Şu An Okunan
Anayurt Oteli

Anayurt Oteli

Yusuf Atılgan’ın 1973 tarihli romanından Ömer Kavur’un uyarladığı Anayurt Oteli, yapımından otuz yıl sonra restore edilmiş kopyasıyla yeniden izleyiciyle buluşuyor.

Esin Paça Cengiz

‘Tüm Zamanların En İyi Türk Filmleri’ listelerinde her zaman ilk sıralarda yer alan Anayurt Oteli, otel kâtibi Zebercet’in ve küçük bir taşra kasabasında bulunan Anayurt Oteli’nin hikâyesine odaklanır. Büyük bir yangından sonra İzmir’e göç eden Keçecizadelere ait olan Anayurt Oteli 1839 yılında konak olarak inşa edilmiş ve 1923’te otele çevrilmiştir. 1950 yılında otelde dünyaya gelen Zebercet, 1960 yılında sünnet olduktan birkaç ay sonra annesini kaybetmiş, 1971 yılında askerden terhis olmuş ve babasının ölümünün ardından 1980 yılında otelin yönetimini devralmıştır.

Film bir Perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle kasabaya gelen ve otelde tek gece geçirdikten sonra ayrılan kadının otele girişiyle başlar. Film boyunca Zebercet derin
bir tutkuyla bağlandığı bu kadının geri dönmesini bekler ve tutkusu giderek bir saplantıya dönüşür. Zebercet’in umutsuz bekleyişi, başkalarıyla iletişimi kesmesi, artık otele müşteri kabul etmemesi ve aynı zamanda otelin ve Zebercet’in geçmişine dair edindiğimiz bilgilerle Anayurt Oteli giderek kasvetli, ürkütücü ve içinden çıkılmaz bir atmosfere bürünür. Böylelikle başlarda köhne bir taşra oteli olmaktan başka özelliği yokmuş gibi görünen otel, film ilerledikçe hikâyenin başkarakterlerinden birine dönüşür.

Ömer Kavur, iliklerine kadar her şeyini duyumsadığını ifade ettiği ve “okuduktan sonra bunu sinemaya aktarmam gerekir dediğim tek roman” diye tarif ettiği ‘Anayurt Oteli’ romanının 1960’larda geçen hikâyesini filmde 1980’lere, darbe sonrasına taşır. Oteli ve bu otelin bütününe hâkim olan kasvetli atmosferi kurmak içinse büyük bir titizlikle Edirne’den Fethiye’ye kadar şehir şehir dolaşarak uzunca bir süre mekân arar. Çünkü Kavur’a göre, mekânı doğru tespit edemezse hikâye güme gidecektir. Sonunda filmin çekileceği mekân olarak Nazilli’de bulunan ve otele dönüştürülen Demirci Efe Konağı’nda karar kılar. Ve 1986 yılının Ekim ayında Anayurt Oteli’ni filme çeker.1

Romana İhanet
Anayurt Oteli’ni sinemamızın en başarılı edebiyat uyarlamalarından biri kılan unsur kuşkusuz yarattığı karanlık atmosferdir. Ancak Kavur bu atmosferi sadece film için gerekli olan kusursuz mekânı bulmakla kurmaz. Zebercet ve otelin hikâyesini anlatırken referans verilen tarihî dönemeçlerle birlikte filmin bir başka ana karakteri hâline gelen zaman yapısı, Anayurt Oteli’nin her sahnesine güvensizliği, kuşkuyu ve köşeye sıkışmışlık hissiyatını sirayet ettirir. Böylece izleyiciyi zaman geçse de hiçbir şeyin değişmediği bir mekân olan Anayurt Oteli’ne ve kasabaya hapseder. Kavur bunu yaparken, otelin ve Zebercet’in hikâyesini açık bir biçimde anlatmaktan imtina eder. İç konuşmalarla, laf arasında kısaca geçen diyaloglarla otelin ve Zebercet’in geçmişine dair ipuçları verir, ancak asla izleyicinin filmin iki ana karakterinin hikâyesine bütünüyle hâkim olmasına izin vermez. Bu nedenle, film ilerledikçe hikâye berraklaşacağına bulanıklaşır.

Zaten Kavur’a göre bir romandan yola çıkarak iyi bir film yapmanın yolu çoğu zaman o romana ihanet etmekten geçer. Bu ihanet de romanda geçen bazı pasajların ve bölümlerin atılmasını gerektirir. Her ne kadar izleyici romanla filmi karşılaştırıp romanda sözü geçen olayların ve bölümlerin filmde olmamasına dair eleştiri getirse ve edebiyat uyarlamalarını bu nedenle çoğunlukla kusurlu
ve eksik bulsa da; Kavur söz konusu olanın iki ayrı mecra olduğu, romanın birebir uyarlanması durumunda filmin sinemasal dilinden çok fazla şey yitireceği kanaatindedir.2

Bu nedenle, romanda uzunca yer bulan otelin geçmişi, filmde otelin ısınmamasından yakınılan bir konuşma arasında ancak lafı geçen bir tarih olarak yer bulur. Bir ailenin ve koca bir şehrin yaşadığı yerinden edilme ve yangın gibi travmatik olaylar, intiharlar ve cinayetler bankta gerçekleşen bir sigara sohbeti sırasında ağızdan çıkan bir cümleden ibaret kalır. Zebercet’in geçmişi ve Keçecizadelerle olan ilişkisi ise sadece ima edilir.
Oysa otelin tarihi ve Zebercet’in kişisel tarihindeki doğumlar, yıkımlar ve travmalar, Türkiye tarihindeki önemli değişimlere ve doğumlara, çalkantılı dönemlere ve toplumsal travmalara işaret eder. 1839’daki Tanzimat Fermanı’ndan sonra inşa edilen konağın 1923’te Cumhuriyet’in kurulmasıyla otele dönüştürülmesi, Zebercet’in 1950’de tek parti döneminin sonunda doğması, 1960 Darbesi’yle hem sünnet olması hem de annesini kaybetmesi, 1980 Darbesi’yle babasının ölümü ve otelin yönetimini devralması, 1971 Darbesi’yle askerliğinin, 10 Kasım tarihiyle intiharının birbirine denk düşmesi bağlamında film zaman, geçmiş, toplumsal tarih ve mekân arasında iç içe bir örüntü kurar.

Otelin ve Zebercet’in geçmişinin açık bir biçimde anlatılmaktan imtina edilmesi, bir eksiklikten ziyade filmi böylesine güçlü kılan en temel unsurdur. Filmin zaman ve mekân üzerinden geçmişle kurduğu örüntü Türkiye’nin yakın tarihine ve toplumsal travmalarla kurduğu ilişkiye dair önemli sözler söyler. Konu edindiği travmalar, yangınlar, cinayetler, intiharlar ve yıkımlar birbirine benzer. Geçen zamana rağmen farklılık göstermez, aksine tekrarlanır ve aynılaşır.

Buna paralel olarak, epizodik anlatım yapısı benimseyen film doğrusal bir zaman yapısı kurar. Hikâyesini bir perşembe gecesi gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otelden ayrılmasının sonrasında haftanın günlerine ve gecelerine bölerek anlatır. Bölümler ‘Pazartesi’, ‘Salı’ gibi tarihi belirsiz başlıklardan oluşsa da filmin içinde verilen bilgilerden yola çıkarak bu bölümlere tarih atfetmek, filmin hikâyesinin anlatıldığı süre hakkında kesin bir sonuca varmak mümkündür. Çünkü karakterler geçen zamana dair sürekli yorum yaparlar. Zebercet’in “dört gün oldu gideli”, “bu odada on üçüncü gecem” gibi tekrarlanan iç konuşmalarıyla film başladığı noktadan itibaren geçen süre zarfının sürekli altını çizer. Otele her gün gelen gazeteler üzerinden takip edilebilecek tarihler, kasabadaki Cumhuriyet Bayramı kutlaması, mahkeme salonunda okunan ifadeler izleyiciye mütemadiyen zamanı hatırlatır. Hatta otelin girişindeki büyük saat, Zebercet’in başucunda duran ve sabahları otelde yankılanan çalar saat sesi ve saatin kaç olduğuyla ilgili durmadan konuşan karakterler sayesinde izleyici sadece tarihin ve günün değil, aynı zamanda hikâyenin geçtiği saatin de bilgisine sahiptir. Öyle ki izleyici, gazetelerden, hangi gün kış saati uygulamasına geçileceğine dair bilgi bile edinir.

Kıpırtısız Zaman
Filmin zamana dair kesin çizgiler çizmekteki ısrarı, Zebercet ile Anayurt Oteli’nin geçmişine ve Türkiye’nin yakın tarihine yapılan referanslarla birlikte okunduğunda, Anayurt Oteli’nin zaman ve mekânla kurduğu bu ilişki ve filmin kasvetli atmosferi daha açık bir anlam
bulur. Toplumsal travmaları referans almış bir romandan uyarlanan film, kurduğu zaman yapısıyla aslında zamanın geçmesine rağmen bir yandan da durduğunu vurgular, travmaların ardının arkasının kesilmediği ve geçmişle hesaplaşma yapmanın, ondan bir anlatı kurmanın mümkün olmadığı bir mekân tasvir eder. Bu açıdan filmin final sekansı daha anlamlı hâle gelir. Zebercet kendini astıktan sonra kamera otelin koridorlarında gezinmeye başlar. Başka hiçbir sesin duyulmadığı otelin her köşesinde saatlerin tik-tak sesleri duyulur. Bu ses ilerleyen zamanın habercisidir. Ancak otelde hiçbir şey kıpırdamaz. Zaman durmuş gibidir. Kamera yankılanan saat sesiyle otelde gezindikçe Zebercet’in ve ortalıkçı kadının ölü bedenini, tavan arasına istiflenmiş eski eşyaları, otelin odalarını, duvarda asılı duran eski aile fotoğraflarını görürüz. Film, eski yaraları ve ölüleri barındıran, zamana ne kadar hâkim olunsa
da geçmişe dair tam mânâsıyla bir anlatı kurulamayan, ölenlerin ve öldürülenlerin hikâyelerinin bilinemediği, hikâyelerin birbirine karıştığı, hiçbir şeyin değişmediği ve sonların birbirine benzediği bir mekânda bırakır izleyiciyi.

Bu mekânda gazeteler cinayet haberlerinden geçilmez, radyoda çalan türküler aylardır haber alınmayanlardan bahseder, sokaklarda üzerleri gazetelerle örtülü ölü bedenler yatar, hiç susmayan ve bütün kasabada yankılanan belediye anonsları yalnızca ölümlerden, cenazelerden ve kayıplardan bahseder; işlenen cinayetler, ölümler ve intiharlar aynılaşır, gerçek, fantezi ve kâbus birbirine karışır. Bu nedenle zamanın geçse bile durduğu bu kasvetli mekân, Ömer Kavur’un filmin hikâyesini romana kıyasla yirmi sene ileriye çekmesine rağmen ürkütücülüğünden hiçbir şey kaybetmez.

Notlar
1 Ertekin Akpınar, 10 Yönetmen ve Türk Sineması (İstanbul: Hayalet Kitap, 2005), 13-14.
2 Ebru Kantarcıoğlu’nun 2003 yılında Ömer Kavur’la Sinemasever programında gerçekleştirdiği röportaj için bkz. <goo.gl/5WWaML>.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.