Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2022 #6: Close, Stars at Noon, Pacifiction ve Ödül Yorumları

Cannes Günlükleri 2022 #6: Close, Stars at Noon, Pacifiction ve Ödül Yorumları

Close

75. Cannes Film Festivali’nde ödüller Cumartesi akşamı düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Festivalde Jüri Büyük Ödülü’nü paylaşan Lukas Dhont imzalı Close ve Claire Denis imzalı Stars at Noon’a, Albert Serra’nın görmezden gelinen filmi Pacifiction’a ve Ruben Östlund’un Triangle of Sadness’la ikinci Altın Palmiye’sini kazanmasına dair kısa yorumlarla Cannes günlüklerimizi tamamlıyoruz.

Cannes Film Festivali Cumartesi akşamı gerçekleşen ödül töreniyle sona erdi. 2021’de Spike Lee’nin sebep olduğu erken anons krizinin bir daha tekrarlanmaması için daha da özen gösterilmiş kapanış seremonisinde Triangle of Sadness’ın Ruben Östlund’a ikinci Altın Palmiye’sini kazandırması epey sürpriz oldu. Cannes günlüklerinde daha önce ele aldığımız film, seyirci dostu mizahıyla beğeni toplasa da eleştirmenlerin ödül tahminlerinde kendine pek yer bulamamıştı. Altın Palmiye için favori gösterilen Lukas Dhont imzalı Close ise Claire Denis’nin Stars at Noon’uyla Jüri Büyük Ödülü’nü paylaştı. 2018 yılında tartışmalı filmi Kız’la (Girl) hem Kuir Palmiye hem de Altın Kamera ödülüne layık görülen Dhont, yeni filmiyle de çok katmanlı duygu tahlillerinden beslenen güçlü bir hikâye sunuyor. Close, aralarındaki bağı fiziksel temasın, bedensel arzunun çok daha ötesinde bir zeminde inşa etmiş Léo ile Rémi’yle tanıştırıyor bizi. On üç yaşındaki bu iki çocuğun toplumsal kategorilerin dışında kalan bu saf sevgisi insanların önyargıları ve çıkarımlarıyla karşı karşıya kalınca Léo’nun yaşamı büyük bir trajediyle sarsılıyor. Kurmaca anlatılarda yas ve suçluluk duygusunu seyircinin duygularını manipüle etmeden, karakterlerin hakikatine sadık kalarak aktarmanın ne kadar zor olduğu bilinir. Close’un, Léo’nun ailesiyle, arkadaşlarıyla ve özellikle de Rémi’nin annesiyle etkileşimlerini yansıtma biçiminde duyguları suistimal etmekten özenle kaçındığını kabul etmek gerek. Yine de, Léo’nun çocuk bakışının mümkün kıldığı empati duygusu, seyirciyi karakterinin yaşadığı travmanın tamamen dışında bırakmadığı kesin. Filmin anlatı dinamikleri açısından bu dengeyi sağlamanın takdir edilesi olduğunu kabul etmekle beraber Lukas Dhont’un yaklaşımını fazla hesaplı ve kontrollü bulduğumu söylemeliyim. Karakter odaklı öznel bakış açılı anlatılar için belki de kaçınılmaz olan bu senaryo matematiği ise yalnızca sözlü iletişimin yerini muğlak dokunuşlara, bakışlara ve jestlere bıraktığı anlarda sarsılıyor. Daha da ileri giderek Close’u anlatı dinamikleri açısından bir guilt trip (suçlu psikolojisi) filmi olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Lukas Dhont bizi dram türünün fazlasıyla tanıdık yollarından geçirse de, arada sırada karşımıza çıkardığı beklenmedik duygular ve dolambaçlı patikalar sinemasının ve hikâye anlatma becerisinin umut vaat eden bir niteliği olduğunu gösteriyor. Birçoklarının, genç yaşı ve filmlerindeki baskı temalar açısından Xavier Dolan’a benzettiği Dhont’un sinemasının önümüzdeki yıllarda nasıl bir yöne evrileceğini bekleyip göreceğiz.

Stars at Noon

Jüri Büyük Ödülü’nü Close’la paylaşan Claire Denis imzalı Stars at Noon (Avec Amour et Acharnement) ise Ana Yarışma’da sayısı bir elin parmağını geçmeyen dikkat çekici ve özgün filmler arasında ikinci sıradaydı. Bu yıl Berlin Film Festivali’nde Claire Denis’ye En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Bıçağın İki Yüzü (Avec Amour et Acharnement) beklentileri pek karşılamayınca Stars at Noon’a da ister istemez çekimser yaklaşılıyordu ama Denis’nin esas kozunu Cannes’a sakladığını görmüş olduk. Denis Johnson’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, Nikaragua’nın tehlikeli politik ikliminde gazeteci kimliğini kullanarak yaşamaya çalışan Trish ile Daniel isminde gizemli bir İngiliz işadamı arasındaki romantik ilişki etrafında şekilleniyor. Orijinal anlatıya arka plan oluşturan Sandinist Devrimi’nin baskıcı atmosferi yerine pandemi kısıtlamalarını kullanarak güncel bir yorum getiren Denis, sınırların ve iktidar mekanizmalarının yalnızca biçim ve el değiştirdiğini incelikli bir şekilde ortaya koyuyor. Stars at Noon boğucu tropikal sıcakların, hayatta kalma arzusunun ve şişeler dolusu romun kokusunun sindiği dağınık ama bir o kadar da sürükleyici bir anlatıya sahip. Çok katmanlı politik entrikalardan ziyade iki kayıp ruh arasındaki tutkunun etkisiyle şekillenen hikâye, Claire Denis’nin duyumsal sinema anlayışını ustalıkla icra ettiği bir alan açıyor. Yönetmenin beden temsillerini ve toplumsal ilişkileri post-kolonyal bir perspektifte ele aldığı Çikolata (Chocolat, 1998) ve Beyaz İnsan (White Material, 2009) filmleriyle benzer bir yaklaşıma sahip Stars at Noon, yabancısı oldukları bir dünyada arzularının peşinden giden karakterleriyle Antonioni klasiği Yolcu’ya (Professione: Reporter, 1975) da göz kırpıyor. Trish ile Daniel arasındaki erotik çekim özellikle ilk yarıda filmin hem görsel hem de anlatısal niteliklerini beslerken, kaçma-kovalama motifinin ve muğlak politik gerilimlerin daha çok öne çıktığı ikinci yarıda temponun biraz düştüğünü söylemek gerek. Yine de Trish karakterine hayat veren Margaret Qualley’nin kaotik enerjisi seyirciyi bir an olsun bile yarı yolda bırakmıyor. Festivalde En İyi Kadın Oyuncu ödülü Holy Spider filmindeki performansıyla Zahra Amir Ebrahimi’ye gitse de, ben dâhil birçok seyircinin bu ödül için favori adayı Qualley’ydi.

Pacifiction

Post-kolonyal arka planı çok daha incelikli ve gösterişli bir politik hiciv inşa etmek için kullanan Pacifiction (Tourment sur les Iles) ise Ana Yarışma’nın hem anlatı bakımından hem de estetik açıdan en dikkat çekici filmiydi. Albert Serra’nın ilk gösterimi Close’la aynı gün yapılan filmi hipnotize edici durağanlığıyla birçok seyircinin salonu terk etmesine sebep olsa da Pacifiction, özellikle eleştirmenlerin takdirini kazanan özgün diliyle Ana Yarışma’nın standartlarının hakkını veren nadir yapımlardan biri oldu. Ödül tahminleri söz konusu olduğunda yarışma jürisi ve eleştirmenlerin genelde ne kadar farklı düşündüğü bilinir. Nitekim, bu yıl da gelenek bozulmadı ve Serra, eleştirmenlerin coşkusuna ve övgüsüne rağmen yarışmadan ödülsüz döndü. Ölümümün Hikâyesi (Història de la Meva Mort, 2013), 14. Louis’nin Ölümü (La Mort de Louis XIV, 2016) ve Özgürlük (Liberté, 2019)filmlerinde arka plana tarihsel öyküleri alarak inşa ettiği statik, tablo estetiğiyle dikkat çeken yönetmen Pacifiction’da Fransız Polinezyası’nın sıcaklık ve nemle sarmalanmış manzaralarını keşfe çıkıyor. Benoît Magimel’i Tahiti’deki Fransa Yüksek Temsilcisi rolünde izlediğimiz film, geçen her saniyeni ağırlığını seyircisine hissettirmek için tasarlanmış gösterişli bir karabasan deneyimi sunuyor. Serra’nın bakışıyla uzaklara savrulup gitme isteği uyandıran egzotik manzaraların tekinsiz ve şeytani görünümlerini fark etmemek imkânsız. Serra, görsel düzlemde David Lynch’i anımsatan bu insan imalatı cennetteki yapay güzellikleri tasvir ederek, günümüz toplumunu merkezine alan bir cehennem alegorisi yaratıyor aslında. Magimel’in canlandırdığı De Roller, bu post-kolonyal tiyatroda Fransız entelijansiyasından beklenildiği üzere, her türlü kültürel, siyasal ve toplumsal bağlama uyum sağlayan bir bukalemunu andırıyor. De Roller’in, tamamı süs bitkilerinden, plastik çiçeklerden yapılmış bu Cennet Bahçesi’nde hayatta kalmasının tek yolu da bu. Fransa’nın otuz yıl boyunca bölgede yaptığı nükleer deneylerin filmin gerilimli ve tekinsiz atmosferi açısından önemini de vurgulamak gerek. De Roller, kendini bir kukla oynatıcısı gibi hissederken ona kuklanın ta kendisi olduğunu hissettiren bu toplumsal ve siyasi karmaşa, modern insanın zevk içinde yüzerken yaşadığı ıstıraplı çöküşün kusursuz bir yansımasına dönüşüyor. Dekadanlığı sinema düzlemine taşımak konusunda neredeyse Luchino Visconti’yle yarışan Serra’nın Pacifiction’u, Titanik batarken keman çalmaya devam eden müzisyenlerle aynı hâletiruhiyeyi paylaşıyor.

Triangle of Sadness

Cannes Film Festivali’nde ödüllere baktığım zaman Pacifiction’da tasviri sunulan adanın öte tarafında Triangle of Sadness’ın hikâyesinin gerçekleştiği düşüncesi aklımdan bir türlü çıkmıyor. Aynı adaya dair farklı bakış açılarını seyrettiğimi hissediyorum. İki film de, hicivlerini bizim de parçası olduğumuz sosyal ve politik olgulara yöneltse de Östlund bu olgulardaki sorumluluklarımızı, bizi güldürerek unutturmaya çalışıyor sanki. Pacifiction ise tropik adayı aydınlatan kızgın güneşe dosdoğru bakmamızı istiyor bizden. Cannes jürisinin tercihini gülmekten yana kullandığı ortada. Belki bu yorumların üzerine siz okuyucularımız da kızgın güneşi tercih edersiniz. Siz filmleri seyredene ve karar verene kadar, ben gözlerimi kısıp bakmaya devam edeceğim.


75. Cannes Film Festivali’ni yerinde takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Cannes Günlükleri 2022

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.