Şu An Okunan
Venedik Günlükleri 2022 #5: The Eternal Daughter, Saint-Omer, The Son

Venedik Günlükleri 2022 #5: The Eternal Daughter, Saint-Omer, The Son

The Eternal Daughter

Yavaş yavaş ödül tahminlerinin şekillenmeye başladığı Venedik Film Festivali’nin kapanışına adım adım yaklaşıyoruz. Beklenmedik sürprizler kadar hayal kırıklıklarının da olduğu seçkide sona saklanan filmler içinse heyecan dorukta. 

Venedik Film Festivali’nin, Guadagnino’nun yamyam âşıklarından Gavras’ın trajik banliyö kahramanlarına kadar türlü türlü hikâye izlediğimiz seçkisinde bu yıl etkisi en çok hissedilen temanın aile bağları ve aile içi travmalar olduğunu söylemek yanlış olmaz. İki bölümden oluşan başyapıtı The Souvenir’le kalplerimizi fetheden Joanna Hogg, otobiyografik bakışının uzantısı niteliğindeki The Eternal Daughter ile tür filmi estetiğinin filtresinden geçirilmiş bir anne-kız hikâyesini konu alıyor. Tekinsiz bir taşra manzarasının ortasında sisler içinde saklı bir otele yaklaşan arabayı görür görmez, geçmişe ait hayaletlerin bizi beklediğini anladığımız filmde The Souvenir’den tanıdığımız Julie Harte ve Rosalind’i bir kez daha karşımızda buluyoruz. Annesinin doğum gününü kutlamak üzere getirdiği bu otelin, geçmişte annesinin küçüklüğünde sık sık ziyaret ettiği bir ev olduğunu öğreniyoruz. Kapı eşiklerinden, yarı açık pencerelerden uğultuların ve kaynağı belirsiz seslerin eksik olmadığı bu otelde, Julie ve annesinden başka kimsecikler olmaması bizi korku-gerilim türünün sularına daha da yakınlaştırıyor. Ancak The Eternal Daughter’ın bu bağlamda en çarpıcı yönü Tilda Swinton’ı hem Julie hem de Rosalind rolünde izlememiz. Açı – karşı açı kamera çekimlerinin seyircinin görsel algısını zorladığı mizansenler anne-kız arasındaki ilişkinin objektif olmadığına ancak Julie’nin duygu dünyasının hakikatini yansıttığına dair ipuçları vermekten çekinmiyor. Annesinin geçmişine dair onu üzen anılarına temas etmek için uğraşan, onu hediyeler ve sevgi sözcükleriyle sarıp sarmalayan Julie’nin yalnızlığı, Rosalind’in mesafeli tavırlarıyla daha da belirgin bir hâl alıyor. Ancak Julie ve annesi arasında aşması imkânsız bir mesafe var. Bu açıdan bakıldığında The Eternal Daughter, tıpkı The Souvenir gibi acıları ve kayıpları sanat aracılığıyla dönüştürme ve dışsallaştırma temasına vurgu yaparak noktalanıyor. Hogg’un kendi yönetmen kimliğinin Julie’de karşılık bulmasının yanı sıra hikâyedeki doppelgänger motifi, The Eternal Daughter’ı çok katmanlı ve incelikle inşa edilmiş bir filme dönüştürüyor. 

Saint-Omer
Saint-Omer

Hogg’un biçimci estetiği ve hayalet hikâyesi türüne kattığı kişisel bakışı epey hoşuma gitse de The Eternal Daughter’ı tüm parçalarının hikâyenin sonunda yerli yerine oturduğu bir yapboza benzetmekten kendimi alamadığımı söylemeliyim. Özellikle tür sineması açısından, her şeyi kitabına göre yapan, hayalet hikâyelerindeki referansları teker teker görebileceğimiz filmin seyircisine açık kapı bırakmadığını düşünüyorum. Hogg’un yaklaşımının tam tersi bir noktada, hikâyesini açık kapılarla, boşluklar ve ihtimallerle süsleyen Alice Diop ise, ilk kurmaca filmi Saint-Omer ile anne-kız ilişkilerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Filmde, Laurence isimli genç bir annenin on beş aylık bebeğini öldürmesi hakkında bir roman yazmayı planlayan genç yazar Rama’nın gözünden mahkeme sürecini izliyoruz. Saint-Omer aslında 2013’te yaşanmış gerçek bir olaydan ve Alice Diop’un bizzat katıldığı mahkeme sürecinden köken alan bir film. Diop’un bir önceki filmi Biz’deki (Nous, 2020) otobiyografik temaları göz önünde bulundurunca, Diop’un Rama’nın ve Laurence’ın hikâyelerini, kendi yaşamından parçalar katarak inşa ettiğini fark ediyoruz. İlk bakışta statik kamera kullanımı ve uzun monologlarının etkisiyle klasik bir ‘mahkeme filmi’ izlenimi veren Saint-Omer, aslında nesilden nesile aktarılan travmalar ve korkular üzerine inşa ediyor hikâyesini. Film Rama’nın, Laurence’ın hikâyesine olan ilgisinin geçmişte kendi annesiyle yaşadıklarıyla bağlantılı olduğuna işaret etse de, Rama’nın geçmişine yapılan flashback’lerde havada asılı kalmış, muğlak anlar buluyoruz yalnızca. Tıpkı Rama gibi, sanık sandalyesindeki Laurence da kapalı bir kutu. Kendi eylemlerini ve seçimlerini anlamlandırmakta zorlanan genç kadının hikâyesi, post-kolonyal dönemde beyaz ayrıcalıklarının, beyaz olmayan vatandaşlar üzerinde çocukluklarına kadar uzanan travmalara yol açtığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Claire Mathon’un eşsiz kamera işçiliğinden de beslenen Saint-Omer, karakterlerine dair hiçbir ahlaki yargıda bulunmadan, haklı ve haksız gibi sıfatlara yer vermeksizin, yalnızca onların hakikatleri karşısında düşünmeye davet ediyor bizi. 

The Son
The Son

Seçkinin merakla beklenen filmlerinden olan ve sorunlu aile ilişkileri temasının yine karşımıza çıktığı The Son ise ne yazık ki bu yılın en çok hayal kırıklığı yaratan filmlerindendi. Bu hayal kırıklığında yönetmen Florian Zeller’ün bir önceki filmi The Father ile çıtayı epey yükseltmesinin de hiç şüphesiz payı var. Ancak bunun da ötesinde The Son, derinliği olmayan karakterlerle bezeli, sığ bir aile draması olduğu için sınıfta kalıyor. 17 yaşındaki Nicholas’ın içinde bulunduğu yoğun depresyon hâlinin sonucunda gitgide insanlardan ve yaşamdan uzaklaşma sürecini konu alan filmde, annesi Kate ve yıllar önce başka bir kadınla beraber olmak için onları terk eden babası Peter’ın oğullarını kurtarma çabalarını izliyoruz. Ancak bu noktada Nicholas’ın benliği ve yaşadığı acılardan çok, ailesinin onun bu ruh hâline mantıklı bir zemin bulma arzuları filmin anlatısında daha çok öne çıkıyor. Zeller’ün depresyon ve insan benliği üzerindeki sarsıcı etkilerine dair bir film yapmak istediği aşikâr. Ancak bu fikir etrafında yarattığı her şey tek boyutlu bir şemadan öteye gidemiyor. Peter, gençliğinde babası tarafından eleştirilen ve takdir görmeyen bir çocuk olarak bunu kendi çocuğuna yansıtan baba figürünün basit bir örneği yalnızca. Özellikle Nicholas’ın depresyonu dışında hiçbir ayırt edici özelliğe sahip olmayan bir genç olarak tasvir edilmesi, sanki Zeller’ün onu yalnızca tasarladığı kaçınılmaz sona giden bir araç olarak kullandığını düşündürüyor. Nitekim The Son, Nicholas’tan çok babası Peter’ın suçluluk ve pişmanlık duygularını öne çıkaran, seyircisini onunla özdeşleştirmeye zorlayan bir film. Tüm bu hesaplı senaryo içinde, drama filmlerinde öne çıkması beklenen oyuncu performanslarının da son derece yapay olduğunu not düşmek gerek. Özellikle yaşlı ve acımasız baba rolünde izlediğimiz Anthony Hopkins kötü bir karikatürden öteye gidemiyor. İkinci filminde anlatı ve sinematografi konusundaki becerilerini bu denli yitiren Zeller’ün, filmlerinin gidiş sırasına bakılırsa, muhtemel üçüncü filmi olacak ‘The Mother’da formunu geri kazanmasını ummaktan başka çaremiz kalmıyor… 


79. Venedik Film Festivali’ni takip eden Eren Odabaşı ve Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Venedik Günlükleri 2022

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.