İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri #3
İstanbul Film Festivali’nde bu gece düzenlenecek ödül töreni öncesinde, Ulusal Yarışma’daki filmlerin gösterimleri de tamamlandı. Soner Caner’in Mukavemet’i, Ali Kemal Çınar’ın Geceden Önce’si, Tayfun Pirselimoğlu’nun Kerr’i ve Nazlı Elif Durlu’nun Zuhal’i üzerine kısa kısa…
Mukavemet
Barış Kaya’yla birlikte yönettiği Rauf’la (2016) tanınan Soner Caner, ikinci uzun metrajında son derece iddialı bir projeye girişiyor ve tamamı kesintisiz tek bir plandan oluşan bir filme imza atıyor. Hikâye, ilişkileri sorunlu bir dönemden geçen otuzlu yaşlarındaki Rahmi (Selahattin Paşalı) ile Ecem (Ece Çeşmioğlu) arasında bir gece patlak veren tartışmadan ve Rahmi’nin Ecem’le ilişkisi olduğunu düşündüğü Kazım’ın beklenmedik bir şekilde kapılarında belirmesinden hareket ediyor. Şüphe içinde kıvranan ve erkeklik gururu incinen Rahmi Kazım’ı görünce bir anda kontrolden çıkıyor ve gecenin geri kalanı dehşet verici bir kan banyosuna dönüşüyor. Öncelikle, Soner Caner’in, görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’le ve başrol oyuncularıyla birlikte, 100 dakikayı bulan plan sekansın altından başarıyla kalktığını belirtmek gerek. Ancak bu tek plan esprisinin tam olarak neye hizmet ettiği bir nebze tartışmalı. Elbette, tek mekâna hapsolan iki karakteri ve sürekli artan gerilimi izleyiciye aktarmakta etkili bir araç bu. Ancak bu iddia bir noktadan sonra hikâyenin önüne geçiyor ve bir araç olmaktan çıkıp teknik bir gösteriye dönüşüyor. Evde yaşanan vahşeti tasvir etme biçimiyle istismar sinemasının sınırlarını bile zorlayan film, kahramanlarıyla birlikte kan, ter, gözyaşı, salya ve kusmuğa boğduğu izleyicisine dayanılması güç bir seyir deneyimi sunuyor. Kıskançlık ve öfkeden gözü dönen Rahmi nispeten derinliği olan bir karakter ve Selahattin Paşalı da bu son derece fiziksel rolü etkileyici bir performansla üstleniyor. Ece Çeşmioğlu da, şok hâlinde ağlayıp sayıklamanın ötesinde bir derinliği olmayan Ecem’i canlandırırken elinden geleni yapıyor. Fakat filmin en büyük sorunu, zehirli erkekliği ve erkek şiddetini eleştirel bir bakışla yansıtmaya çalışırken ideolojik mesafesini ayarlamakta güçlük çekmesi. Özellikle son bölümde eve yapılan polis baskınıyla birlikte meselesinin altını kalın çizgilerle çizen Mukavemet’in ataerkiyle ilgili eleştirel bir konum benimsemekten ziyade onu yeniden üretme tuzağına düştüğünü söylemek gerek. Berke Göl
Geceden Önce
İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde ilk kez izleyici karşısına çıkan Geceden Önce, birçok açıdan alışılmadık bir Ali Kemal Çınar filmi. Sıradan olanla sıra dışının bir aradalığından beslenen kendine has absürd mizah anlayışının damga vurduğu filmleriyle Kürt sineması içinde kendine özgün bir yol çizen Çınar, ilk kez bir roman uyarlamasıyla karşımızda. Çınar’ın Erhan Sunar’ın aynı adlı romanından uyarladığı Geceden Önce mizahi unsurlara yer vermeyen, karanlık bir tona sahip bir dram. Önceki filmlerinin aksine yönetmenin kendisinin oyuncu kadrosunda yer almadığı film, Diyarbakır’da yaşayan bir ailenin hayatından kesitler sunuyor. Fonda sürekli işitilen bomba ve silah sesleri, şehrin bir yerlerinde çatışmaların yaşandığını ele veriyor. Her biri aile üyelerinden birine odaklanan üç bölümden oluşuyor film: Pencereleri kapatarak çatışma seslerini dışarıda bırakmaya çalışan anne, bugünden ziyade geçmişte yaşayan Alzheimer’lı baba ve cinsel yönelimini ailesinden gizleyen, henüz bağımsız bir hayat kuramamış, depresyondan mustarip genç ressam Gulbîn. Her bölümde aile üyelerinden birini takip ederken diğer ikisini kadraj dışı bırakarak karakterler arasındaki uzaklığı vurguluyor yönetmen. Eski Diyarbakır fotoğraflarına bakarak hafızasını tazelemeye çalışan baba nezdinde film, Diyarbakır’ın tahrip edilen tarihî ve kültürel mirasına ve bu mirasın Kürt kolektif belleğinde tuttuğu yere vurgu yapıyor. Filmdeki bir diğer anlatı düzlemi de Gulbîn’in ABD’li ressam James McNeill Whistler’ın ‘Ana’ tablosundan ilhamla annesinin yağlıboya portresini yapması. Gulbîn’in dışarıda bombalar patlarken politik gerçeklikten kendini yalıtarak sanatını yapmaya çalışması, “sanat sanat içindir” anlayışıyla özdeşleşen bir isim olan Whistler’ı örnek alması üzerinden film, sanatın toplumsal işlevini ve sanatçının sorumluluğunu sorgulamaya açabilecekken bu fırsatı kaçırıyor. Geceden Önce, pek iyi bütünlenmemiş parçalı yapısıyla, el attığı konuyu işlemeden bırakmasıyla tamamlanmamış bir film izlenimi veriyor. Gene de sabit kamerayla çekilmiş uzun, durağan planların ağırlıkta olduğu, gösterişten uzak, sade sinema diliyle yarattığı gerçeklik hissi sayesinde Ulusal Yarışma’nın dikkat çeken filmlerinden. Coşkun Liktor
Kerr
Türkiye prömiyerini yaptığı 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Yönetmen dâhil üç ödülle dönen, Tayfun Pirselimoğlu’nun kendi romanından uyarladığı Kerr, yönetmenin distopik unsurlar barındıran önceki filmi Yol Kenarı (2017) gibi gizemli, tuhaf olaylara sahne olan bir kasabada geçiyor. Zamanın ve mekânın belirsizliği, kâbusumsu atmosferi ve hiçbir şeyi aydınlatmayan, muğlak diyaloglarıyla Yol Kenarı’yla benzer sularda gezinen Kerr, yönetmenin kendini tekrarlamaya başladığını düşündürüyor. Filmde görüp işittiklerimiz, babasının cenazesi için döndüğü kasabanın garında bir cinayete tanık olmasının ardından anlam veremediği bir dizi olayla karşı karşıya kalan başkarakterin bakış açısıyla sınırlı. Yüzünde her daim bir şaşkınlık ifadesiyle kasabada dolaşan başkarakterimizin yolu sık sık gizemli bir kadınla ve ortalıkta elini kolunu sallayarak gezen katille kesişiyor. Kuduz köpekler nedeniyle ilan edilen karantinanın ardından sokaklarda devriye gezen, insanları infaz ettiğine tanık olduğumuz silahlı itlaf timleri politik imalara kapı aralasa da filmde resmedilen müphem durumların altında bir mantık aramak nafile. Filmde işleyen olsa olsa rüya mantığı olabilir. Akıl sır ermez bir şekilde aniden yerlerde beliriveren dipsiz çukurlar ve bu çukurlardan yükselen caz tınıları başka nasıl açıklanabilir yoksa? Kim bilir, başkarakterimiz, olduğunu sandığı kişi değildir belki de. Bir ihtimal her şey onun ölürken gördüğü bir düşten ibarettir. Neden-sonuç ilişkisine dayalı bir hikâye anlatmaktansa imgelerin gücüne bel bağlayan, bir mesaj iletme derdinden çok estetik kaygıların ağır bastığı bir film Kerr. Özenli sanat yönetimi ve set tasarımıyla dikkat çeken filmin usta bir yönetmenin elinden çıktığı hemen anlaşılıyor. Koridorları pastel yeşile boyalı pansiyondan tutun da kırmızı tonlarının hâkim olduğu pavyona dek filmdeki mekânların hepsi, mizansenlerin her detayı filmin düşsel atmosferine katkıda bulunacak şekilde tasarlanmış. Sürekli tekrarlanan olaylar ve diyaloglar yüzünden bir noktadan sonra tekrarlar girdabında boğulan filmi Ulusal Yarışma’nın iddialı yapımlarından biri kılan da işte bu etkileyici görsel estetik. Coşkun Liktor
Zuhal
Aradığımız şeyi ortalık yerde değil, satır aralarında bulacağımızı söylüyor Zuhal. Bu ipucunu aklımızda tutuyoruz. Sinemamızda gündelik yaşamın kurmaca dünyanın sıradışılıklarına hizmet etmek yerine, bu kez kendi kendinin efendisi olmayı seçtiği nadir filmlerden biriyle karşı karşıyayız. Bir apartmanın olağan dinamikleri içinde, küçük ve anlamlı anların dümen başına geçtiği bir hikâye bu. Apartman, hem sakinleriyle hem de yazılı olan ve olmayan kurallarıyla koca bir toplumun her köşesinden izler taşıyor. Yasaklarla boğuştuğumuz, gözetlendiğimiz, güvende hissetmediğimiz, tam ait olamadığımız, sınırları aşmaya cüret etmediğimiz sürece başkalarıyla empati kuramadığımız, birbirimize temas etmekten kaçındığımız, ipin ucunu kaçırınca da hafiften oynattığımız, huzursuz bir toplum. Şefkat, anlayış, iletişim ve hayal kurma ayrıcalığı yitip gitmek üzere. Nezaket zaten başa bela. Diğer yandan Zuhal’in etrafındaki hayat akıyor. Bebekler ağlıyor, karşı komşu bangır bangır müzik dinliyor, birileri terk ediliyor, birileri hunharca sevişiyor, birileri ilk kez âşık oluyor, birileri de sadece tanık oluyor. Yeni evinde rahat bir uyku çekmek isteyen Zuhal’inse nereden geldiğini bilmediği bir kedi sesiyle başı dertte. Kentli kadını içten içe yiyip bitiren bir ses öyle çok şeyin metaforu olabilir ki. En iyisi bu kalabalık içinden en güzel satır arasını çekip çıkaralım, yani avukat Zuhal’in ta kendisini. Tam da kedileri sevdiği kadar seviyor kendini. Ne çok ne az. Eh işte. Ama bu, duvar diplerinde kendini aramaya engel değil. Uyurken başını okşayan kız çocuğunun temasından irkilmesi ile onu yetişkin hayatına teslim etmemekte direnen annesi arasında mutlaka bir bağ var. Birilerine sözünü geçirerek hayatını kazanmayı seçmesi de yine kontrol altında geçen bir çocukluğun eseri olmalı. Nihal Yalçın’ın Zuhal rolündeki ölçülü performansıyla Antalya Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alması, gelecekteki tüm “satır arası” performanslar için iyi haber. Yönetmen Nazlı Elif Durlu ilk filmini, kendi kendiyle çarpışırken sürekli bir yerlere toslayan ama yine de başkalarına benzemek zorunda hissetmeyen bir kadın karaktere teslim ederek ne iyi yapmış. Zuhal’in hemen kendini ele vermeyen senaryo matematiği, özenli hikâye kurgusu ve iyi yazılmış diyalogları bir yana, yan karakter yaratımı konusundaki başarısı da kayda değer. Yan karakterlerin bir hikâyenin neresinde durması gerektiği sorusu her gündeme geldiğinde açıp izlenmeli. Selin Gürel
İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.