Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2025 #3: Nouvelle Vague, The Phoenician Scheme, O Agente Secreto, Die, My Love

Cannes Günlükleri 2025 #3: Nouvelle Vague, The Phoenician Scheme, O Agente Secreto, Die, My Love

78. Cannes Film Festivali’nde sona yaklaşılırken ana yarışma filmleriyle ilgili genel bir hayal kırıklığından söz etmek mümkün. Nouvelle Vague, The Phoenician Scheme, O Agente Secreto ve Die, My Love’a dair kısa kısa…

Vefatının üzerinden üç yıl geçmesine rağmen, Cannes Film Festivali öyle ya da böyle Jean-Luc Godard’ı programına dâhil etmenin bir yolunu bulduğunu görüyoruz. 2023 ve 2024 yıllarında, yönetmenin ölmeden önceki son filmleri olarak tanıtılan Film annonce du film qui n’existera jamais ve Scénarios‘un ardından, bu defa Godard bizzat değil, Richard Linklater’ın Serseri Âşıklar (À bout de souffle, 1960) filminin yapım sürecine odaklanan Nouvelle Vague filmi vasıtasıyla Ana Yarışma’da yer buldu kendine. Çekileceğine dair haber duyulur duyulmaz olumsuz tepkilerle ve şüpheyle karşılanan filmin her şeyden önce Michel Hazanavicius’un Godard ve Ben’ine (Le Redoutable, 2017) benzeyeceği korkusu hâkimdi. Program yoğunluğunun en çok hissedildiği hafta sonunda prömiyer yapan filmin, Hazanavicius’un kendini beğenmiş alaycılığından son derece uzak, sinefil bir merak ve saygıdan köken alan bir niyetin ürünü olduğu söylemek mümkün. Ancak birçok yerde yazılan çizilenlerin aksine Nouvelle Vague, Serseri Âşıklar’ın ya da daha geniş anlamda Yeni Dalga’yla ilişkilendirilen filmlerin biçimsel özelliklerini benimsemiyor. Daha ziyade, sinema tarihi açısından – kesinlikle tartışmaya açık bir biçimde – bir mihenk taşı olarak konumlandırdığı bu filmin çekiliş sürecini takip ettiğimiz bir “perde arkası” (making of) filmi çıkıyor karşımıza Nouvelle Vague’da.

Linklater’ın prodüksiyon tasarımından oyuncu seçimine kadar aslına olabildiğince sadık bir film evreni yaratmak için çok uğraştığı belli. Özellikle başrol oyuncusu Guillaume Marbeck, Godard’ın İsviçre aksanlı Fransızcasını neredeyse kusursuza yakın bir şekilde yakalamayı başarmış. Ellili yıllar sonundaki Fransa’sının toplumsal ve politik dinamiklerden tamamen kopuk bir dünya kuran filmin, dışarıdan bakıldığında göze hoş gelen, ancak içi boş bir yapı ortaya koyduğunu görüyoruz. Linklater, bu dönemde sinemasal üretim yapan isimlerin bakış açılarını en çok besleyen unsurların boşluğunu, ana akım Amerikan sinemasının anlatı ve karakter inşalarıyla dolduruyor baştan aşağı. Yeni Dalga dönemiyle ilişkilendirilen tüm isimlerin sanki Avengers ekibinin birer üyesiymişçesine iki saniyeliğine kadrajda belirdiği filmde, karakterlerin en olumsuz ve sorunlu yönleri bile yumuşatılmış, köşeleri yontulmuş bir şekilde ele alınıyor ne yazık ki. Godard’ın en bilinen – hattâ neredeyse klişeleşmiş sözlerini – birbiri ardına sıralandığı çok fazla sahneye yer veren filmin kimin için çekildiği de kafalarda soru işareti yaratan bir diğer unsur. Zira bu tarz basmakalıp referansların, kendilerini sinefil olarak tanımlayan seyirci grubunun sinema sevgisinde yankı bulacağını düşünmek pek mümkün değil. Linklater’ın günümüzde Yeni Dalga’nın indirgendiği bu klişelere göz mü kırptığı yoksa seyircisinde nostalji duygusu uyandırmaya mı çalıştığının son derece belirsiz olduğu film, biçimsel ve anlatı dinamikleri açısından risk almıyor. Bu açıdan da yalnızca Linklater’ın son dönemde farklı janr, form ve yapı denemeleri yaparken ana akım seyirciye de hitap etme kaygısının bir uzantısı olmaktan öteye gidemiyor.

Fenike Planı (The Phoenician Scheme)

Linklater’ın denemeleri ne kadar rastgeleyse, çeşitli sanat dallarından, tarihsel ya da politik figürlerden ve olaylardan ilham alarak çok katmanlı film evrenleri inşa eden Wes Anderson’ın denemelerinin ise neredeyse maniyerist olarak nitelendirebileceğimiz düzeyde sistematikleştiğini söylemek mümkün. Anderson, Venedik’te prömiyer yapan orta metrajı Şeker Henry’nin İnanılmaz Öyküsü (The Wonderful Story of Henry Sugar, 2023) ve Asteroit Şehir (Asteroid City, 2023) hikâye içinde hikâye anlatma stratejisine başvurarak tiyatro, edebiyat ve sinema dispozitifleri arasında dolaşmış ve her bir ifade biçiminin kendine has özelliklerini vurgulamanın yollarını aramıştı. Bu yıl Ana Yarışma’da prömiyer yapan Fenike Planı (The Phoenician Scheme) aksine tek katmanlı ve doğrusal bir anlatı yapısı benimsiyor. Modern Büyük Bağımsız Fenike isimli bir ülkede geçen film Benicio Del Toro’nun canlandırdığı Zsa-Zsa Korda isminde, zamanında kirli işlere bulaşmaktan çekinmemiş, kötü şöhretli, zengin bir iş adamının tüm varlıklarını rahibe olmaya hazırlanan kızı Leisl’a bırakmaya karar vermesiyle başlıyor. Anderson’ın Korda karakterini yaratırken 20. yüzyılda yaşamış Aristotle Onassis ve Kalust Gülbenkyan gibi ünlü milyarderlerden ilham aldığı film ayrıca eşi Juman Malouf’un babası Fouad Malouf’tan da izler taşıyor. Korda, Fenike Devleti’nde üç aşamalı ve büyük çaplı bir altyapı projesine yönelik ihtiyaç duyduğu parayı bulmak konusunda ortaklarını ve yakınlarını ikna etmesi için kızından yardım istiyor. Yıllardır görüşmediği babasının teklifine başta şüpheyle yaklaşan Leisl, sonrasında annesiyle ilgili gerçekleri öğrenmek ve babasının ahlaki açıdan doğru yolu bulmasını sağlama gayesiyle ona eşlik etmeyi kabul ediyor. Leisl ile Korda’nın, Michael Cera’nın olağanüstü bir performansla hayata geçirdiği Norveçli böcek bilimci Bjorn eşliğinde teker teker potansiyel ortaklarıyla görüşürken bir yandan da suikastlerden, baskınlardan kaçmaya çalışmalarını izlediğimiz film, bu bölümlü yapısı sebebiyle Fransız Postası’nı (The French Dispatch, 2022) da çağrıştırıyor. Anderson’ın yıllardır beraber çalıştığı birçok ünlü isim yine küçük rollerde karşımıza çıksa da, son yıllardaki filmlerinde öne çıkan çok karakterli anlatıların aksine Korda – Leisl – Bjorn ekseni üzerinden ilerleyen daha dar kapsamlı, çizgisel ve bu üçlünün karakter gelişimine odaklanan bir hikâye sunuyor. Filmin başında Korda’nın uçağında, Anderson evrenlerinde benzerine rastlamadığımız bir şiddetle gerçekleşen kanlı patlama, yönetmenin kendi evrenini de “havaya uçurmaya” mı hazırlandığı sorusunu sormamıza sebep olsa da, bu beklentimiz kısa sürede boşa çıkıyor ve biçimsel denemelerin minimum düzeye indiği bir film karşısında buluyoruz kendimizi. Yalnızca Korda’nın belli noktalarda gördüğü halüsinasyon / rüya anlarında, Hıristiyan ikonografisinden beslenen ve siyah – beyaz renkteki sahneler daha oyuncaklı ve yaratıcı bir boyut katıyor mizansenlere. Fenike Planı’nı kötü bir film diyerek kesip atmak büyük haksızlık olsa da yönetmenin teknik işçilik ve prodüksiyon tasarımındaki özenle hissettirdiği nostalji hissini, bu defa kirli bir geçmişe sahip bir iş adamının ahlaki kurtuluşu aracılığıyla seyircisine aktarmasının pek mümkün olmadığını da görüyoruz ne yazık ki.

O Agente Secreto

Anderson ve Linklater gibi yönetmenlerin özellikle sinema tarihinde yer eden türler ve üsluplarla kurduğu ilişkilere baktığımızda, bu yıl Ana Yarışma’da O Agente Secreto filmiyle yer alan Kleber Mendonça Filho’nun aksine “seyirci dostu” olarak niteledirebileceğimiz bir yaklaşım benimsediklerini söylemek mümkün. Mendonça Filho ise bu filminde sinemasal referanslarını seyircinin beklentileriyle oynamak ve merak duygusunu canlı tutmak için kullanıyor. 1977 yılında, yönetmenin diğer filmleri için de mekânsal çerçeve sunan Recife şehrinde geçen film; sonradan başlangıçta Marcelo olarak tanıtılan, sonrasındaysa isminin Armando olduğunu öğrendiğimiz ve başı hükümetle derde girmiş eski bir akademisyeni merkezine alıyor. Merkezine alıyor desek de O Agente Secreto’nun takdir edilesi biçimde “dağınık” bir film olduğunu vurgulamak gerek. Zira yaklaşık iki saat kırk dakika uzunluğa sahip film, ilk yarısında renkli ve özgün karakterler ve dallanıp budaklanmış mini anlatılar arasında ana hikâye akışını aramaya yönlendiriyor seyircisini. Mendonça Filho, dönem mozaiği yaratmak konusunda gerçekten usta bir yönetmen. O yıllara damga vuran filmlerden, şehri kasıp kavuran karnaval ya da yerel gazete haberleri film için basit birer zamansal göstergeye indirgenmiyor ve onları filmin anlatı kumaşında tutarlı ve kendi içinde bir anlam ifade eden motiflere dönüştürüyor. Şimdiki zamanın sürpriz biçimde anlatıya dâhil olmasıyla toplumsal ve politik hafıza vurgusu da yapan film bu bağlamda birçok izleyici tarafından Walter Salles’ın Hâlâ Buradayım (Ainda Estou Aqui, 2024) kıyaslandığı doğru. Birçok “gerçek bir olaydan uyarlanmıştır” anlatısında yer alan ve seyirciyi hikâyeyi daha iyi anlamaya, sonuçlarını kavramaya – amiyane tabirle bir içerik olarak tüketmeye – yönelik anlatıların aksine O Agente Secreto, seyirciyi bu “anlama hazzından” büyük ölçüde mahrum bırakan bir yapım. Armando’nun peşindeki tetikçilerin merkezinde olduğu yüksek aksiyonlu kovalama sahnesiyle tam kıvamına geldiğini hissettiğimiz anda gerilimi zirveye ulaştırmak yerine farklı bir yola sokan film, eleştiri geleneğinden gelen yönetmeninin koltuklarımızda rahatça oturmamıza müsaade etmek niyetinde olmadığını vurguluyor âdeta. Başka bir yönetmen olsa Netflix tarzı bir mini-dizi formatında çekeceği bu hikâye, Mendonça Filho’nun eleştirel ve sinefil perspektifinde tür sinemasının kodlarını şekilde eğip büken, onlara “yanlış yönlendirmelerle” farklı anlamlar kazandıran sürprizli bir boyut katıyor.

Die, My Love

O Agente Secreto’nun başrol oyuncusu Wagner Moura’nın En İyi Erkek Oyuncu kategorisinin favorilerinden olsa da, filmin yalnızca bu ödülle sınırlı kalmayacak kadar iyi olduğunu vurgulamakta fayda var. Kadın Oyuncu kategorisinde adı geçen Jennifer Lawrence’ın başrolünde olduğu Die, My Love içinse aynı şeyi söylemek ne yazık ki mümkün değil. Görece uzun süredir, sinemasından mahrum kaldığımız Lynne Ramsay’in Arjantinli yazar Ariana Harwicz’in aynı adlı romanından uyarlanan film, eşi Jackson’la beraber New York’tan ABD kırsalında bir eve taşınan Grace isimli genç bir kadının çocuğu doğduktan sonra yaşadığı depresyona ve psikolojik çöküşe odaklanıyor. Grace’in, filmin resmi özetinde de bu şekilde ifade edilen durumu, yalnızca doğum ve annelikle ilgili değil esasında. Her ne kadar bu süreçleri “kadınlık” deneyiminden ayrı değerlendirmek pek mümkün olmasa da Grace’in psikolojik, cinsel ve varoluşsal tatminsizliğinin daha derinlerde bir yerlerde olduğunu hissetmemek neredeyse imkânsız. Yine de filmin Grace’in gerçekten neyden mustarip olduğunu ya da bu sorunun gerçekten bir çözümü olup olmadığıyla pek ilgilenmediğini kısa sürede anlıyoruz. Die, My Love, anlamların değil duyguların peşinde koşan bir film. Agresifliğin, huzursuzluğun, ayak diremenin, çaresizliğin Grace’te açtığı fiziksel ve ruhsal yaraları deştikçe deşen film, bu yaklaşımıyla festivalin Belirli Bir Bakış bölümünde yarışan Kristen Stewart imzalı The Chronology of Water’ı akla getiriyor. İkisi de kitap uyarlaması olan filmleri kıyasladığımızda Stewart’ın ana karakterinin öfkesini kurgu ritmi, biçimi ve yoğun imge dünyasıyla yansıtmaya çalışırken Ramsay’in büyük ölçüde sırtını Jennifer Lawrence’ın performansına yasladığını görüyoruz. Lawrence’ın kadrajı dolduran, yoğunluğu bir an olsun bile azalmayan bu performansı kesinlikle başarılı ancak kendine zarar verme eğilimlerinin vurucu etkilerinin bir noktadan sonra yerini tekdüze ve boğucu bir şiddete bıraktığını da söylemek gerek. Ramsay’in, ses tasarımı dışında ne yazık ki tembel bir yönetmenlik sergilediği, film Ana Yarışma’nın en büyük hayal kırıklıklarından.


Cannes Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.