2024’te Sinema: Dokunsanız Elinizde Kalacak Bir Yıl

Festival gündemleri, skandallar, tanıtım çılgınlıkları, gişede batan filmler… 2024’ü uğurlarken geride bıraktığımız yıla sinema gözüyle bakıyor, sinema gündeminde olup bitenleri hatırlıyoruz.
2024’te sinema gündeminin tepesinde kapkara polemik bulutları dolaştı, filmlere dair oluşan beklentiler çoğu kez filmlerin önüne geçti, bazı vasat altı filmler omuzlarda taşınırken bazı çok iyi filmler gölgede kaldı, stüdyoların konu sıkıntısı eski defterleri açtırdı, süper kahraman destanları nihayet çöküş dönemine girdi, ustalar saç baş yoldurdu, bize özgü yasaklar sinirleri yine harap etti ve bazı film festivalleri yaşarken sonsuzluğa uğurlandı.
Peki bu hız trenine neresinden binmeli? En iyisi rahmetli Berlin Film Festivali’nden başlayalım.
Bu yıl festival; programındaki bir film nedeniyle tüm ekibine önce soğuk terler döktürdü, sonra talihsiz açıklamalarla sosyal medyayı eski heyecanlı günlerine döndürdü ve ardından hızla dibe sürüklendi. Doğduğu toprakların elinden kayıp gidişine tanık olan Filistinli Basel Adra ile mücadelesinde ona destek olmaya çalışan İsrailli gazeteci Yuval Abraham’ın el ele vererek çektiği No Other Land adlı belgesel, tam da bu sebeple yani yönetmenlerinden birinin İsrailli birinin Filistinli oluşuyla Almanya’yı fabrika ayarlarına döndürmeyi başardı. Ödül almak için sahneye çıkan iki yönetmen, yaptıkları tarihi konuşma sonrası aldıkları tepkilerle, herkesin maskesini indirmek zorunda kaldığı bir faşizm karnavalının fitilini ateşlemiş oldu. Festivalin hacklenen sosyal medya hesabında “Soykırım soykırımdır” paylaşımları yapıldı, festival ışık hızıyla “Biz değiliz” açıklaması yaptı, Berlin Belediye Başkanı kan ter içinde İbrahim Melih Gökçek tweetleri attı, Kültür Bakanı No Other Land’i alkışlarken görüntülenince “Ben sadece İsrailli yönetmeni alkışlıyordum” şeklindeki “Banker Maho” açıklamasıyla hiç güleceği olmayan herkesi güldürdü ve son olarak festivalin yeni başkanı Tricia Tuttle yönetmenlerin tutumunu normal karşıladığını ima eden açıklamalarla itibar tamiri çalışmalarına başladı. Bu kriz yakından takip edilirken, Lupita Nyong’o’nun, içinde Brady Corbet, Christian Petzold ve Albert Serra’nın olduğu bir jüriye başkanlık etmesi skandalıyla ilgilenecek vakti ne yazık ki kimse bulamadı.
Berlin’de bunların yaşanmasından birkaç hafta önce Sundance Film Festivali tatlı tatlı birinci dünya ülkesi sorunları yaşıyordu. Bu yıl adına yaraşır büyüklükte bir hit film çıkaramayan Sundance, film satışlarının da fazla sakin geçmesi sebebiyle bir parça kan kaybetti; derken festivalin 2027’de 40 yıllık ev sahibi Park City’i terk edeceği açıklandı. 15 şehir Sundance’e ev sahibi olmak için sıraya girdi, birkaç ay önce adaylar üçe indirildi. Festivalin yeni yuvası, 2025 versiyonu sağ salim uğurlandıktan sonra açıklanacak.
Festivaller türlü tatsız gelişmeyle gölgelenirken, neyse ki bahar geldi de asla eğlenceli konu sıkıntısı çekmeyen Cannes Film Festivali tüm kaosuyla sinema gündemine güneş gibi doğdu. Cannes’da neler olduğuna geçmeden önce neler olmadığına değinelim. Çeşitli markaların davetlisi olarak kırmızı halının bir köşesinde 10 saniye poz verip evine dönen bazı ünlülerimiz, gazetelerin kültür-sanat ve magazin köşeleri ile sosyal medya akışlarımızın kirli kısmında bangır bangır çıkarma yaparken, iddia edildiği gibi Cannes’da fırtına gibi esmedi. Senarist Ebru Ceylan’ın Cannes jürisinde yer alması haber değeri taşımıyor olacak ki neredeyse hiç yazılıp çizilmedi. Olanlara gelirsek, liste çok uzun ama şöyle bir özet iş görür: Filmlerini izledikten sonra Cronenberg, Coppola, Sorrentino, Lanthimos gibi ağır topları omuzlarından sarsıp, fırsat bu fırsat, biraz da hırpalama isteği dayanılmaz bir hâl aldı. (Aylar sonra bu dörtlüye akıllara zarar bir mahkeme filmi çeken (Juror #2) Eastwood da katıldı, ancak bu konunun Cannes ile değil, bitpazarı ve nur konulu bir benzetmeyle ilgisi var.) Özellikle Coppola’nın, filmin tam bir fiyasko oluşunu unutturmak ister gibi çekim şartlarıyla uzun uzun kendini acındırdığı Megalopolis, festival bitmeden tümden unutulmayı başardı. Böylece en kolay atlattığımız Cannes travması olarak da tarihe geçti. Diğer yandan İranlı Mohammad Rasoulof’un sekiz yıllık hapis cezası almasına ve ülkeden çok zor şartlarda kaçmasına neden olan filmi The Seed of the Sacred Fig festivalde özel bir ödül aldı. Özel durumu sebebiyle, filmin pek de parlak olmayan vasıfları ne konuşuldu ne de yazıldı.
Cannes yarışmasından Jüri Büyük Ödülü ile ayrılan Payal Kapadia’nın müthiş filmi Aydınlık Hayallerimiz (All We Imagine as Light) ise ülkenin imajını zedelemesi sebebiyle -ne kadar da tanıdık!- Hindistan’ın Seçici Kurulu’nun nefretini topladı. Kesin bir Oscar adaylığını elinin tersiyle iten Hindistan’a karşılık, Fransa Cannes’ın bütün yıl konuşulan doğal felaketi Emilia Pérez’i aday adayı seçerek son beşe kalmayı garantiledi. Festivalin bir diğer gözdesi Cevher (The Substance), özellikle Amerikalı erkek eleştirmenleri kendine hayran bırakırken En İyi Senaryo ödülünü kapan Coralie Fargeat’nın tam da eleştirdiği şeye dönüşen kamerası nasılsa pek sorun edilmedi. Neyse ki Altın Palmiye’yi, hep çok zahmetsiz olduğu yanılsamasını yaratan muhteşem Sean Baker sinemasının en iyi dönemine denk gelen Anora kazandı. Festival bittikten sonra yaşanan en eğlenceli gelişme, yönetmen Ali Abbasi’nin çektiği Trump biyografisi The Apprentice’in Amerikan gişesinde batması sebebiyle dile getirdiği şaşkınlık oldu. Sebastian Stan ve Jeremy Strong’un bozuk para gibi harcandığı The Apprentice, Trump yanlıları ile karşıtlarını aynı fikirde buluşturan yegâne konu olarak hatırlanacak.
Venedik Film Festivali’nin jüri başkanı Isabelle Huppert, tahminen oynamak isteyeceği bir karakteri canlandırdığı için Nicole Kidman’a (Babygirl) ve son döneminin en vasat filmlerinden birini çeken Pedro Almodóvar’a (The Room Next Door) ödül verdi. Yılın en iyi kadın oyuncu performansını izlediğimiz (Fernanda Torres) Walter Salles filmi I’m Still Here ise senaryo ödülüyle yetindi. Yılın en iyi iki filminden birini çekmiş olmasına rağmen, Brady Corbet’in Gümüş Aslan ödülü de beklenen büyük patlama etkisini henüz göstermemiş görünüyor. The Brutalist oyuncu, yönetmen, senaryo, kurgu, görüntü yönetmenliği, müzik ve özellikle yapım tasarımı ödüllerinin en haklı adaylarından olmasına rağmen, 2024’ü Emilia Pérez rüzgârına kurban vermiş olabiliriz. Telluride programından sonra Toronto’yu es geçen Nickel Boys’un kusursuzluğu ise henüz tam anlamıyla dikkatleri üzerine toplamadı ancak ödül sezonunda emin adımlarla ilerliyor. Bu sezon adil bir dünyada Corbet’in tek rakibi Nickel Boys’un yönetmeni RaMell Ross olurdu.
Cannes programına Türkiye’den hiç film giremezken, Venedik ve Toronto’da ilk filmler gövde gösterisi yaptı. Venedik’te Orizzonti bölümünde Özel Jüri Ödülü alan Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri ve Gecenin Kıyısı, Toronto’da Gülizar ile yine Gecenin Kıyısı gösterildi. Bu esnada ülkemizin ana akım kanadında da “ilginç” gelişmeler yaşandı. Ailesinin onayı alınmadan çekilen iki Ahmet Kaya filmi birden sinemalarda ansızın boy gösterdi. Tüm yıl boyunca vizyona giren yerli filmlerin üçte birini, film bile sayılamayacak “cin videoları” oluşturdu. Erdal ile Ece, en az izlenen Şahan Gökbakar filmlerinden biri oldu. Muhtemelen bu sebeple ikincisi vizyonu pas geçip Netflix’in programına eklendi. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserinden uyarlanan, ilginç bir deneme sayılabilecek Cadı ve sessizce vizyona girip çıkan Orçun Behram’ın yeni korku filmi Cenaze, niteliksiz filmlerin istiflendiği, vizyon denen can pazarında daha çok seyirciye ulaşamadan yitip gitti. Ana akım Hollywood’da Twister (1996) ve Beetlejuice (1988) gibi çok sevilen filmlerin 2024 modelleri arz-ı endam ederken, bizde de eskiye dönüş eğilimi kendini yeni ve eskisinden daha sinsi bir Barda ile gösterdi. Ancak gişede orijinal filmin yanına dahi yaklaşamayarak, “Türkiye’nin ilk gerçekçi 18+ filmi” ibaresiyle akın akın salonlara çekmeyi hayal ettiği genç erkek kitlesini yerinden kımıldatmadı.
Filmleri tanıtma işinin zıvanadan çıktığı bir başka örnek de Longlegs’te yaşandı. Gerilla pazarlama yöntemlerini sonuna kadar kullanan tanıtım ekibi, film henüz vizyona girmeden gerçekte olmayan bir efsane yaratmıştı bile. Bu çalışma, filmi gişede parlatmış olsa da nihayetinde seyircideki yüksek beklentilerin karşılanmaması sebebiyle epey hayal kırıklığına sebep oldu. Oysa Longlegs bu çılgınlıktan sıyrılınca uzun vadede çok daha cazip bir filme dönüşüyor. Bir başka pazarlama çılgınlığı ise şu sıralar Wicked evreninde yaşanıyor. Filmin zaten sonuna kadar zar zor katlandığınız vıcık vıcık dünyasında daha da katlanılmaz olan bir şey varsa o da sahte duyguların geçit yaptığı ekip röportajları. Henüz rastlamadıysanız şanslısınız.
Tam bu yıl hiçbir festival iptal edilmediği ya da hiçbir festivalin iptal edilmesine neden olacak bir iktidar müdahalesi yaşanmadığı için şaşıracakken, Kasım ayında ilk kez yapılması beklenen MUBI Fest İstanbul 2024’ün açılış filmi Queer’in gösterimi yasaklanınca buna tepki olarak festival tümden iptal edildi ve tüm gezegenler yeniden hizaya girdi. İstanbul Kadıköy Kaymakamlığının “toplum barışını tehlikeye atacak provokatif içerik taşıdığı” gerekçesiyle yasaklanmasına önayak olduğu Queer’in yakın gelecekte ilk gösterildiği yerde toplum barışını bol bol tehlikeye atması bekleniyor.

Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.