Şu An Okunan
Murat Fıratoğlu ile Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri Üzerine Söyleşi: ‘Bir Yaşamama Biçimi’

Murat Fıratoğlu ile Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri Üzerine Söyleşi: ‘Bir Yaşamama Biçimi’

Senenin en heyecan verici yapımlarından biri olan Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, uzun zamandır eksikliğini hissettiğimiz türden bir mizaha ve sinema duygusunu sahip, etkileyici bir ilk film. Yönetmen Murat Fıratoğlu ile prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan filmin ortaya çıkış sürecini, estetik tercihlerini ve festival deneyimini konuştuk.

Söyleşi: Aslı Ildır

Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nin Orizzonti Bölümü’nden Jüri Özel Ödülü’yle dönmesinin ardından hem Adana hem de Ankara Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü kazandı. Siverek’te geçen film, borçlarını ödemek için domates hasadında çalışan ve bir kavga sonrası bu sırada amiri Hemme’i öldürmek için yola çıkan Eyüp’ün hikâyesini anlatıyor. Eyüp ve Hemme arasındaki çatışmayı ele alacakmış gibi başlayan ve toplumsal gerçekçi bir üslupla açılan film, gitgide mizah dozunu arttırıyor ve neredeyse absürd bir yere evriliyor. Yönetmen Fıratoğlu, sinemaya başlangıç serüvenini, Hemme’nin ortaya çıkış hikâyesini ve ilham kaynaklarını Altyazı okurlarıyla paylaştı.

Filmle ilgili sorulara gelmeden önce sinemayla olan ilişkin nasıl başladı onu sormak istiyorum. Siverek’ten Diyarbakır’a, sonra da İstanbul’a uzanan bir hikâyen var…

Hatırladığım kadarıyla sinemaya olan ilgim 16-17 yaşındayken başladı, Yavuz Turgul’un Eşkıya (1996) filmiyle. Öncesinde, daha küçükken ise abimin fotoğrafçı dükkanında canım sıkılınca kitap okumaya başlamıştım. Sonrasında durmadan kitap okudum. Böylece hikâyelerle aram iyi oldu.

Eşkıya’yı sinemada mı izlemiştin?

Yok zaten Siverek’te sinema yoktu o zamanlar. Televizyonda ya da VCD’den izlemişimdir. Ama öyle bir istek… Hikâye görsel bir dille anlatılabilirmiş, bunu görmüştüm. Daha sonra da zaten hep sinema yapmak istedim, sinemacı olacaktım. Hep sinema vardı aklımda.

Peki Diyarbakır Sanat Merkezi?

Diyarbakır Sanat Merkezi’nden haberim vardı. Orada Melike Abla vardı, onun yanına gittim dedim ki: “Melike Abla ben film yapmak istiyorum, sizde ekipman varmış.” Kadın şaşırdı, dedi ki “Sen iyi misin?” Uzun metraj film yapacaktım, kafaya koymuştum, onlarda da malzeme olduğunu bir şekilde duymuştum. Sonra dedi ki, “Bizim sinema kulübümüz var, gitmek ister misin?” Ben de olur dedim. Sinema kulübü 35-40 kişilik ve kapalı bir topluluktu. Hem açıklardı hem de değillerdi. Benden önce Çetin Baskın vardı, Abdurrahman Öner vardı, Ali Kemal Çınar vardı. Onlar oradaydı zaten. Benim girdiğim dönem Salı ve Perşembe günleri film izliyorduk. Yönetmen sineması… Ben  Jim Jarmusch’a denk geldim. O ay Jim Jarmusch filmleri izliyoruz, üzerine konuşuyoruz.

Jim Jarmusch etkisi de biraz var Hemme’de…

Evet evet, kesinlikle var. Nasip işte. Ondan sonra Bunuel, Woody Allen. Zelig’i (1983) izlemiştim o zaman, hiç unutmuyorum. 2006’da da Çetin, Apo ve ben üçümüz aynı evde kaldık. Evin her tarafında afişler vardı. Tamamen sinema. Ben sabah 8’de kütüphaneye gidiyorum, akşam geliyorum film izliyoruz. Onlar tabii sabaha kadar devam ediyor, ben 11’de yatıyordum. Çok eğitici oldu…

Peki ilk defa kamerayı eline ne zaman aldın?

2006’da abimin küçük bir kamerası vardı onunla Saman Tozu’nu (2007) çektim. Hemme’de yaşlı amcayı oynayan amcamın belgeselini çektim.

Neden hiçbir yerde göstermedin onu?

Ya öyle bir düşüncem yoktu. Bu filmle ilgili olarak da… Kendi yolunda gitti, benden bağımsız oldu. Köprüde Buluşmalar’a başvurduk, oraya gidince olay çığırından çıktı. Bunun da üzerine düşünmedim değil. Neden ben bir film çekip onu paylaşmıyorum, neden bir tanıtımını yapmıyorum… Bütün Mümkünlerin Kıyısı (2007) mesela, Kars Film Festivali’ne çekmiştik…

Hemme bu sırada nasıl ortaya çıktı?

Hemme benim aklımda yoktu. Anlatmak istediğim hikâyelerden hiçbirini çekemezdim, çünkü onlar farklı projelerdi. Ben tasarım olarak kendi sinema yolculuğumu şöyle kurdum: İlk bir şey yapayım, kendimi deneyimleyeyim. Bakayım becerebilecek miyim? Ondan sonra bakarım. Hemme buna vesile oldu benim için. Hikâye vs. düşünürken o kadar kendimizi sansürlemişiz ki, eldeki imkanlara göre düşünüyoruz hep. Arkadaşlarımın evini düşünüyorum, tanıştığım oyuncuları düşünüyorum. Onlar üzerine hikâye kurguluyorum.

Bu filmi de mi öyle kurdun başta? İlk olarak nasıl geldi hikâye aklına? 

Evet. Yıl olarak değil ama… 2021-2022’de… Zamanla bana sorular soruldukça ben de bunu sorgulamaya başlıyorum. Ama şu konuyla ilgilendiğimi düşünüyorum: Bir insanın, başka bir insan için çalışıp onun himayesi altında olması. Bu bana çok sert bir şeymiş gibi geliyor.

Eyüp’ün öfkesi biraz senin de öfken o zaman?

Olabilir. Sadece bu hikâye bence anlatılması gereken bir şeymiş gibi geldi bana. Bunu çok anlatan da oldu. Bu sene Venedik Film Festivali’nde ödül alan çok iyi bir oyuncu var, Vincent Lindon. Onun bir filmi daha var, The Measure of a Man (2015), markette çalışıyor filmde. Orada bir haksızlığa uğruyor. Bir yandan ekmeğini kazanması gerekiyor, bir yandan haksızlığa uğruyor, küçücük kalıyor, sesini bile çıkaramıyor. Aynı tını, aynı frekans bence. Bu bana anlatılması gereken bir şeymiş gibi geliyor. Bu fikri yapım tasarımı olarak mekân ve cast’a uyguladım.

Mekâna nasıl karar verdin?

Diyorum ya, tasarımı onun üzerine yapabiliyorum. Öyle düşünüyorum, galiba mühendis gibi çalışıyor kafam.

Filmde zamanın kullanımı da çok ilginç. Onu da matematiksel olarak tasarlamış mıydın? Hangi sahne ne kadar uzunlukta olacak vs… Yoksa daha sezgisel olarak kurduğun bir yapı mıydı?

Ben gerçek zamanlı olduğunu yeni fark ettim. Şunu düşündüm… Ben çok film izledim. Bu sayede bir sinema sezgisi, sezisi oluşturdum kendime. O sende bir dil oluşturuyor bence. 1997-98’den beri sinema nedir, hikâye nedir, nasıl sinema yapılmalı üzerine düşünüyordum. Bu filmde de bazı karar ve tercihlerin iyi olduğunu düşünüyorum. Farklı bir anlatı oluşturmadığın müddetçe bu hikâye sıradanlaşır. Bu kadar dizi çekilen bir zamanda, dramatik öğeyi arttırmak için… Mesela tak diye kamerayı amcanın yüzüne getir, tak diye oraya getir… Bunları kolaylıkla yapabilirsin.

Zaten başı farklı başlıyor, anlamıyoruz, hiç böyle bir yere evrileceğini düşünmüyoruz filmin…

Evet daha dokümenter olsun istedim, belgesel olsun. Seyirci anlamasın. İlk etaptaki tasarım şöyleydi, ilk otuz dakika belgesel olacak, anlamayacağız. Senaryodaki tarla sahnesi çok daha iyi. Oradaki insani çatışmalar, durgun suyun bir anda dalgalanması, sonra tekrar durulması üzerine bence çok güzel tasarımlar vardı. Onları aktaramadım ama başka bir filmde kullanabileceğimi düşünüyorum. İnsani ihtiraslar, arzular, çekememezlikler, hasetler… Güzel şeyler vardı aslında. Ama onların yüzde doksanını attım çünkü çok zorlandık çekimde, benim beceriksizliğimden dolayı diyebiliriz. Orada ani kararlar alıyorsun. Benim için iyi bir deneyim oldu o açıdan. Bakıp, “ben ne kadarını becerebilirim, ekibim ne kadarını yapabilir, bu ekiple ne kadar yol alabilirim…” diye düşünüyorsun. Çünkü bu aynı zamanda bir zaman-mekân ve para meselesi.

Peki mekânların hepsi belli miydi, tarla gibi… Yoksa yolda mı karar verdin?

Şöyle… Mesela Siverek çevresinde yürürken… Normalde Siverek’te yaşamıyorum, ama ailemi ziyarete gittiğimde Siverek’te yürüyüşler yapmaya başladım. İlk o ağacı gördüm. Çok hoşuma gitti, çok güzel bir ağaç. Daha sonra o kayaları gördüm, büyük kayalar, inanılmaz metafor… Çok hoşuma gitti. Bizim tabirimizle küçeleri kullanmak aklımızda vardı. Sonra adamın öfkesinin dinmesi ve motosikletle gelmesi için şehir dışında bir yer olması gerekiyor diye düşündüm. Yine bir yerde domates tarlasını gördüm, çarpıldım, dedim inanılmaz bir şey bu. Domatesin sulu hali, tuzlanması, kupkuru olması hikâyeyi ve karakteri çok destekleyen bir şey. Karakterin ilk otuz dakikada yaşadığı duygudurumla domatesin geldiği duygudurum aynı. Bir de domates… Komik de bir meyve. Domatesin üzerinde baya bir olay yaşanıyor. Kavga ediyorlar, bağırıp çağırıyorlar ama domates orada kuruyor yani… Bence o tür tezatlar hikâyeyi destekledi.

Peki filmdeki mizah daha önceden kurduğun bir şey miydi? Bu kadar komik olacağını tahmin ediyor muydun?

Bana film hiçbir şekilde komik gelmemişti.

Bilerek değildi yani?

Vallahi değildi. Ama şimdi düşününce diyorum ki, sen aptal mısın, sen öyle bir adama Heidi izletirsen komiktir bu… Bana o zaman komik gelmiyordu.

Bir yandan da başrolsün… Çok ifadesiz Eyüp. Öte yandan yanda mesela sürekli konuşan, gül bahçesindeki adam var. Sendeki ifadesizlikle oradaki gevezelik arasında bir tezat var, bu sana komik gelmiyor muydu?

Gelmiyordu… Bana orada bir duygudurumu var gibi geliyordu, gülersin ağlanacak haline denir ya… Sonradan düşününce, o tezatlıklar aslında hayatın biraz da kendisi. Bence tatlı bir fikir olmuş. Ama şunu hatırlıyorum, ‘Ciğerci Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri’ydi ismi, işte karpuzcu amca, geveze adam, sekiz bölüme ayırmıştım zaten. 3-4 dakika içinde ayırmıştım ama bu 3-4 dakika benim hikâye üzerine on yıllık bir düşünmem üzerine gelmişti… Kendi matematiğimi bildiğim için. Bir mimari proje çizer gibi çizdim hemen çatısını. Bir de şunu düşünmüştüm, sıradan bir melodram ya da festival filmi yapmak yerine ben nasıl insanların zaman ayırabileceği, tatlı ve özgün bir eser yaratabilirim… Çok düşünmüştüm bunu.

Adana’da seyirci çok güldü, ilk o zaman mı fark ettin bu kadar komik olduğunu?

Şu ana kadar 8-9 gösterime katıldım, Adana’daki biraz garip bir şeydi. Bir keresinde Cem Yılmaz’ın G.O.R.A’sına (2004) gitmiştim. Çok gülmüştüm seyirciyle beraber. Sonra bir kere daha gitmiştim, kimse gülmüyordu. Seyircinin enerjisi bence.

Bir de filmdeki zaman meselesine dönecek olursak, çoğu sahnede Eyüp kadrajdan çıkıyor ama kamera çekmeye devam ediyor, bir süre geride kalan karakterleri ve mekânı izliyoruz. Vittorio de Sica’nın kullandığı ve genel olarak İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nde sıkça kullanılan bir şey bu… Hatta aynı filmin bir İtalyan bir de Hollywood için kurgulanmış versiyonlarını yan yana koyan bir video deneme var, Hollywood’da karakter kadrajdan çıkar çıkmaz sahne kesiliyor.

Vittorio De Sica’yı ve İtalyan Yeni Gerçekçiliği’ni aşırı seviyorum. Umberto D. (1952) mesela. Oradaki o duygu… De Sica’nın ve Kiarostami’nin sineması… Birsürü film izliyorsunuz, ama onların filminden çıktığınız zaman başka bir insansınız artık. Eğer o içeriği alırsanız – ben aldığımı iddia etmiyorum- ve oradaki insancıl duygu sizde filizlenirse… Daha güzel bir insan olabilirsiniz onların filmini izledikten sonra.

O dediğin sahneler de… Ben bu filmi tasarlarken şunu düşünüyordum, reji ekibine şöyle demiştim: Arkadaşlar ben çıkıyorum ya, sahne devam etsin. Bütün sahneleri öyle yapacaktım, bütün sahnelerde on saniye. Seyirci de bakmaya devam ediyor. Adam gitti ama sahne devam ediyor. Unutuyorsunuz aslında, o başka bir dünya, artık anlamını yitiriyor. Eyüp’ün dünyasından kopuyoruz aslında, orada bakıyoruz ki huşu içinde çocuklar oynuyor, sonra pat yeniden Eyüp’e geliyoruz. Çünkü süre ona yetiyor aslında. Ben aslında şöyle yapacaktım ama olmaz dediler: Ses gelmesin hiç kadrajın dışından. Sadece gözükenin sesi olsun isterdim, gözükmeyenin sesi olmasın. Adam sahneye girdiği gibi gelsin sesi. Güneşten tilt yaptığımız sahnede, sessizlik var. Güneşten yeryüzüne indiği an ses başlıyor. Orada ses yok.

Biraz oyunculuk kısmından bahsedelim istersen. Başrolünde oynuyorsun aynı zamanda filmin, nasıl karar verdin buna?

Samimi olmam gerekirse, bir sahneyi tasarlarken hani şurada bu bardak olsun, şu olsun vs. istersin ya… Gerçekten benim yönetmenlik yapmam benim için daha eforlu oldu. Filmin şu anda 20 birimlik bir sanatsal ve estetik değeri varsa, ben sadece yönetmenlik yapabilseydim 30-35 olacaktı. Çünkü çok zor bir şey. Orada sezgisel olarak düşündüğün şeyler var… Mesela izlerken fark ettim, amcamın yanına geliyorum mesela, anında karpuzu kaldırıyorum. Çünkü acele ediyorum. Ama o filme hizmet etmiş. Bildiğim kadarıyla profesyonel oyuncular genellikle kendilerini sana bırakıyorlar, yönlendirmen için, seni anlamak istiyorlar. Bu da çok büyük bir efor. Benim öyle bir sabrım da yok, zaman da yok filmde. Benim karakterimin zaten kendi içine gömülmüş bir hali var ya…

Diğer karakterleri peki orada sen doğaçlama mı konuşturdun yoksa senaryo var mıydı? Ezberlediler mi?

Senaryo vardı, ezberlediler. Ama tarla sahnesinin tamamı doğaçlama oldu, ben şöyle konuşu, böyle konuşun dedim…

Diğer uzun konuşmaların olduğu ikili sahneler peki? Gül seven karakterin olduğu sahne mesela? O da ezberlemiş miydi replik replik?

Çok tatlı oldu bence, cidden beni durduruyor orada. Canı sıkılmış ve bırakmıyor beni. Rüyalardan bahsetmesi… Dedim ki bize rüyanı anlat, dumura uğrat dedim. Anında rüyaya gir dedim, ama susma, asla susmayacaksın. Bazı çok konuşan insanlar vardır, sizi esir alırlar. Geveze karakterleri çok severim. Bütün filmlerimde de kullanmak isterim. Bir tane taksiye bindim mesela geçen, adam doğalgazdan girip kombiden altından damadına kadar otuz farklı konuya girdi on dakika içinde…

Eyüp’ü kendin oynaman diğer oyuncularla iletişimin açısından iyi oldu o halde?

Tabii tabii, beni görünce rahatlıyorlardı.

Peki hikâyeye dönersek, Eyüp ne noktada Hemme’yi vurmaktan vazgeçiyor sence?

Benim kişisel kanaatım, en başından adamın ne yapacağı belli değildi zaten. Birsürü çaresizlik içinde, o yürüyüş de öyle bir şey… Ne yapacağını bilemiyorsun. Bence o silahı aldı ama kafasına mı sıkacaktı, başka birini mi vuracaktı, hiçbir şey belli değil. Çünkü yol uzun. Yine gider bir ağacın altında belki beklerdi, belki kendi kafasına sıkardı, belki hiçbir şey yapmazdı ve çaresizce eve gelirdi. Çünkü şunun farkında, büyük bir çaresizliğin içinde. Çocuklar var, borcu var… O açıdan belki üç ay sonra birini vuracaktı belki. 

Film Kürt coğrafyasında henüz gösterilmedi sanırım, nasıl bir tepki bekliyorsun?

Bu tamamen günümüzde etkileşimle alakalı bir şey. Etkileşim, performans, gösterdiğin kadar varsın, tamamen şans işi. Hiç görünmeyebilir de, bir anda insanlar izlemek de isteyebilir. İyi bir pazarlama yolum olsa insanları çekebilirdim. En kötü filmi bile doğru reklamla 200 bin kişiye izletebilirsiniz. Onun dışında, filmin Kürtçe olmamasından dolayı baya bir eleştiri gelecektir. Bunu röportajlarda da söylüyorum, en başından da farkındaydım. Bu bilerek yaptığım bir şey.

Peki genel olarak senden Kürt sineması bağlamında politik bir beklenti olması hakkında ne düşünüyorsun? Gösterimlerdeki sorularda ya da röportajlarda dile geliyor bu beklenti sanırım…

Bir Kürt veya Türk filmi yapmadım. Bunun üzerine düşünmedim. Anlatmak istediğimi anlatmak istediğim gibi anlattım. Ben bunu yapmak istedim, bunu yaptım. Önceliğim hikaye anlatmak oldu. Böyle anlatmayı tercih ettim.  Doğduğum, büyüdüğüm Siverek’e güzel zamanların duygularıyla baktım. Bir de zamansızlık vardı, filmi yapma kararı almamızla çekmemiz arasında çok az bir zaman vardı. Yazarken de bu sorunu yaşıyordum ben, o kadar çok sorunla uğraştım ki, yönetmen, yapımcı, oyuncu, cast sorumlusu… Bu nedenle Kürtçe konuşamadığım için Türkçe konuştum. Diğer karakterleri de göstermelik, -mış gibi yaparak Kürtçe veya Zazaca konuşturmak bana doğru gelmedi açıkçası.

Son olarak şunu sorayım, bir röportajda sonraki filminden bahsetmişsin. Aşk üzerine olacakmış, yine bir arafta kalma ve arada kalma filmi demişsin. Eyüp’ün de kaldığı gibi…

Üç tane benzer hisli film var aslında aklımda. Biri Aşk Nedir, biri de Seyreyle Gözüm, 2015’te yazdığım, çok eski bir proje. Aynı bağlam üçü de. Benim anlatmak istediğimi özetleyen Paul Schrader’in kumarbazlarla ilgili bir sözü vardır: Bu bir “yaşamama biçimi”. Eyüp’ün yürümesiyle, Aşk Nedir’deki adamın yollara düşmesi aynı şey, bir yaşamama biçimi. Yürümek biraz öyle bir şey. Serdar Kuzuoğlu’nun sosyal medyayla ilgili bir tanımı var, ‘askıda kalmak’ Bir süre askıda kalman gerekiyor. Mesela gelirsin, sevgilin gitmiştir, orada askıya geçersin, orada da yollara vurursun kendini. Yolda olmak, duramamak.

Üçleme olacak yani?

Nasip olursa. İlk başta Seyreyle Gözümü yazmıştım zaten, sonra Aşk Nedir’i yazdım, Hemme hiç yoktu hesapta.

Hemme için Venedik’i bekliyor muydun peki? O süreç nasıldı?

Son dakika oldu. Bağımsız film yapan yapımcı ve yönetmenlere şöyle bir yol önerebilirim. Ben öyle bir yol üzerinden ilerledim. Filmi yaptıktan sonra work-in-progress’lere başvurmaları çok önemli. Programcılar oralarda gelip izliyor filmleri, 20 dakikalık versiyonları. Programcıların ilgisini çektiği zaman seninle iletişime geçiyorlar. Film Saraybosna’da ödül aldıktan sonra, filmi 50-60 programcı izlemişti. Cannes, Venedik, Berlin… Seninle iletişime geçiyorlar. Diyorlar ki filmine ilgi duyuyoruz, ne zaman bitecek bu… Sen de iki üç ayda bir yazıyorsun, benim filmim bu aşamada diye, unutmasınlar seni diye. Filmin kaba kurgusu bittikten sonra gönderiyorsun, ilgileniyorlarsa bekle bizi diyorlar. Venedik’te de öyle oldu. Seçki açıklanmadan dört gün önce belli oldu. Festival direktörü söyledi, bizim son dakika keşfimiz oldu, çok şaşırdık dedi. Endüstrileşen festival sineması içinde hala böyle birilerinin çıkması çok güzel dedi, hiçbir yapımcı yok, destek yok… LuxBox da Venedik’e seçildikten sonra aldı filmi. Film zaten şu anda festivallerde de ‘Keşif’ bölümlerinde hep. Ama Türkiye’de filmin takip edilmesi çok motive edici bir şey. Sinema sanatına verdiğim emek boşa değilmiş diyorsun, insan mutlu oluyor.


Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri, sinema salonlarında gösterimde.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.