyor. Charlie’nin ağzından çıkan, nereden öğrendiği ve neden çıktığı belli olmayan o sesin sinir bozuculuğu var bu tekinsizlikte, klokk!

NOT
1 Filmin orijinal ismi hem ‘miras olarak kalan’ hem de ‘kalıtımsal’ anlamına geliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.