Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2025 #5: Sentimental Value, Resurrection, The Mastermind, The History of Sound, Jeunes mères, Romería

Cannes Günlükleri 2025 #5: Sentimental Value, Resurrection, The Mastermind, The History of Sound, Jeunes mères, Romería

78. Cannes Film Festivali’nde büyük ödüllerin sahiplerini bulmasına kısa bir süre kalmışken Selin Gürel ve Öykü Sofuoğlu, festivalin son günlerinde prömiyer yapan filmleri değerlendiriyor.

Selin Gürel, Öykü Sofuoğlu

Biz sinema eleştirmenleri için son derece yoğun bir tempoyla geçen, karanlık sinema salonlarından çıkar çıkmaz yeniden içeri girdiğimiz on bir günlük maratonun nihayet sonuna geldik. Cannes, ikinci haftası görece sakin geçen Venedik’e kıyasla son günleri sürprizlerle dolu olmasıyla bilinen bir festival. Ve nitekim de Joachim Trier, Bi Gan ve Kelly Reichardt gibi yönetmenlerin prömiyer yaptığı geçtiğimiz birkaç gün, ödül tahminleri üzerinde de etkisi hissedilen yoğunluktaydı.

Festivalin geneline baktığımız zaman, yarışmanın geçtiğimiz yıldan Anora’yı örnek olarak gösterebileceğimiz “seyirci dostu” (crowd pleaser) filminin bu yıl Joachim Trier imzalı Sentimental Value olduğunu söyleyebiliriz. Otuzlu yaşlarındaki Julie’nin hem kişisel hem de aşk hayatında yaşadığı ikilemleri merkezine alan The Worst Person in the World‘ün ardından Trier Sentimental Value‘da odağını aile yaşamına ve baba-kız ilişkilerine çeviriyor. Bir önceki filminde kahramanının yörüngesine yerleştirilen yan karakterler ve hikâyelerle daha derli toplu bir hikâye sunan Trier’in yeni filmi daha bulanık bir odağa sahip. Stellan Skarsgård’ın canlandırdığı yaşı geçkin bir yönetmen olan Max Borg’un yıllar evvel evi terk ederek ilişkilerini derinden yaraladığı kızları Nora ve Agnès’le tekrardan bağ kurma çabalarını izliyoruz filmde. Nora ve Agnès’in büyüdüğü; Max’ın da çocukluğunun geçtiği ev, filme duygusal ve mekânsal bir çerçeve sunsa da, Trier aile tarihinde bu mekânın ifade ettiği anlamı ve çağrıştırdığı duyguları görsel düzleme taşımak konusunda pek başarılı olamıyor ne yazık ki.

Uzun yıllar beyazperdeden uzak kalan Max’in, annesinin geçmişinden izler taşıyan yeni filminde, kızı Nora’yı oynatmak istemesinin, gerçek ve kurmaca düzlemlerinin iç içe geçtiği veya kesiştiği bir “meta-film” çerçevesi sunduğu doğru. Ancak bu çerçeve filmin görsel-işitsel gramerinde, başta karakterlerin, daha geniş anlamdaysa filmin mekânlarla kurduğu ilişkilerde bir karşılık bulamıyor. Nora’nın reddettiği teklifi kabul eden Amerikalı bir aktrisin rolü benimsemek konusunda yaşadığı sorunlardan, Max’in diğer kızı Agnes’in babaannesinin geçmişine dair keşiflere farklı yönlerde ilerleyen ve genişleyen bu aile draması, temeli iyi atılmadan üst üste yerleştirilen anlatı bloklarını getiriyor akla. Birçok seyircide yankı bulacak, dokunaklı ve gerçekçi öyküsünün arkasında biraz tembel bir yönetmenlik saklayan Sentimental Value, sinemasıyla değil insanların kendi hayattalarında yaptığı çağrışımlar düzeyinde üzerine konuşulacak ve tartışılacak filmlerden. 

Resurrection

Festivalin başlamasına günler kala yarışmada yer alıp almayacağı belirsizliğini koruduğu için Cannes’ın sıkı takipçilerinin özellikle merakla beklediği Bi Gan imzalı Resurrection ise bizlere âdeta “alın size meta-sinema!” diyen bir film. İnsanların uzun yaşamanın sırrının rüya görmekten vazgeçmek olduğunu keşfettiği gelecekte geçen Resurrection, herkesin aksine rüyalara sığınan ve gerçekliği reddeden “Fantasmer” (Hayalci) isimli bir yaratığın zihninde (açılış bölümünü de hesaba katarsak) birbirinden farklı beş farklı yolculuğa seyircisini. Farklı film türlerinin, estetiklerinin ve Çin tarihinden farklı dönemlerin işlendiği dört hikaye, onları kapsayan ve birbirine bağlayan ana anlatıya rağmen aslında antoloji filmine benzer bir yapıyla işleniyor. Sinema ve Çin tarihi açısından kronolojik bir sıra takip etseler de bu hikâyeler Fantasmer’ın düş yolculuğunda bizi varış noktasına taşıyacak duraklar değil kesinlikle. Ancak nasıl ki yönetmenin bir önceki filmi Long Days Journey Into Night, izleme deneyimini imgenin içine çekilerek kapılıp gidilen bir süreç olarak sunuyorsa, Resurrection‘ın fütüristik ve masalsı ana anlatısı da bu duraklar arasında inatla bir bağ kurmaya çalışıyor sanki. 20. yüzyılın bir ürünü olduğu kadar onun tarihine de tanıklık da eden sinema dispozitifiinin ardından tutulan yasa dair bir alegoriye dayanan ana anlatısı, Gan’ın farklı estetikler ve dönemlerle yaptığı biçimsel denemeleri hantallaştırıyor ve nostalji duygusunun altında eziliyor. Geçtiğimiz yıl Cannes’da gösterilen ve sinemaya dair oldukça benzer dertleri olan Jia Zhangke’nın Fēngliú yīdài’siyle (2024) özellikle aynı şarkıyı kullanmalarıyla da ilginç paralellikler (ve belki de zıtlıklar) yakalayabileceğimiz Resurrection, Zhangke’nin modern formalizmine karşılık romantizme daha yakın bir estetik bakış açısını temsil ediyor. 

Biçimsel denemeler denilince, sinemasal türleri onları, karakteristik özelliklerini ters yüz ederek yorumlanmasıyla bilinen Kelly Reichardt’ın dün akşam Ana Yarışma’yı kapatan The Mastermind’ını anmamak olmaz. Başrolünde Josh O’Connor’ın yer aldığı film yetişmelerde sayısız örneğine rastladığımız “soygun filmi” türünün her klişesini duvara toslatan ağır tempolu bir anlatıya sahip. J. B. Mooney isminde, geçmişte güzel sanatlar eğitimini yarıda bırakmış bir adamın Massachusetts’teki bir müzeden soyut birkaç tabloyu çalma girişimini konu edinen filmde, soygun için özenle yapılan; her adımı düşünülmüş planlara ve polisleri atlatmaya yönelik yaratıcı çözümlere yer yok kesinlikle. Josh O’Connor’ın özellikle uzun boyu yüzünden fazlasıyla dikkat çeken fiziksel görünüşünü incelikli bir mizah unsuru olarak da kullanan film, karakterinin yaşamın her alanındaki uyumsuzluğuyla daha çok ilgileniyor sanki. Mooney’in fiyasko niteliğindeki hırsızlık girişiminin sonrasındaysa, kaçma-kovalama temasından çok gerek toplum, gerek kariyeri gerek de de aile yaşamı açısından kendine yer edinememiş bir adamın oradan oraya sürüklenmesini izliyoruz filmde. Reichardt, hikâyeye baştan sona eşlik eden caz melodilerinin de benzer bir etki uyandırdığı duraksamalı, uzatmalı ve tekrarlamalı bir zaman ve ritim duygusu benimsiyor. Seyircisinin Antonioni, Altman ve Bresson gibi sinemacıların üsluplarından izler yakalayabileceği zenginlikte, ne istediğini bilen bir auteur’ün eseri olduğu her karesinde hissedilen The Mastermind, Reichardt’ın yaratıcılık konusunda ivmesinden hiçbir şey kaybetmediğini kanıtlayan bir olgunluk dönemi filmi. Öykü Sofuoğlu

The History of Sound

İzlemek için sabırsızlandığımız yarışma filmlerinden The History of Sound’u bu kadar çekici kılanın ne olduğu sorusunun cevabı kişiden kişiye değişebilir ama hüzünlü personaları ve gençliklerine rağmen çok şey görmüş geçirmiş gibi görünen hâlleriyle son yılların en çok kalp ağrısı çektiren iki aktörünü perdede birbirine âşık etmek kocaman bir ortak payda olabilir. Hem de aşk acısını özellikle sinematografik kılan Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçtiğini ve müziği saklandığı yerden çekip çıkarmak gibi kutsal bir amacın peşine düştüğünü hesaba katarsak. Ne var ki bir önceki filmi Yaşamak (Living, 2022) ile fena bir iş çıkarmayan yönetmen Oliver Hermanus, duygulara kapılıp gitmeye, vadedilen aşk hikâyesine aç kurtlar gibi saldırmaya hazır bizlerin hevesini kursağında bırakıyor. The History of Sound, seyircinin iştahına oynayan formülü önce kabaca tasarlanmış, daha sonra senaryosu bu tasarıya uydurulmuş bir film. Bir tür “doğmamış çocuğa don biçme” vakası diyebiliriz. Hikâyenin başından itibaren, Josh O’Connor ile Paul Mescal’ın hikâyenin derinleşmesini bekler gibi duran performanslarının harcanmış potansiyelini hissediyor, çoğu gereksiz zaman ve mekân geçişini kafamızda mantıklı bir yere oturtmaya çalışıyoruz. Karakterler arasındaki iniş çıkışların ikna ediciliği o kadar zayıf ki, filmin bu potansiyel israfı suç sayılsa kimse itiraz etmezdi herhâlde. Teoride filmin merkezine oturması gereken şarkı avcılığı konusu da tek boyutlu anlatıldığı için tutunacak dalımız kalmıyor desek yeridir. Finalde tam da aradığımız duyguların kapısından girerken film bitiyor. Güle güle “proje film”, The History of Sound

Cannes’ın yatılı misafirlerinden Dardenne Kardeşler’in uzun yıllardır tembel bir sinemanın pençesinde kıvrandıkları şüphe götürmez bir gerçek. Filmografilerinde unutulmayacak filmler olsa da, kendilerine meydan okumak ya da en azından bir hikâye üzerine kafa yorarken alışkanlıklarına direnmek gibi bir dertleri yok. Ancak tekrarlarla dolu bir dönemin içinde olmalarına rağmen her yeni filmleriyle Cannes’da boy göstermeye devam ediyorlar. Son filmleri Jeunes mères’de yine gıdım risk almıyorlar ama 18 yaşın altındaki beş annenin hikâyesini neyse ki alışık olduğumuz üzere büyük vicdan muhasebeleriyle donatmadan anlatmayı beceriyorlar. Kendileri çocuk gibi görünen beş genç kadının çocuk sahibi olma kararlarını birbirinden farklı nedenlere bağlayıp kaderlerini de farklı yönlere savuran senaryo, temel olarak koca bir doğum kontrol reklamı gibi de okunabilir elbette. Ama maddi zorluklarla boğuşan, bazıları sokaklardan gelmiş gençlerin hayata dair hiçbir şey bilmeden oynadıkları bu acıklı evcilik oyununun içinde sahici bir şeyler de var. Jeunes mères, neyse ki anneliği kutsallığa boyamak gibi bir hataya düşmüyor, hatta kürtajı kaçırılmış bir fırsat gibi gösterdiği bile söylenebilir. Cannes’da, sevgisiz büyüyen genç kadınların anne olma deneyimine tanık olmak pek hoş karşılanmadı ama jürinin filmde hoşuna gidebilecek bir şeyler bulması çok da imkânsız değil. 

Romeria

Carla Simón’un daha önce sadece iki -harika- filmi olmasına rağmen, Romería’yı izleyince sinemasını ne kadar özlediğinizi fark ediyorsunuz. Kendi geçmişinden parçalar taşıyan hikâyelerinde genç kahramanlarının başından geçen olaylar ne kadar travmatik olursa olsun, izleyici koltuğunda otururken basitçe birinin başından geçen olayları değil de odanın bir köşesinden tanık olduğunuz gerçek hayatı soluyorsunuz adeta. Bu anlamda, tarzı biraz daha farklı olsa da Simón’da Mia Hansen-Løve’ın kendiliğindenliği var. Bu seviyeyi ilk filmi ’93 Yazı’ndan (Estiu 1993, 2017) beri koruma başarısının en önemli sebebi, bildiği -yaşadığı- hikâyelere ve duygulara büyüteç tutması olduğu kadar, ana karakterini müdahaleci değil gözlemci koltuğuna oturtması. Sessizce gözlemlemek, az ileride fısıltılarla konuşulanlara kulak misafiri olmak, anlamlı birkaç bakış yakalamak, ağızdan kaçırılan bazı anahtar kelimeleri ortada sallanırken kapıvermek, Simón karakterlerinin çok iyi bildiği bir idman. Yönetmen her filminde özünden koparmadan daha da geliştirdiği sinemasını Romería’da aynı malzemeden besliyor. Filmde elinde annesinin günlüğüyle, yıllar önce AIDS’ten ölen ebeveynlerinin izini süren genç Marina, babasının hiç tanımadığı ailesini ilk kez ziyaret ediyor. Tek amacı, resmi kayıtlarda çocuksuz olarak görünen babasının kızı olduğunu resmileştirmek. Belki babasının ailesi tarafından belli ki pek sevilmeyen annesine çok benzemesinden, belki babasının AIDS sebebiyle ölümünün aile için utanç kaynağı oluşundan, belki de içten içe Marina’nın para koparmak için geldiğini düşündüklerinden, bu ziyaret çok da kolay geçmiyor. Ancak Marina sessiz, gururlu, kararlı ve her şeyin farkında. Film, elindeki günlük sayesinde anne ve babasının ilişkisine dair parçaları birleştirmeye çalışan ve zaman zaman hayallere başvuran Marina’nın bakış açısından hiç kopmadığı için, çok etkileyici bir şiirsellik de barındırıyor. Yarışmanın tartışmasız en iyilerinden biri. Selin Gürel


Cannes Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.