Cannes Günlükleri 2025 #4: Renoir, Alpha, Eagles of the Republic, Un Simple Accident

78. Cannes Film Festivali, bu akşamki kapanış töreniyle sona eriyor. Cannes değerlendirmelerimize festivalin son günlerinde öne çıkan Renoir, Alpha, Eagles of the Republic ve Un Simple Accident gibi yapımlarla devam ediyoruz.
Yönetmen Chie Hayakawa’nın 11 yaşında bir kız çocuğu olmayı çok iyi hatırladığına ve bir zamanlar 11 yaşında olan herkese bunu hatırlatmak konusunda ne kadar mahir olduğuna ikna olmak için Renoir’ın açılış sahnesini izlemek yeterli. 1987 yazında, çok çalışmak zorunda olan annesi ve kanser hastası babasıyla Tokyo’da yaşayan Fuki ile kendi cenazesinin fantezisini kurarken tanışıyoruz. Kurduğu fantezide evinde bir yabancı tarafından boğularak öldürülen Fuki’nin cenazesine tüm okul arkadaşları ve öğretmenleri gelip, yağmur altında uzun uzun gözyaşı döküyor. Durup dururken ölse etrafındakilerin ne tepki vereceği, babasının neden bir türlü ölmediği, yetim kalmanın nasıl bir şey olduğu gibi sorularla bir cambaz gibi ölümün beklenirliğinin üzerinde yürüyen Fuki, masum bencilliği, ölçüsüz merakı ve kuvvetli sezgileriyle çoğu kez bir köşeden izlediği hayata karşı hep tek başına. Fuki ile aynı yaşta, aynı yıl babasını kaybeden yönetmen, bu kişisel hikâyeyi anlatırken küçük kahramanını olgun bir gözlemci koltuğuna yerleştiriyor. Filmini de olayların lineer olarak aktığı bir yapıya teslim etmeden, muğlak ve oynak bir gerçeklikle çevreliyor. Böylece gerçeklerden parçalar taşıyan hayaller ve hayallerden parçalar taşıyan gerçekler iç içe geçiyor. Normalde duygu sömürüsünün rahatça top koşturacağı böyle bir hikâyede, hislere yaslanmakla beraber daha çok imgelerin peşinden gidiyoruz. Fuki’nin annesinin odasına asılmış bekleyen bir yas elbisesi, yaklaşan ölüme dair kurulacak bir dolu cümleden çok daha çarpıcı.
Renoir’ın, hassas dünyasını koşulsuz olarak önümüze sermek gibi bir derdi yok. Bunun yerine sadece bu dünyaya girmeye niyetli seyirciyle sessiz bir anlaşma imzalıyor. Fuki’nin kendi evinden çok farklı bir evde kendisine hediye edilen kar beyazı çoraplarla neden çok mutlu olduğunu, annesi çalışmayan bir kızın kusursuz örgülerine neden heveslendiğini ya da artık sağlıklı ve güçlü bir babaya sahip olmamanın sızısını anlayabilecek bir seyirciyle. Dahası hikâyenin, ekonomik büyümenin etkisiyle insanların çalışma hayatında sınırları zorladığı, Batı kültürünün arzu nesnesi hâline geldiği, daha çok tüketmenin bir hobi gibi benimsendiği ve bunlara karşılık bireysel yalnızlığın en üst seviyede seyrettiği 1987 yılının Japonyasında geçmesinin de bir karşılığı var. İkili ilişkilerdeki iletişimsizlik ve evlilikler içindeki yalnızlık da Fuki’nin evrenine hakim olan yas hazırlığının ve sürekli yalnızlığın bir uzantısı. Yalnızlık, insanın doğumuyla birlikte karşı karşıya olduğu yegâne kadermiş ve hayat boyu hep bunun yasını tutuyormuşuz gibi bir uzantı. Filmin açılışında uzun uzun izlediğimiz ağlayan bebekler videosu da belki de bu kadere akıtılan ilk gözyaşlarıdır. Renoir, ilk filmi Plan 75 (2022) ile ezbere cümleler kuran Hayakawa’nın sinemasında kesinlikle hızlı bir yükselişe işaret ediyor. Buruk ama memnun ayrıldığımız yarışma filmlerinden biri oldu. Cannes’ın eski yıllarında, Altın Palmiye kumaşına sahip filmlerin tam da Renoir gibi filmler olduğunu unutmayalım.
Cannes’da yeni bir dönemi işaret eden sıradışı jüri seçimlerinin en iyi bilinen örneklerinden biri, 2021’de Julia Ducournau’ya Altın Palmiye kazandıran Titane’dı (2021). Ducournau bu yıl yeni filmi Alpha ile tüm gözlerin üzerinde olduğunu bilerek Cannes yarışmasına döndü ve bir anda kendini yıldız tablosunun dibinde buldu. Alpha ile gösterişli ama hedefini şaşırmış bir kasvet sinemasına soyunan yönetmen, önceki iki filminde aidiyet anlaşması imzaladığı beden korkusu türüyle bu kez sadece uzaktan selamlaşıyor. Bu kez asıl odağı, kurbanlarını giderek taşlaştıran bir AIDS salgınını kıyamet atmosferi içinde sunmak, ancak filmin tıpkı 13 yaşındaki kahramanı Alpha gibi henüz olgunlaşmamış, kafası karışık, asap bozucu ve bağırarak konuşan bir tarafı var ki çekilecek dert değil doğrusu. Hikâye 5-6 yaşlarındaki Alpha’nın uyuşturucu bağımlısı dayısı Amin’le arasındaki yakın ilişkiyi işaret ettikten sonra, zaman atlaması yaparak bir ergen partisine geçiş yapıyor. Bu aşamadan sonra, 13 yaşındaki Alpha şüpheli bir iğneyle koluna dövme yaptırmasından başlayarak, hastalığı kapma ihtimali taşıdığı tüm film boyunca annesinin sağlam duruşuna rağmen oradan oraya savruluyor. Tamamen onu merkezine aldığı için, film de öyle.
Rolü için 20 kilo veren Tahar Rahim’in canlandırdığı Amin karakterinin geçmişle paralel olarak anlatılan hikâyesi, anne-kızın bu krizi aşması için kilit görevi görse de Alpha’nın hırçın gelgitleri arasında seyirci üzerinde gereken etkiyi yaratamıyor. Filmin en ilginç tarafı, Amin’in kardeşiyle arasındaki sağlam bağın geçmişi. Ancak Amin hikâyeye yeğenini olgunlaştırmak ve sakinleştirmek için dahil edildiğinden, bu bağın köklerine inmekten de mahrum kalıyoruz. Alpha’nın annesine odaklanarak izlendiğinde, filmin kayıp duygusuyla baş edebilmek, gitmekte olanı bırakabilmek ve kabullenmek üzerine söyleyecek sözü olduğu fark ediliyor, ancak Ducournau’nun altını dolduramadığı görsel gürültünün ortasında duygulara odaklanmak gerçekten çok zor.
Alpha’nın kasvetini geride bırakıp otokrasinin kasvetine giriş yapmak gerekirse, bu tarafta işimizin daha kolay olduğunu söyleyebiliriz. Mısırlı yönetmen Tarik Saleh’in Kahire Üçlemesi Eagles of the Republic ile kapanırken, Mısır’ın en ünlü aktörünün şantaj ve ölüm tehditleri sonucu devlet lideri Sisi’yi canlandırmasının öyküsü hayli tanıdık geliyor doğrusu. Yapımcıları arasında Diloy Gülün’ün de olduğu ve tamamı Türkiye’de çekilen film, özellikle ikinci yarısındaki “film içinde film” katmanıyla sonuna kadar ilginç kalmayı başarıyor. Ayrıcalıklı konumunun tadını çıkarırken tanıdığımız ve kibriyle eğlendiren ana karakter George Fahmy’nin bir anda kendini içinde bulduğu karanlık iktidar oyunları, filmin gerilim tarafını sırtlayacak kadar zengin malzeme sunuyor. Ancak filmde asıl ilgi çekici olan, Mısır’daki sinema ve TV dünyasının devletin propaganda yöntemlerine alet olma zorunluluğunun anlatıldığı sahneler. Saleh, temsili bir lideri değil de Mısır’ın gerçek cumhurbaşkanı Sisi’yi tüm karanlık güçlerin merkezine oturttuğu için, tüm göndermeleri ve eleştirileriyle son derece sahici bir zeminde ilerliyor. Mısır’daki TV kanallarından birinde kısa boylu ve kel olan Sisi’nin çok yakışıklı bir aktör tarafından canlandırıldığını gören Saleh, bu ironinin içinden bir film çıkarabileceğini fark etmiş. Medya organlarının tümüyle iktidarın eline geçtiği, sinema ve televizyonun büyük bir sansür altında ezildiği ve algı oyunlarının geçer akçe olduğu Mısır’da, tüm bunları anlatabilmenin en kestirme yolunun hicve yaslanmak olduğuna hiç şüphe yok. Eagles of the Republic, yarışmanın hikâye anlatıcılığıyla öne çıkan birkaç filminden biri. Derdini sorunsuz anlatmakla beraber, Saleh’in diğer filmleri kadar ödül mıknatısı bir nitelik taşımıyor.
Buna karşılık Cafer Panahi’nin Un Simple Accident’i, yönetmenin özellikle Batılılar için anlattığı hikâyesiyle ödül sezonunda yere göğe sığdırılamayacak gibi görünüyor. Ancak objektif olmak gerekirse, Panahi son derece kalın çizgilerle anlattığı derdini uzun metrajlı bir filmi sırtlayacak kadar geliştirememiş. Hapishanede kendisine işkence eden kişiyi yıllar sonra bulduğunu düşünen Vahid’in doğru kişiyi rehin aldığına emin olmak için diğer kurbanlara danışmasının ve aynı gün içinde yaşanan toplu vicdan muhasebesinin hikâyesi bu. Büyük oranda diyaloglara yaslanan bir film yazarken, doğal olarak kendi hapishane deneyimlerinin de öfkesini taşıyan yönetmen belki de bu sebeple farkında olmadan karakterlerin kendileri olmalarına izin vermiyor. Her birinin tek bir kişi tarafından konuşturuluyor gibi görünmesi, dahası bu konuşmaların sürekli hikâyeyi açıklayan bir çizgide seyretmesi, filmi sözde vurucu anlarına varana kadar koruyamıyor ne yazık ki. Ancak bu cümleler sizi yanıltmasın, Un Simple Accident Cannes yarışmasının en beğenilen filmlerinden biri oldu ve ödül listesinde kesin olarak yerini ayırdı. Zira Batılı perspektifinden bakıldığında, yıllardır İran’daki baskı rejiminin altında mucizeler yaratan Panahi hikâyesiyle büyük bir insanlık dersi veriyor. Yıllar sonra uluslararası basına verdiği ilk röportajda bu filmi hapishanede geride bıraktığı dostlarını düşünerek çektiğini söylüyor. Gerçekten de filme, aleyhine işleyen bir görev duygusunun hakim olduğu kesin. Kâğıt üzerinde işlemesi ama pratikte sıklıkla tökezlemesi belki de bundan.
Filmlerinin aksine 20 yılı aşkın süredir Cannes sahnesine çıkamayan, bu yıl ilk kez mahkûmiyetinden ve seyahat yasağından kurtularak festivale katılan Panahi’nin bu çıkarması elbette filminden bağımsız olarak çok anlamlı. 2009’da İran’da tutuklandıktan sonra 20 yıllık meslekten men edilme cezasıyla karşı karşıya kalan ancak buna rağmen gizlice üretmeye devam eden yönetmenin gönlünce ürettiği uzun yıllar geçirmesi dileğiyle.

Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.