Köpek Dişi: Kusursuz Evrende Çatlak
Yorgos Lanthimos’a dünya çapında ün kazandıran 2009 yapımı Köpek Dı̇şı̇ Türkı̇ye’de ı̇lk defa vı̇zyona gı̇rı̇yor. Yunanı̇stan’dakı̇ kemer sıkma polı̇tı̇kalarının gölgesı̇nde, ı̇ktı̇darın vahşı̇lı̇ğı̇ne ve absürdlüğüne odaklanan fı̇lm, Yunan Yenı̇ Dalgası’nın özünü oluşturan o ‘tuhaflığın’ da öncüsü.
Bu yazı, Altyazı’nın Temmuz-Ağustos 2018 tarihli 185. sayısında yayımlanmıştır.
The Lobster ile adını daha geniş kitlelere duyuran Yorgos Lanthimos, uluslararası alanda ilk kez, ikinci uzun metrajı Köpek Dişi’yle (Kynodontas, 2009) gündeme gelmişti. 2009’da Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünden ödülle ayrılan Köpek Dişi, Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a da aday gösterilmişti. Natüralist anlatım tarzını absürd öğelerle harmanlayan film, Yunan Yeni Dalgası ya da kimi zaman Yunan Tuhaf Dalgası olarak anılan akımın ilk örneklerinden kabul ediliyor. Bu tanımlamayı kullanan sinema yazarları, 2008’den beri Yunanistan’da üretilen düşük bütçeli filmlerde, ülkenin son yıllarda geçirdiği değişimin belli şekillerde ifade edildiğine dikkat çekiyorlar. Ekonomik krizle birlikte Avrupa Birliği Troykasının kemer sıkma politikalarının dayatıldığı ve halkın giderek baskı altına alındığı bir toplumsal düzenin sinemadaki yansımalarına işaret ediyorlar. Bu akıma dahil edilen filmler kimi açılardan farklılıklar gösterse de bazı temaların sıklıkla işlenmesi, onları ortaklaştırıyor. Örneğin baskıcı ve işlevsizleşmiş aileler, erkek egemen paradigmaya hapsolmuş cinsiyet politikaları, muhafazakâr kimliklere sıkışmış bireyin krizi, bu akımda gruplandırılan filmlerde sık rastlanan temalar. Yapay, absürd, hattâ kimi zaman grotesk anlatım estetiği de Yunan Yeni Dalgası’nın öne çıkan ayrıksı bir özelliği. Köpek Dişi, kimi yazarlara göre Yunan modernleşmesinin krizine ya da Yunanistan’ın Troyka’yla yaşadığı krize gönderme yapan bir alegori. Despot bir babanın, bir oğlu ve iki kızını dünyanın zararlı etkilerden korumak adına büyük bir eve hapsetmesini konu edinen film, erkek egemen iktidarın anatomisini gözler önüne seren bir mikrokozmos.
Sembolik Evrenin Kuruluşu
Şehirden uzak, yüksek duvarlı ve geniş bahçeli bir
evde geçen Köpek Dişi, üst orta sınıf bir çekirdek aileyi odağına alıyor. Dünyayla hiçbir bağı bulunmayan bu evden dışarıya sadece, her gün arabasına binip işine
giden baba çıkabiliyor. Anne sürekli evde ama daha çok kendi dünyasında, günlerini odasında gizli gizli telefonla konuşarak geçiriyor. Gençlik çağındaki iki kız ve bir oğlan kardeşin, obsesif yöntemlerle sürekli kontrol altında tutulan, ertelenen ve engellenen ‘büyüme hikâyelerini’ izliyoruz. Birçok açıdan imkânsızlaştırılmış bir büyümenin hikâyesi bu, zira evi çevreleyen yüksek duvarları aşıp dışarı çıkmanın koşulu, köpek dişinin düşmesi. İki kız ve oğlan kardeş, yeterince büyüdüklerinin ve olgunlaştıklarının semptomu olarak, köpek dişlerinin düşeceği günü bekliyor. O gün gelene kadar dış dünyayla kurulan ilişki, anne ve babanın sıkı kontrolü altında: Televizyonda sadece evde çekilmiş videolar izlenebiliyor, ambalajlar etiketsiz, telefon dolabın ücra köşesinde gizli. Kardeşlerin eğitimi de anne ve babanın sıkı kontrolü altında. Filmin ilk sahnesinde, yakın planda bir kasetçalardan, annenin sesi duyuluyor: Deniz, deri koltuk demek; otoyol, kuvvetli rüzgâr; gezinti, aşırı dayanıklı zemin döşemesi… Zombi, minik sarı bir çiçek demek; am ise parlak bir ışık… Yani Humpty Dumpty’nin dediği gibi, kelimelerin ne anlama geleceği, kimin Efendi olduğuna bakıyor bu evrende de.
Despot babanın iktidarı, hep böyle küçük hesaplara dayalı. Tıpkı, kardeşlerin dünyasında karşılığı olmayan bu gibi kelimelerin, evde bulunan kimi objelere rastlantısal olarak kodlanması gibi. Despotik iktidar tüm boğuculuğuyla yansıtılırken, bir yandan da absürdlüğüne vurgu yapılarak, ti’ye alınıyor. Köpek Dişi’ni muhteşem bir film yapan da bu: Filmin mikrokozmosundaki bu küçük iktidar hesaplarının dünyamızdaki karşılığının aslında çok net ve gerçekçi olması. Bir yandan bu absürdlük karşısında hayrete kapılırken, bir yandan dil, erkek egemen çekirdek aile, gözetim toplumu ve muhafazakâr milliyetçilik gibi günümüz iktidar mekanizmaları ve iktidar söylemleriyle benzerlikleri izleyiciyi dehşete düşürüyor. Kuralların çiğnendiği durumlarda babanın kardeşlere uyguladığı cezaların şiddeti de bu iktidar mekanizmalarının birey üzerindeki dehşetengiz baskılarının somut bir temsili.
Her bireyin büyüme evresinde dille tanışmasıyla ve dilin içine adım atmasıyla benliğinin şekillendiğini öne süren psikanalist Jacques Lacan, benlik kadar benliği çevreleyen evrenin de (aile, sosyal kurumlar, bürokratik yapılar…) dil tarafından biçimlendirildiğini iddia etmiş, böylelikle dilin aslında bir iktidar mekanizması olduğunu göstermişti. Kuşkusuz Lacan’dan da önce dilbilimci Ferdinand de Saussure, dildeki rastlantısallığı (arbitrariness) keşfetmişti. Mesela ‘ağaç’ kelimesini ele alalım. Bu kelimeyi oluşturan şekiller (yani a, ğ, ç) ve bu kelimeyi oluşturan ses (okunuşu, telaffuzu) arasındaki ilişki tamamen rastlantısaldır, biz bunu bu şekilde yazmayı ve okumayı öğreniriz. Bununla birlikte, ‘ağaç’ kelimesi ile bu kelimenin ifade ettiği nesne arasındaki ilişki de rastlantısaldır, biz bu şekil ve ses bütününün, bu nesneyi ifade ettiğini öğreniriz. Başka insanlar da büyürken bunu bu şekilde öğrenirler, yani iletişimin, bir toplumsal sözleşme boyutu vardır.
Bu bilgiyle, anlamı sürekli değişen kelimelere baktığımızda dilin siyasal ve toplumsal yönünü daha net görebiliriz. Örneğin, İngilizcede tuhaf anlamına gelen ve eşcinselleri aşağılamak için kullanılan queer kelimesi, daha sonra bu gruplar tarafından sahiplenilerek, yeniden kodlanarak, bugün tüm akışkan cinsiyetli bireyler için kullanılan kapsayıcı ve siyaseten olumlu bir anlam edinmiştir. Dilin kendisi, kimlikleri ve toplumu şekillendirmede bir iktidar mekanizması olduğu kadar bir mücadele arenasıdır da. Köpek Dişi’nde babanın iktidarının sürekliliğini ve bu sözde güvenli evrenin devamlılığını garantiye almak amacıyla, dil (yanlış) kodlanıyor, kelimeler (yanlış) çevriliyor. Kurulan bu sembolik evrende, dilin siyasal bir araç olduğu böylelikle müthiş bir incelikle vurgulanıyor. Bu dili öğrenen kardeşler (örneğin, bir sahnede büyük kız kardeş yemek masasında annesinden telefonu uzatmasını ister, annesi ona tuzluğu verir), onu kullanarak ve sorgulamayarak, babanın iktidarını içselleştiriyor. Bu kontrollü evrenin duvarlarının çatırdamaya başlaması da yine dil üzerinden gerçekleşiyor. Bir de arzu…
Arzu ya da Kristina
Erkek kardeşin kabaran cinsel dürtülerini tatmin etmesi ve ona cinsel eğitim vermesi için, baba, eve düzenli
olarak mesai arkadaşı Kristina’yı getiriyor. Bu görev için Kristina’ya belli bir miktar ödeme yapıyor. Fakat hangi parfümü sürmesi gerektiği dahi baba tarafından dikte ediliyor. Kristina’ya güvenlik üniforması giydiren patronla, bu ek iş için hangi parfümü sürmesi gerektiğini bile şart koşan despot baba arasında bir paralellik kurulabilir –her ikisinin de kadın bedeni üzerinde gerek emeği gerekse cinselliği bakımından belli bir kontrolü hak görmesinden hareketle. Anne ve baba dışında gördükleri tek insan olan Kristina, tüm kardeşler için bir arzu nesnesi. Erkek kardeşle seks yapmak dışında evde harcadığı zamanda, kız kardeşler onun yanına oturmak, onu uzun uzun izlemek, kıyafetini ve aksesuarlarını uzun uzun incelemek için birbiriyle yarışıyor. Kristina’nın bu kontrollü evrene (ne kadar kontrol dahilinde olursa olsun) girişi, güç dengelerini sarsıyor. Örneğin, kardeşlerin henüz bilmediği kelimeleri kullanmasıyla dil evreninde bir yarık açılıyor.
Bu yarık, oral seks karşılığında büyük kız kardeşe verdiği iki video kasetle dev bir çatlağa dönüşüyor. Bir gece gizli gizli video kasetleri izleyen büyük kız kardeş, Rocky ve Jaws filmlerinden öğrendiği cümlelerle konuşmaya başlıyor. Bu filmlerden sahneleri oynuyor sürekli: Havuzda yüzerken Jaws filminden, kardeşiyle konuşurken Rocky’den replikler okuyor. Babanın iktidarının dilinden özgürleşmeye başlaması da böylece tetikleniyor. Bu özgürleşme sürecinin bir aşamasında da kendine bir isim seçiyor: Bruce (Jaws ekibinin filmde kullanılan dev köpekbalığı maketine çekimler esnasında taktığı isim). Kız kardeşinden ısrarla, kendisine “Bruce” demesini istiyor, hattâ bir sahnede bu yeniden isimlendirmeyi içselleştirmek için ‘çağrılma’ alıştırması yapıyorlar. Odanın bir o köşesine bir bu köşesine koşup duran abla, her “Bruce” dendiğinde kafasını çevirip bakmayı öğreniyor. Kendi benliği üzerinde dilsel alanda böyle bir özgürlüğe uzanması, ablanın baba iktidarının boyunduruğu altında daha fazla kalmayacağının ilk emaresi oluyor filmde.
Genel olarak estetik yaklaşımına bakıldığında Köpek Dişi, bu aşırı kontrollü evreni, örtük bir ‘uyumsuzluk’ üzerinde inşa ediyor. Bu uyumsuzluk filmin ilk sahnesinde, kelimelerin yeniden kodlandığı yakın plan teyp çekimiyle ilk kez hissettiriliyor. Bu sahnede kurulan, sesin varlığı ile sesin asıl sahibinin orada olmayışı arasındaki uyumsuzluk, kelimelerin günümüz toplumundaki anlamları ile filmin mikrokozmosundaki anlamları arasındaki uyumsuzluk gibi. Bir başka sahnede, küçük kız kardeşin, oyuncak bebeğinin ellerini ve ayaklarını makasla kestiği sırada çığlık atanın kendisi olması gibi. Filmin sinematografisinde de belli bir doz uyumsuzluk sürekli canlı tutuluyor. Bu aşırı kontrollü evren, kimi zaman orantılı simetrik kadrajlarla, kimi zamansa aşırı dengesiz kompozisyonlarla yansıtılıyor. Öyle ki, bu kusursuz intizamda her an bir çatlak açılması ve her şeyin çığırından çıkması an meselesi. Sanki alttan alta, baskılanması o kadar da kolay olmayan bir isyan birikiyor. Son sahnede o isyan patlak vermiş, evin yüksek duvarlarında dev bir delik açılmış olsa da yine müthiş bir sakinlik, sessizlik, durgunluk hüküm sürüyor birkaç saniye boyunca.
Amsterdam Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. 2014’ten beri Altyazı’nın yayın kurulunda yer almaktadır. Sinema tarihindeki boşluklar, kültürel miras olarak film, arşiv ve restorasyon politikaları ile ilgilenmektedir.