Cannes Günlükleri 2025 #2: Sırât, Eddington, Dossier 137

78. Cannes Film Festivali tüm hızıyla sürerken merakla beklenen pek çok film seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde ilk gösterimlerini yapan Sırât, Eddington ve Dossier 137 üzerine kısa kısa…
Cannes yarışmasının hareketlenmeye başladığı bu günlerde, birbirinin üstüne yığılmaya başlayan filmlerden birinin dünyasından kopup çabucak diğerine girmeye hazırlanmak gittikçe zorlaşıyor, çünkü daha salondan çıkmadan bazı filmlerin yakanızı o kadar kolay bırakmayacağını fark ediyorsunuz. Yolun üçte birini kat etmişken, bu yıl o filmin Sırât olduğuna eminiz. Fas’ın çöl tozuyla kaplı, zincirinden boşanmış “rave” sahnesine giriş yaparken tam olarak ne beklediğimizi bilmiyoruz ama kesinlikle bunu beklemiyorduk. Daha net ifade etmek gerekirse, ne kadar yazılıp çizilirse çizilsin hiçbir şey sizi Sırât’a tam anlamıyla hazırlayamaz.
Film, adını “kıldan ince, kılıçtan keskin” olduğuna inanılan Sırât köprüsünden alıyor. Ancak yönetmen Oliver Laxe’ın öte dünyayla işi yok. Dünyadan hep birlikte -her iki anlamda da- “kopmak” isteyen insanların arasına son derece dünyevi bir dertle karışan Luis’in ve insana dair tüm yolların kesişim noktasında bulunan o sınavın, hesaplaşmanın, yüzleşmenin hikâyesi bu. Herkesin kendi Sırât köprüsünden geçişinin ve sonunda nelere rağmen, neler sayesinde var olduğunun hikâyesi. Küçük oğluyla birlikte beş aydır haber alamadığı kızını arayan Luis’i, müziğin ritmiyle kendinden geçmiş insanlara kızının fotoğrafını gösterirken tanıyoruz. Arayışının bir sonraki adımına karar veremeyen Luis, çöl ortamına hazır olmayan küçük arabası ve anlık dürtüsüyle çölün öte tarafındaki başka partilerin izini sürmek üzere bir grubu takip etmeye başlıyor. Böylece hem karakterlerin hem de izleyicinin boyut değiştireceği, hafiflemek için tüm yükleri atar gibi somut dertlerin geride bırakıldığı, apokaliptik, çıldırtıcı, kasvetli, isterik, sarı-sıcak bir yol filmine gümbür gümbür giriyoruz.
Sırât’ta başrolü üstlenen elektronik müziğin tuhaf, hipnotize edici, neredeyse şifalı bir etkisi var. Sessiz izlenseydi, türlü uyuşturucu maddenin etkisinde, ortada salınan bir kalabalıktan başka bir şey göremeyecekken, müzikle birlikte yüklerini boşaltan, bir tür müzikal transın etkisi altında olabildiğince şifa bulan, yaralı insanlar görüyoruz. Gerçek dünyadan gelen tek karakteri Luis’i travmatik şekilde dönüştüren Laxe, bununla da kalmayıp hayatın sillesini yeme konusunda ondan çok daha deneyimli olan ve kendilerini oynuyormuş gibi görünen diğer karakterleri onun gölgesini takip eder hâle getiriyor. Bu geçişin orta yerindeyse seyirciye çok ağır sürprizler hazırlamış. Bu sürprizler, Sırât’ı izleme deneyimini neredeyse fiziksel boyuta taşıyarak, bir salon dolusu insanın üzerinde büyük bir şok dalgası yaratıyor. Koltuklardan sıçramak, başları kucaklara gömmek, ağızlar bir karış açık hâlde dakikalarca donup kalmak serbest. Aslına bakılırsa bu filmi izlemenin asıl travmatik yanı bu sürprizler bile değil, karanlık bir çağa denk gelen bugünün insanının kendi köprüsünün diğer ucuna varma savaşı ve daha kötüsü, vardıktan sonra onu bekleyenlerin hayali asıl travmatik olan.
Laxe, Sırât’ı en politik filmi olarak tanımlıyor. Bugün dünyada cehennemi yaşayan tüm halkların kişisel Sırât’larından geçip meçhule yol almaları fikriyle tarafını belli etse de, ikiye böldüğü seyircinin omuzlarına da ağır sorgular bırakan bir film bu. Filmleri birbirine benzetmeye bayılan Cannes ahalisinin tüm bariz Mad Max okumalarının ötesinde, o evrenden çok daha derin ve sahici bir kıyamet filmi. Fas coğrafyasına alışık bir yönetmen olan Laxe, çölü sadece bir dekor gibi göstermekten imtina ediyor. Ancak filmin bir noktadan sonra kimse bakmıyormuş gibi dans etmeye başladığını vurgulamak gerek. Mantığın, geçmişin, geleceğin tanımını yitirdiği, zamansız ve tuhaf şekilde gittikçe dinginleşen bir cinnete teslim oluyor. İzlemesi zor, sevmesi zor, hazmetmesi daha zor bir kılık seçiyor kendine. Başka bir jürinin bir delilik yapmak istemesine neden olacak türden bir film, ancak Juliette Binoche’un jürisinden bunu beklemek iyimserlik olur. Kusursuz bir performans sergileyen Sergi López’in ise En İyi Erkek Oyuncu ödülü almasına kimsenin bir itirazı olmaz herhâlde.
Sırât gibi bir filmden çıktıktan sonra bir süre başka bir film izlememek herkese iyi gelirdi, ancak festival hiçbir filmin hazmını beklemeden yoluna devam ediyor ve üzerimize Ari Aster’in 145 dakikalık -bu süre Cannes ortalamasında 95 dakikaya tekabül ediyor- Eddington’ını fırlatıyor. Eddington gerçekten de üzerinize fırlatılmış, yabancı bir cisim gibi hissettiren bir film. Aster, küçük kurmaca kasabasında inşa ettiği minyatür Amerika portresiyle -temsiller itibarıyla- kendi Speed’ini (1994) çekerek, kafasındaki fazlasıyla “Amerikan” dertleri herkesle paylaşmaya karar vermiş gibi görünüyor. Pandeminin bilinmeyenlerle dolu ilk aylarında geçen hikâye, Amerikan toplumuyla ile ilgili yanlış olan birçok şeyi -her şeyi değil- aynı potada eritme hedefiyle yazılmış. Eddington’ı izlerken, Aster’in henüz kısa ama ceket düğmelerini ilikleten kariyerinde bir yol ayrımına denk geldiğimizi fark ediyoruz. Bir önceki filmi Beau Is Afraid (2023) ile yanaşmaya başladığı, ancak Eddington ile birlikte tam direksiyon kırdığı bir yol ayrımı.
Aster’in pandemiyle birlikte insanlığa ve spesifik olarak Amerikan toplumuna dair hissettiği umutsuzluk tenis topu gibi bir kısmına elbette aşina olduğumuz birçok farklı konu arasında gidip geliyor. Anında dolaşıma sokulan sahte haberlerin çağında gerçek, çözülemeyecek şekilde kördüğüm olmuş durumda. Bireysel silahlanma daha da bireysel bir döneme girmiş, öyle ki artık herkes sadece kendinden sorumlu. Ekranlara sıkışmış dünyalar gittikçe daralıp küçücük kalmış; pandemide kurtarıcı muamelesi gören ekranlar, sosyal medya akışları, canlı yayınlar, Zoom görüşmeleri uyuşturucu madde gibi kanımıza karışmış. Ayrıcalıklı sınıflar ayrıcalıklı olmayan sınıfların dertlerini hayvan sahiplenir gibi sahiplenip az sonra ormanda terk etmek üzere kucaklarında bekletiyor. Komplo teorileri, iftiralar, çıkarımlar, farz etmeler, yani gerçeğin alanından öteye düşen her bilgi kırıntısı daha toprağa düşmeden havada kapılıp mideye indiriliyor. Ezilen sınıflar birbirini ezme derdinde, ölümüne bireyselcilik ve “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”cılık altın dönemini yaşıyor, herkes kendi 15 saniyesini mümkün olan en berbat şekilde kullanmayı beceriyor ve bilinmez olan artık bilinir hâle gelene kadar isteyen herkes tarafından eğip bükülüyor. Aster’in bu noktaların her birine ve daha fazlasına temas eden toplum eleştirisi okları, Amerika’dan bağımsız olarak her modern toplumun üzerine uyacak taraflar da barındırıyor şüphesiz. Ancak bu dertlerin tümünü birden aynı sepete atıp yavaş yavaş bir şiddet panayırı başlatan yönetmenin imza attığı “satir aşımı”, filmle kurduğumuz bağa zarar verir hâle geliyor. Küçük kasaba anlatısı üzerinden bu kadar parçalı bir yapboz ortalığa saçılınca, Joaquin Phoenix’in kan ter içinde canlandırdığı ana karakter Joe’nun “tüm yanlış tuşlara basan adam” ile “çırpındıkça batan, yerinde olmak istemeyeceğiniz adam” arasında gidip gelen zavallılığı da ekran süresini fazlaca işgal ediyor. Bu da karakterlerini ilginç kılmayı başaran Emma Stone ile Austin Butler’ın maalesef çok kısıtlı şekilde kullanılmasına yol açıyor. İşte filmin aleyhine işleyenler listesine eklenecek bir madde daha.
Dominik Moll, 2000’lerin ilk yarısında çektiği iki harika filmle (Harry, un ami qui vous veut du bien ve Lemming) huzursuz seyirlerin yönetmeni olarak kayıtlara geçmişti. Dossier 137 ile 20 yıl sonra ilk kez uluslararası sahneye çıkıyor, ancak yönetmeni bıraktığımız gibi bulduğumuzu söyleyemeyiz. Film, eski bir polis olan ve bir süredir polis şiddeti davalarını soruşturan ekipte yer alan Stéphanie’nin, karşısına çıkan bir şikayet yüzünden mesleğini sorgulamasının hikâyesini anlatıyor. Filmi izleyince anlıyoruz ki, Moll suçluların suçlu olduğunu ve soruşturmanın nasıl sonuçlanacağını çok iyi bildiğimiz bu hikâyede artık huzur kaçırmakla ilgilenmiyor. Stéphanie karakteri dürüstlüğü ve etik bakış açısıyla hem özel yaşamında hem de mesleğinde o kadar sıkıcı bir şekilde çizilmiş ki, üzerindeki Don Kişot peleriniyle yönetmenin vermeye çalıştığı sistem eleştirisini de sıradanlaştırıyor.
Film boyunca, genç bir eylemcinin maruz kaldığı polis şiddeti sonucu ağır yara alması sonucu, annesinin açtırdığı soruşturmanın adım adım ilerleyişine tanık oluyoruz, ancak düğümler çözülürken dahi seyirciye heyecanlanacağı bir malzeme çıkarmaktan aciz bir senaryo bu. Fazla hesaplı adımlar, ortaya sürülen büyük tesadüfler, her şeye rağmen vazgeçmeyişlerle mekanik bir hâl alan hikâye, bu davayı özel kılanın ne olduğu sorusunu yanıtsız bırakıyor. Moll, dava sürecini anlatmak için akla gelen en kolay yöntemleri uygularken temel bir noktayı da atlıyor veya görmezden geliyor. Gerçek bir hikâyeye dayanan bu davanın bir sivilin polis şiddeti sonucu ölümcül bir yara aldığı ilk dava olmadığı malum. Açılışta Stéphanie’nin soruşturduğu başka bir polisin şiddet suçu işlediği ancak şans eseri kimse yaralanmadığı için hoş görüldüğü bir sahne izliyoruz. Bu sahnede karakterin polise düşman olmadığını, hattâ daha sonra gelecek asıl davayı düşünecek olursak, işinin gereği olarak zor da olsa objektifliğini koruyabildiğini anlamamız bekleniyor. Ancak bu kıyas, Stéphanie gibi iyi bir iş çıkarabilmek için uğraşan bir karakterin hemen sonraki davada darmadağın olmasına yanlış bir anlam kazandırıyor. Ortaya çıkan tablo gösteriyor ki, 137. dosya gibi dosyalar, belli ki Stéphanie gibi doğrucu bir karakteri yaptığı işe inanmaktan alıkoymayacak kadar nadiren açılıyor. Yarışmada bu kadar kitabına uygun yazılan, ezbere çekilen, finale doğru kamu spotu seviyesine gerileyen bir Fransız filminin ne işi olduğu meçhul.

Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.