Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2024 #2: Bird, Oh, Canada, Kinds of Kindness, Emilia Pérez

Cannes Günlükleri 2024 #2: Bird, Oh, Canada, Kinds of Kindness, Emilia Pérez

77. Cannes Film Festivali tüm hızıyla sürerken merakla beklenen pek çok film seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde ilk gösterimlerini yapan Bird, Oh, Canada, Kinds of Kindness ve Emilia Pérez üzerine kısa kısa…

Müge Turan


Advertisement

Ana yarışmanın en çok merak edilen yapımlarından, Andrea Arnold’un yeni filmi Bird’ün 12 yaşındaki kahramanı Bailey (Nykiya Adams), Arnold’un daha önceki filmlerinden bildiğimiz bir karakter. Bailey, beceriksiz babası Bug (Barry Keoghan) ve ağabeyi Hunter (Jason Buda) ile birlikte harap bir evde yaşıyor. Bug’un nasıl para kazandığı belli değil, Bailey’nin, Bug’dan ayrılmış olan annesi de üç küçük çocuğa bakıyor ve durumu hiç iyi değil. Bug, yakında evleneceğini ve yeni eşiyle küçük kızının eve taşınacağını duyurduğunda Bailey nedime olmayı inatla reddediyor ve ne özel alanı ne de huzuru olabilen evden kaçıyor. Sabah gözünü bir tarlada açtığında ise karşısına eksantrik karakter Bird (Franz Rogowski) çıkıyor.

Bird, diğer Arnold filmleri gibi işçi sınıfına odaklanıyor, ancak burada sanki o yokluk içindeki gecekondu yaşamı görsel olarak biraz fazla fetişleştirilmiş durumda. Çöp ve pislik içinde, alkol ve uyuşturucudan başka bir şeyleri olmayan bu insanların hayatlarından görsel bir zevk yaratıyor yönetmen. Filmdeki her karakter çok genç, âdeta çocukların çocukları oluyor, sonra da o çocukların çocukları. Yetişkin olmayı bilmiyorlar. Bu da burada aile içi şiddet, bağımlılık ve ihmal olduğunu kabul etmek anlamına geliyor, orta sınıfın doğrudan “kötü ebeveynlik” diyeceği türden şeyler. Ama bu “ihmal” çocukların kendi kendine yetmesi ve bağımsızlığını da getiriyor. Filmin adını aldığı Bird ilginç bir karakter; önce yabancı gelebilecek fakat sonra alıştığınız (ya da asla alışmadığınız) bu karakter, tüm bu hoyrat dünyanın içinde tatlı ve narin bir kuş. Bailey ve Bird’ün arkadaşlığı Arnold’un kurduğu büyülü gerçekçi dünyada yeşeriyor, birbirlerini kollamaya başlıyorlar. Filmin büyülü anları en çok Bailey’nin çevresindeki kötülükten, korkulardan kaçmak için telefonuyla çektiği videolarda hissediliyor. Odasının duvarlarına yansıttığı bu küçük filmler geçmiş ve şimdiki zaman arasında, maddi dünyayı hayallerle keşfetmek için duyusal bir araç sanki. Film benim kalbimi en çok finaliyle kazandı. Aslında basit: Sonunda düğün oluyor ve herkes dans ediyor. Ailenin sadece arızasını değil o arızanın içine sığdırdıkları sevgiyi de görüp kutlaması filmi değerli kılıyor. Ailenin bel kemiği olan Bug’ın her türlü sorununa rağmen şefkatli bir baba olması da. Andrea Arnold’un daha iyi filmlerini izledim. Kimilerine Bird karakteri (hatta belki Rogowski) fazla yapay ve rahatsız edici gelebilir. Filmdeki her karaktere inandığımı da söylemeyeceğim, sanki tüm anlatı fazla dağınık kalmış ama yine de başta Bailey ve oyuncu Nykiya Adams olmak üzere filmin genç ve yüksek punk enerjisi Cannes yarışmasına iyi geldi.

Paul Schrader’ın, İlk Reform’dan (First Reformed, 2017) bu yana yaptığı her filmi seven biri olarak Oh Canada’yı merakla bekliyordum. Ama maalesef bu kez hayal kırıklığı oldu. Adındaki Kanada’nın ulusal marşına gönderme filmin sonunda çalınan marşla taçlanıyor. Schrader, Russell Banks’in ‘Foregone’ adlı romanından uyarladığı filmde American Gigolo (1980) filmindeki yıldızı Richard Gere ile yeniden bir araya geliyor. Gere, Vietnam’da askerlik yapmaktan kaçtığı için Kanada’ya göçen tanınmış Amerikalı belgeselci, Leonard Fife’ı oynuyor. Fife, yakalandığı ölümcül kanserden dolayı eski iki öğrencisinin yönettiği filmde son kez bir röportaj vermek istiyor. Schrader bu kez hikâyesini siyah-beyazdan renkliye, Fife’ın hatırladığıyla kurmaca arasında gidip gelen dağınık ve parçalı bir şekilde anlatıyor. Fife’ın 1960’larda gençlik idealizmiyle dolu bir yazar adayı ve maceraperest olduğu 20’li yaşlarını Jacob Elordi canlandırıyor. Fife’ın hikâyesindeki asıl karakter ise karısı ve aynı zamanda filmlerinin yapımcısı Emma (Uma Thurman). 

Oh Canada’da ölüm fikri olsa da şiddet veya yükselen gerilim gibi bildik Schrader öğeleri yok. Film bir sanatçının itiraf niteliğindeki geçmişini, o geçmişteki gerçeği ancak bir kameraya bakarak bir mikrofon takıldığında ortaya çıkarabileceğine inanıyor. Bu anlamda belgeseli de belgeselciliği de sorgulayan, hafızanın gerçekle kaygan ilişkisine, kefaret duygusuna odaklanan bir film. Ama oyunculukların yeterince sıkı olmamasından ya da inatla sayfa sınırlarına bağlı kalınmasından dolayı yeterli bir etki yaratmıyor. 

Kinds of Kindness

Yorgos Lanthimos’un Kinds of Kindness’ı ise yönetmenin köklerine döndüğünün göstergesi. Yönetmen, Köpek Dişi‘nin (Kynodontas, 2009) senaristi, Efthimis Filippou ile yeniden bir araya gelerek Jesse Plemons, Emma Stone ve Willem Dafoe’yu tuhaf, karanlık bir antoloji film deneyimine sokuyor. Bu oyuncuların farklı rollerde karşımıza çıktığı her biri aşağı yukarı bir saat olan üç filmi bir araya getirdiği Kinds of Kindness’ın şiddet ve esrar dozu gittikçe artıyor. 

Ben en çok ilk öykü olan ‘RMF Ölüyor’u sevdim. Öncelikle film inanılmaz bir enerjiyle, jenerikteki ‘Sweet Dreams’ şarkısıyla salonda ritim tutan izleyiciyi yanına alarak çok yüksek bir yerden başladı. İlk hikâye, Plemons’ın oynadığı kurumsal bir iş insanı olan Robert’ı takip ediyor. Robert’ın yediği yemekten evliliğine kadar hayatındaki her ayrıntı, Dafoe’nun canlandırdığı patronu Raymond tarafından planlanıyor. Bu çetrefil ilişki Robert, Raymond’ın istediği işi yapmayı reddedince sarsılıyor. Bu kara komedideki efendi-hizmetçi ilişkisi üçüncü bölüm olan ‘RMF Bir Sandviç Yiyor’da da devam ediyor. Ama burada ölüleri diriltebileceği iddia edilen bir kadını arayan bir tarikat var. Stone, Dafoe ve Plemons üçlüsünü bu tarikatın gurusu (tabii ki Dafoe), onun çalışanları ve hayranları olarak izliyoruz. Film, tarikatın amacı, neye inandığı hakkında hiçbir bilgi vermiyor. Triptik filmin ortadaki hikâyesi ‘R.M.F. Uçuyor’ kanımca en zayıf olanı. Polis olan Daniel’ın eşi Liz iş seyahatinde denizde kayboluyor. Günler sonra bulunduğunda ise eşinin aynı kadın olduğuna inanmıyor. Bu şüphe paranoyaya dönüşüyor, gittikçe büyüyor ve sonunda kanla kaplı bir noktaya ulaşıyor. Aslında sevdiğimiz Lanthimos filmlerindeki gibi, üç hikâyede de neden-sonuç ilişkisi yok, hikâyeler kendi içinde ve aralarında bir mantık ve dinamik oluştursalar da hiçbiri bir yere varmıyor. İzleyici olarak oyuncuları her bölümde girdikleri yeni karakterlerde izlemek acayip bir deneyime dönüşüyor. İnsanın asla özgür olamayacağını bağıran, zulmü bazen kaldırılamaz olan Kinds of Kindness tekinsizliği, karanlığı ve distopik hissiyle bana en çok Kutsal Geyiğin Ölümü’nü (Killing of a Sacred Deer, 2017) hatırlattı. Söylemeye gerek yok, 165 dakika sonunda üzerinizden araba (üçüncü bölümdeki mor spor araba hatta) geçmiş gibi, bitik bir hâlde çıkıyorsunuz filmden. Filmin esas güç kaynağı oyuncuları, özellikle de Jesse Plemons!

Emilia Pérez

Bu günlüğün son filmi olan Jacques Audiard imzalı Emilia Pérez’in ise Cannes’a bir tür cumartesi ateşi getirdiğini söyleyebilirim. İzleyicinin her gösterimde dakikalarca alkışladığı bu çılgın filmin seveni kadar nefret edeni, şuursuz bulanı da çok. Ben her ne kadar ürkütücü bir kartel liderinin cinsiyet geçiş süreci sonrası hayırlı bir Meksikalıya dönüşme hikâyesini saçma bulsam da filmin özellikle de müzikal bölümlerini izlerken keyif aldım, enerjisinden etkilendim, başka bir şeye benzemeyen trans hâlini sevdim. 

Yönetmen filmi önce opera olarak tasarlamış. Fransız yazar Boris Razon’un postmodern romanı ‘Écoute’tan esinlenen müzikaldeki şarkılar da performanslar da güçlü. Film gece sahnesiyle açılıyor. Meksiko’da akşam pazarında şarkı söyleyen bir grup esnaf ve ana karakterlerden Rita Mora Castro’nun (Zoe Saldaña) performansını izliyoruz. Rita, genelde uyuşturucu baronlarını, zengin katilleri savunan, 40 yaşında çalışkan bir avukat. Karısını öldürmekten açıkça suçlu olan bir adamın beraatını savunacağı jüri konuşmasına hazırlanırken film birden bir müzikal sahnesine dönüşüyor. Sokakta adalet için yürüyen bir grupla birlikte Broadway tarzı bir koreografide şarkı söyleyip dans ediyorlar.

Arjantinli trans oyuncu Karla Sofia Gascon, Meksika’da güçlü ve acımasız bir kartel lideri olan Juan “Manitas” Del Monte’yi canlandırıyor. Manitas, Jessi (Selena Gomez) ile evli ve iki küçük çocuğu var. Manitas, Rita’nın avukat olarak becerisinden etkilenerek ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunuyor, karşılığında hayal edemeyeceği kadar büyük bir miktar para kazanacağı bir iş. Manitas ameliyat olmak istediğini ve Rita’nın bu süreci yönetmesini istiyor. Rita cerrahı ayarlıyor, Manitas’ın sahte ölümünü düzenliyor, yeni pasaportları hazırlıyor ve Manitas’ın geride bıraktığı dul kadın ve çocukları için İsviçre’de lüks bir ev ayarlıyor. Böylece Manitas, hayatına Emilia Pérez olarak devam ediyor. Sıfırdan başladığı yeni yaşamında kazandığı kirli parayı kayıp akrabalarını bulmak için ailelere yardım etmeyi amaçlayan bir STK kuruyor.

Rita’nın özel hayatıyla ya da Emilia’nın suç dolu geçmişiyle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz. Bir kartel lideri olarak kimliğini reddetmesi, önceki hayatında sayısız cinayeti silmiyor. Öyküdeki sayısız boşluğun üstü, iki boyutlu karakterlerdeki eksiklik Emilia Pérez’in müzikal olmasıyla örtülüyor. Damien Jalet tarafından koreografisi yapılan, büyük korolarla çekilen set parçalarıyla konsepti cesur hatta cüretkâr, Güneşli Meksiko’dan İsviçre dağlarına uzanan epik bir yapım. Kadın kimliğine geçişiyle ıslah olan bu kartel liderinin inandırıcı olmayan hikâyesi, yönetmenin belki de en büyük ilham kaynağı olan Pedro Almodóvar’dan aldığı melodram unsurlarını suç filmiyle harmanlayan bir filme dönüşüyor.


Cannes Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.