Şu An Okunan
Yeşim Ustaoğlu: Ölü Zamanlar ve Araf

Yeşim Ustaoğlu: Ölü Zamanlar ve Araf

Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Araf’ta iş ve ev arasında sıkışmış, yirmi dört saatlik vardiyalarla çalışan insanların hayatlarına usulca giriyor kamera. Sonra, hikâyesini çok duyduğumuz ama pek tanımadığımız genç bir kızın, Zehra’nın duygu dünyasına bakıyor. Ustaoğlu’yla Araf’taki aşkı ve bedellerini konuştuk.

Fotoğraf: Derya Koç

Araf’ın hikâyesini yazarken belirli bir gazete haberinden etkilendiniz mi? Yoksa tümüyle kurmaca mı?
Tamamen kurmaca ama buna benzer şeyler o kadar çok oluyor ki Türkiye’de. Pandora’nın Kutusu’nda Safranbolu’ya giderken Karabük’ten o kadar çok geçtik ki. Araf’takine benzer yerlerde çok durduk, çok soluklandık. Devasa yerler. Bir sürü insan 24 saatlik vardiyalarla çalışıyor. Biz ise kara kışta, sabaha karşı, değmeden, hiç temas etmeden gelip geçiyoruz. Giderek değişen yerler bunlar. Benzin istasyonları, büyük outlet’ler. Modern bir dünya bir yandan da, etrafındaki yerleşimlere çalışma imkânı veren yerler. Öbür yandan düşünüyordum: 24 saatlik vardiya nasıl bir şey, sonrasında ne yapıyorlar? Anları hissetmeye, gözlemlemeye başladığımda bunun arkasında bambaşka bir dünya görmeye başladım. Biz ilgilenmiyoruz, bakmıyoruz, algımızı çok kapalı tutuyoruz. Bu algıyı biraz açmaya başladığımızda, işitmeye başladığımızda, bakmayı öğrendiğimizde Araf kendi kendine sökün etti. Bu dürtü bende çok güçlü oldu: Dönüp baktığımızda ne görebiliriz? Görmek, işitmek, duymak, koklamak, dokunmak, yani bütün duyularımla bir insanı ve mekânı yeniden algılamak istedim.

Sanayi bölgesi olmasını özellikle mi tercih ettiniz?
Yok, o sonradan girdi işin içine. İlla burada bir fabrika var, burada çekelim diye hareket etmedik, yolumuzun üzerinde olan bir yerdi. 1930’larda kurulduğunda fabrikanın bir ihtişamı varmış, ‘taze gelin’ olma hali varmış. Ama şimdi üzerine kaç tane kuma alınmış, hiç forsu kalmamış. Unutulmuş, bir ‘eski gelin’e benziyor. Karabük de öyle. Aslında Türkiye’nin en modern yüzü olabilecek şehirlerden biri, Ankara’nın dibinde, çok ortada bir yerde. Bizim karşılaştığımız resim biraz daha farklıydı. Fakat çok etkileyiciydi de. Orada ben biraz çocukluğumu yaşadım bir yandan. Benimle hiç alakası olmamasına rağmen, birçok renk, koku, durum beni çocukluğuma götürdü. İnsan ilişkileri bakımından çok temiz kalmış bir yer. Güven ilişkisi görüyorsunuz, samimiyet görüyorsunuz, bir hüzün var, gidememe hali var… Gitmek istemiyor insanlar oradan. Büyük şehir sevdası yok. “Gideyim, orada yeni bir hayat kurayım” demiyorlar. O denli büyük bir bağları var şehirle. Küçük bir yer ve gençler nesini sevdiklerini de açıklayamıyor, “arkadaşımı seviyorum” diyorlar. Önlerine çok büyük bir ufuk koymayıp “burada ne olabilir?” diye düşünüyorlar. Ama kendi içinde de bir döngüsü var. Büyük benzin istasyonlarında, birçok gençle, birçok genç kızla, kadınla, her kesimden, her türlü hayata sahip insanla konuştuk. Çoğu açtı bana içini. Uzak durmak isteyen de yavaş yavaş güvendi, konuştu.

Filmin hikâyesi bu gözlemler sırasında mı oluştu zihninizde?
Hayır. Hikâye vardı. Ama bana kendi hikâyelerini anlatırken hikâyemizi teyit etmiş oldu insanlar. Aslında bu her yerde yaşanabilecek bir hikâye: Bir genç kızın var olma hali. Âşık olmak nasıl bir lüksmüş meğerse benim kendi hayatımda, biraz da onu anladım aslında. Benim için lüksmüş meğerse, bu kız için olamayacakmış, Derya için de aslında olamayacakmış, hiçbiri için olamayacakmış. Basit bir cümle: Âşık olmak ne demek, sonrası nasıl? Bunu kendime sorduğumda görüyorum ki, ben bir aşk yarasından çıktığımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim: “Bu yaradan da ders aldım, yaşadığımı hissettim, sınırlarımın nerelere kadar gidebileceğini gördüm.” Ama bu kız için var olan sınırları biraz eşelediğimde karşıma çıkan tablo çok hoş bir tablo olmadı. Aslında ben bir hikâye yazmaktan çok, sadece kızın ve diğerlerinin psikolojik dinamikleriyle, iç dinamikleriyle ilgilenmek istedim.

O dönem,benzer hikâyeleri algıda seçicilik yaşamaya başlayarak gazetelerde ha babam okuyorduk: 15 yaşındaki kız Ankara’da şunu yaptı vb. Vahim tarafı, bunları okuyup geçiyoruz. Ama o sürecin yaşanma halini düşündüğün zaman benim tüylerim diken diken oluyor. Bu nasıl bir korkudur, nasıl bir çaresizlik halidir, nasıl bir yalnızlaşmadır? İnsanın etrafında bunu söyleyebileceği hiç kimsesinin olmamasını, böyle bir şeyle baş etmenin ne demek olduğunu düşündüğümde bunun çok ağır bir travma olduğunu görüyorum. Bu travmayla baş edebilme/baş edememe halinin ne olduğunu çok sordum kendime. Bu konuda psikiyatristlerle de çok tartıştım. Zehra’nın başına gelen disassociation tam bir kopma, ânı yaşayamama hali; tamamen bir durma. Benim istediğim hikâyeyi oraya taşımaktı aslında, bir vaka anlatmak değil. Filmde, yaşanmış zamanla film zamanının bu kadar örtüşmesinin nedeni, seyirciye bu deneyimi kızla birlikte yaşatabilmek. O şuursuzluğu onunla birlikte yaşamak.

Peki kürtaj yasağı tartışmalarından sonra, bu film nasıl algılanacak, nereye oturacak diye düşündünüz mü? Örneğin “benim bedenim, benim kararım” sloganı çok tartışıldı sınıfsal açıdan; özgür seçim vurgusu doğru mu, böyle bir seçim şansı var mı herkesin diye. Siz bu filme nasıl bakılsın istersiniz?
Şunun düşünülmesini isterim tabii: Bu hal, bunu yaratıyor. Bu çaresizlikten uzak tutmalıyız kızlarımızı. Toplumu eğitirken de bireye önem vermeyi öğrenmeliyiz. Çözüm diyemem buna ama bir toplumu sağlıklı kılabilecek tek şey -hastalıklı bir toplumdayız çünkü- insanı birey olarak yetiştirebilmek. Ki başımıza bunlar gelmesin.

Bireyden söz ederken bir insanın öncelikle kendine saygı duymasını, kendini anlamasını, inisiyatif alabilmesini, bu değeri öncelikle kendine verebilmesini kastediyorum. Biz hiçbir şekilde böyle yetiştirmiyoruz çocuklarımızı. Kendine ait bir düşünce yaratma, o inisiyatife sahip olabilme erki, erdemiyle yetiştirmiyoruz. Tam tersine yetiştiriyoruz: Onu kontrol eden mekanizmalar her türlü tabuyla, her türlü korkuyla belirlenir. Belki kuşaklara yayılacak bir süreçten söz ediyorum. Ama ancak o zaman, “benim bedenim, benimdir” dediğinde bu, başkası için de bir şekilde çınlayacak. Bunun herkes için bir anlamı olması, marjinal olmaktan çıkması lazım. Tabii ki bu kampanyaları doğru buluyorum. Ama bütün bunların bir marjinallik içine sıkışıp kalmadığı, hakikaten nefes alabildiği bir toplumu özlemek çok daha doğru değil mi? Anlatabildim herhalde.

Filme dönelim… Zehra’nın tek dostu Derya ve o da son derece umutsuz bir karakter.
Derya aslında daha da travmatik bir karakter. Hiç tamir olmamış başka bir yarayla karşılaşıyoruz Derya’da. Zehra’nın ablası gibi olan, ona örnek olan bir kadının da derininde böyle bir yara olduğunu öğreniyoruz. Tecavüze uğramış annelerde çok rastlanan bir şey var: Kendi kızının başına aynı şey geldiğinde seyirci kalmak istiyorlar. Derya’nın “sen de tıpkı benim gibi çocuğunu vereceksin” diyerek bunu Zehra’ya dayatması böyle bir şey. Zehra’nın da aynı çaresizliği yaşamasını istiyor. Onunla o acıyı paylaşmak istiyor.

Aidiyete ve değişim olanağına dair sorular üreten filmler yaptınız bugüne kadar. Araf’taysa değişim olanağı neredeyse hiç yok. Filmin sonunda ise aile hayatına sığınılıyor; ama bu da bir kafese ya da TV ekranına sıkışmak gibi.
Hapishane gibi bir kurum…

Şunu soracağım aslında, hikâye dünyasındaki tüm bu çıkışsızlığa rağmen Araf’ı da aidiyet meselesini tartışan bir film olarak görüyor musunuz?
Bu kimliksizleşme hali de bir kimliktir bence. Bugüne bakarken çok tartıştığımız bir şey var. Bu değersizleşme, bu değer kaybı, bu kültürel erozyon, gelenekselin içinde bile bir değer üretememe hali. Bugün ürettiğimiz değerlerin, yaşadığımız ve tükettiğimiz hayatların değersizleşmiş olması. Bu hepimizin gözlemlediği bir resim. Eskiden şöyle bir denklem vardı sanki: Bilmiyorduk, kapalı bir dünyada yaşıyorduk, okuyup öğrenmek, bir şeye ulaşmak, bir yerden bir yere gitmek için çok fazla zaman harcamamız, uğraşmamız gerekiyordu. Şimdi her şey çok kolay ama inanılmaz değersiz aynı zamanda. Kendimize yarattığımız yaşam modeli müthiş bir değersizlik içeriyor. Bir perspektifsizlik, hedefsizlik içeriyor.

Bu çocukların hayatına baktığımızda da… Bu hikâyenin bir zalimi yok benim için. Mahur zalim bir adam değil; aynı hedefsizlik, aynı sıkışmışlık, aynı arafta kalmışlığı yaşıyor. Bütün karakterler aynı sıkışmışlığı yaşıyor. Bu hayat bu insanlara başka bir perspektif yaratabilme imkânı tanımıyor.

Evet hiçbir karakteri yargılamıyorsunuz. Ne Mahur’u, ne Olgun’u, ne de diğerlerini. Hepsinin bir hücresi var. Peki bu durum seyirciyi “o da öyle bir durumda, ne yapsın?”, “elden ne gelir ki?” gibi bir kaderci bakışa yönlendirebilir mi? Böylesi çıkışsız bir döngüde, seyirciyi egemen kılınmış ahlaki değerleri sorgulamaya teşvik etmek zor değil mi?
Bu insanları bu çaresizliğe, bu yalnızlığa, bu vakumun içine sürükleyen, toplumun ahlaki değerleri ve tabuları. Demek ki bizi koruduğunu zannettiğimiz ahlaki değerler ya da tabular hiçbir şey değil: Kimseyi böyle koruyamazsınız. İnsanlar birey olamadığı sürece yarattığınız şey hiç kimseyi koruyamaz,bunu söylüyor aslında film. Karakterlere dair bir yargıda bulunmamasının nedeni de, filmin tercih ettiği dil, anlatım; olayı anlatmak değil, onu yaşayan insanın psikolojik dinamiğini anlatmak.

Aslında giderek politik olanı gündelik hayatta buluyorsunuz gibi geliyor bana. Araf’ta bunu daha net hissettim.
Tabii ben böyle başlıklar koymuyorum ama doğru bir tespit olabilir bu. Giderek insana daha içerden, daha yakın bakmaya başladım. Büyüme biraz da böyle bir şey; olgunlaşma mı, büyüme mi, adını ne koyacaksak o. İnsan kendisine de belli yaşlara geldiğinde bakabilir. Yirmi yaşında, otuz yaşında baş edemediğin, anlayamadığın halini, psikolojini elli yaşında başka türlü anlıyorsun. Ben hep insan odaklı, karakter odaklı filmler yaptım aslında. Biçem hiç değişmedi. Ama giderek psikolojik dinamikler beni daha çok etkiledi. Karakter odaklı filmler yaptım ve her şey çok politikti, ben hep böyle baktım. O insanın kim olduğunu ne kadar iyi anlarsanız o kadar politik bir şey yaparsınız. Ama politik film, siyasi film, bireysel film; bunlar bana çok ucuz gelen kavramlar. Bu bireysel filmmiş, bu da siyasi filmmiş… Siyasi filmin içinde insan/karakter odaklı anlatım olmazmış gibi.

İki genç erkek youtube’un karşısına geçtiğinde ne konuşur, nasıl davranır, bu tür gündelik yaşantılara, hatta delikanlı raconuna karşı peşin hüküm içermeyen bir merak seziliyor sinemanızda. Pandora’nın Kutusu’nda da genç kuşağa yönelik ilginiz kendini gösteriyordu.
Güneşe Yolculuk’taki Mehmet’le Berzan’dan beri var. Oradan beri gelir yani. Temiz arkadaşlıktaki racon… Erkek ya da kadın… Derya ve Zehra ilişkisinde de var mesela. Hayatı hep kendi köşenizden yaşarsanız tadı olmaz. Çok heyecanlı bir şey gençlerle birlikte olmak, herkesin dünyasını anlayabilmek. Müthiş zevk alırım bundan. Mesela ben genç erkeklerin, özellikle kızlara oranla hep o saf yanını çok görmüşümdür. Daha geç olgunlaşırlar, daha saf kalırlar.

Filmde de Olgun’un adı biraz ironik. Zehra da, Olgun da 18 yaşında ama Zehra çok daha çabuk büyümüş. Olgun internette video paylaşarak tatmin yaşamaya çalışırken, Zehra’nın cinselliğe yönelik bir ilgisi var, keşif duygusu var.
İkisi de çok çocuk başta. Birbirlerine çok benzedikleri için de arkadaşlıktan başka bir şey çıkmaz oradan, çünkü kimse kimsenin hayatını değiştiremez. Böyle birine bir oğlan yazılabilir ama kız onun, hayatını değiştirebilecek bir ihtimal taşımadığını bildiği için onunla anca arkadaşlık eder. Başka bir şey olmaz ondan o koşullarda. Zehra da başlangıçta çok tecrübesiz. Ne var ki bir kadın aslında hep erkeğe göre daha cesur adım atabilir. Böyle olmadığını zannederiz ama atabilir. Sanki hakikaten bütün duyuları harekete geçiyor kadının. Adama hakikaten kapılıp gidiyor, bütün vücudu, beyni onu o yöne sürüklüyor. Bu güzel bir şey aslında. Kendi başımıza gelince pek mutlu oluyoruz bir yandan da.

Evet ama genelde muhafazakâr sinemada kadının bu yönü, aşkın peşinden cesurca gitmesi hep bir trajediye yol açar ve burada da aslında aynı şey meydana geliyor, film aynı bakışa sahip olmasa da.
Aslında yaşanan böyledir. Eğer aşkını o kadar hissederek yaşamasaydı ve biz bunu göstermeseydik, o zaman sonradan başına gelenler bir cezalandırma gibi algılanabilirdi. Bu benim istemediğim bir şeydi tabii ki. Bu çocuğu travmaya sürükleyen biziz; bu yapı, bu toplum. O insanın çaresizliğini hissetmemiz lazım. O sahneyi o yüzden hiç kesmedim zaten. İnsanların bakamadığını da biliyorum, sinir sistemimizi zorlayan bir şey. Ama herkesin bayılmasını istedim. O ânı bu kadar hissederek yaşamazsak olmaz. Çünkü bu bir trajedi. Bakın buraya geldiniz, bunu hepiniz oturup seyredin. Bu kadar ağır bir şey yaşadı çünkü bu kız.

Burada yoğun bir öfke de var.
Tabii öfke var. Niye bu kız bu cesareti, bu aşkı yaşayamasın? Niye ben yaşayayım, o yaşamasın? Niye bu kadar sınıfsal? Önünde bir dikenli tel var. Peki Olgun’la evlenmek mi tek çıkışı? Bir hayal kuramayacak mı bu kız? Niye kızların hayatındaki tek perspektif bu olsun? Niye bu kadar pragmatik yetiştiriyoruz onları? Bunları sormak lazım. “Gitmeseydi”, “heves duymasaydı” diyecekler. Peki niye? Aşk, arzu, heves hepimizin en çok yaşaması gereken şeyler. Hiç inandırıcı olmayan filmlerdeki gibi kız masum mu çizilsin; vermez, etmez, gitmez, öpüşmez, elini bile tutturmaz. Yok öyle bir dünya, yalan. Niye yalan söylensin ki?

Bir yandan da, bugün televizyon programlarında bu tür deneyimler çok anlatılıyor; geçmişler anlatılıyor, itiraflar ediliyor… Filmde de televizyonun bu insanların hayatındaki rolüne dair bir ima var.
Çok tehlikeli bir şey bu, çok da tuhaf. İnsan bir ölümle uğraşıyorken, bir kaybıyla uğraşırken niye televizyonu arar, sonra da çıkar ağlar? Çok tuhaf bu. Yani insan aksine ele güne bile çıkamaz, konuşamaz, anlatamaz, içine kapanır… Ama giderek daha vahşi bir şekilde, herkes kendini göstermeye, ünlü olmaya, perdede olmaya çalışıyor. Bir yandan böyle tuhaf bir dengesizlikle ilgili bir değersizleşme var. Bir yandan da toplumun aslında hiçbir kurumuna güven duyulmadığını anlıyorsun. Ben kendi hayatımdan da bunu çok rahat söyleyebilirim: Biz bu toplumun hiçbir kurumuna, bu sistem içindeki hiçbir şeye değer vermediğimiz gibi, güvenmiyoruz da. Bunların başında da hukuk geliyor. Polise gidersem, dava açarsam, şunu yaparsam, bunu yaparsam… Hak aramaya, birinin de sana o hakkı verme ihtimaline dair büyük bir güven sorunu var.

Filmde Zehra’ya aslında dışarıdan çok bir baskı yok. Daha çok içselleştirilmiş bir korkuya tanıklık ediyoruz.
Baskı da, tabu da böyle şeylerdir zaten. Bir şeyi söylediğiniz zaman başınıza gelebilecek vahametin ne olduğunu kestirebildiğiniz için, onu hiç başkasıyla paylaşmazsınız. Yani annenin dövmesi gerekmiyor, insan çok sevecen bir anneye sahip olsa bile başına bu gelebilir. Ayrıca söylese ne olacak? Annesi ne yapacak, elinden tutup “gel şunu aldıralım da kurtulalım hep beraber” mi diyecek? Bir çözümsüzlük hali toplumun kendisinde, yapının kendisinde var zaten. Televizyon izlerken gördüğünüz her şeye, okuduğunuz her şeye sinmiş, çalıştığınız ortama, evinize, köyünüze, toplumun her türlü organına sinmiş, her türlü yayın organı da dahil.

Bir sigara imgesi var filmde. Kızcağızın elindeki tek iz, adamın o bütün gidiş gelişlerinde, uyduruk bir paket. Bu kadar yani. Bütün o bekleyişlerde sadece bir paket var elinde. Ama böyle bir aşk yaşamadım mı, yaşadım. Yaşarsınız bunu. Aşk belirsizliktir de biraz. Böyle bir şey yaşayan biri, sonra da “anne ya bak oldu bu” diyemez. Yani ben yapamazdım. Seven insan sevdiği için de yapamaz. Zehra bütün o yapının içindeki annesini, böyle bir anneyi üzme korkusundan bile söylemez yaşadıklarını. Korku, sadece dayak veya cezalandırılma korkusu değildir ki; sevdiğini üzme korkusudur aynı zamanda. O yapının dışında, ayrıksı olma hali yeterli bir korku zaten.

Şimdiki zamanın çok yoğun hissedildiği bir film ArafGüneşe YolculukBulutları Beklerken ve Pandora’nın Kutusu’ndaki türden bir geçmişle hesaplaşma hikâyesi de yok burada; ‘şimdi’ çok baskın bu filmde.
Bunu ben de sonradan fark ettim. Çok büyük bir iştahla, kamerayla hep yaklaşarak, her anda biraz daha yaklaşarak, daha içeriye girmeye ve ânı yaşanmışlığıyla kaydetmeye iteklemişim kendimi. Öyle bir dil var filmde. Zaten bu filmi yapmak için beni tetikleyen şeylerden biri, anları hep ıskalıyor olma duygusuydu. Birbirine çok benzeyen günleri art arda deviriyorken, bütün o döngünün ölü zamanlar olduğunu hissetmeye başladım son zamanlarda. Yaşamamış gibi hissettiğim zamanlar; hiç ama hiç yaşamadığımı düşündüğüm zamanlar. Ne zaman ki şöyle bir nefes alıp her ânı iliğimde, işittiğim her şeyde hissetsem, bu çok daha büyük bir yoğunluk yaratıyor. Biraz bunun peşine düşmüş olabilirim. “Ölü zamanlar yaşıyoruz, hiç değilse ucundan kenarından anlamaya çalışalım” gibi bir kaygım olmuş olabilir.

Filmin afişinde Zehra rolündeki Neslihan Atagül ile birlikte Mahur’u canlandıran Özcan Deniz var. Ancak filmde Zehra’yla birlikte Olgun (Barış Hacıhan) yer alıyor hikâyenin merkezinde. Sizin için filmin ana karakterleri Zehra ve Mahur muydu?
Hayır, aslında film daha çok Olgun’la Zehra’nın hikâyesi, hep öyle lanse ediyoruz. Ama afiş böyle oldu, bu illa bir şeyin lansmanı da değil. Öyle bir estetik çıktı afişte. Ama üç oyuncu da çok kıymetli. Özcan çok iyi oynuyor bence. Evet, onu çok değiştirmek istedik, o da kabul etti ve değişti. Kendine bir milat biçti ve o milada teslim etti kendini. Camiadan oyuncuların, tiyatrocuların kendini o kalıba sokması biraz zor. O süreçte kamyoncularla da haşır neşir olunca, tanıyınca o camiayı, bunu anladım. Geldiği yer itibarıyla da, hayat tecrübesiyle de, duruşu, haliyle de, her şeyiyle rolü taşıyacak biri gerekiyordu. Özcan çok denk düştü ve inanılmaz bir saygıyla, çok büyük bir özveriyle yaptı işini.

En baştan beden diliyle öne çıkan bir karakter olarak mı tasarlanmıştı yoksa daha fazla repliği var mıydı?
Yoktu. Kamyoncularla haşır neşir olduğumda, nasıl bir dünyanın içine gireceğimi anlamaya başladığımda, bu tür bir haletiruhiyeyle karşılaştım: Kamyoncular az konuşan, konuştuğu zaman çok özlü konuşan, bir soru sorduğunuzda saatler sonra cevap verip taşı gediğine koyan, bir daha ikinci bir laf duymak bile istemeyen, kendi yalnızlıkları içinde yaşayan, yolları kendine tutku edinip bir tehlikenin içinde yaşayan, aslında o gerilimi de seven, insan içine çok çıkmayan, kentleri ve hayatları yaşamayan, kendi barınaklarında yalnız kurtlar gibi yaşayan, inanılmaz meşakkatli bir iş yapan, ailelerine hiç gitmeseler de çocuklarına özellikle ehemmiyet veren insanlar. Aile ilişkilerinde hep böyle bir arafta kalma halleri var.

Pandoranın Kutusu’ndaki gibi psikodrama yaptınız mı karakterlere çalışırken?
O yöntemi artık çok kullanıyorum, öyle yazıyorum. O zaman bütün her şeyi biliyorsunuz karakterle ilgili. Hakikaten, yaşadığı her saliseyi biliyorsunuz kızın; duygu olarak da, iç dinamik olarak da. Psikanalitik bir bakış var orada. Bilmek çok önemli, ona hakim olmak, duyuya, duyguya, psikolojiye hakim olmak bir yönetmenin en büyük gücü. Onu bildiğiniz zaman “gir, oyna” diyorsun. Ama buna cevap verebilecek oyuncu Türkiye’de çok azdır. Neslihan bu anlamda muhteşem bir performans gösteriyor. İnanılmaz büyük bir zevk bunu sette hissetmek. Bu kadar zor anları ve haletiruhiyeyi birisine giydirmek, yaşatmak ve onun da bunun altından kalkması. Bu sonucu almak, bir yönetmen için dünyanın en büyük zevklerinden biri. Barış’ın oyunu da çok kıymetli. Üstelik sıfır kilometre bir oyuncu, daha önce hiçbir şey yapmamış.

Söyleşiyi deşifre eden Uğur Çalışkan’a teşekkür ederiz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.