Şu An Okunan
Andrea Arnold ile İnek Üzerine Söyleşi: ‘Şefkat ve Zulüm Hakkında Her Şey’

Andrea Arnold ile İnek Üzerine Söyleşi: ‘Şefkat ve Zulüm Hakkında Her Şey’

Andrea Arnold

İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapan İnek’te Andrea Arnold, dünyayı bir ineğin gözünden görmeye davet ediyor izleyiciyi. Yönetmen bir ineği bir karakter olarak yansıtmanın inceliklerini, böyle bir belgeselde ses kullanımının ne kadar önemli olduğunu ve genel olarak hayvanlarla kurduğu ilişkiyi anlatıyor.

Söyleşi: Yeşim Burul

Akvaryum (Fish Tank, 2009), Uğultulu Tepeler (Wuthering Heights, 2011) ve American Honey (2016) gibi sınırları zorlayan, yenilikçi filmlerin yönetmeni Andrea Arnold’ın dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan belgeseli İnek (Cow, 2021), bize dünyayı yaklaşık 90 dakika boyunca bir ineğin gözlerinden gösteriyor. Endüstriyel hayvancılık konusunda az sözle çok şey anlatan bu film, sadece geçen yılın en etkileyici belgeselleri arasında yer almakla kalmıyor, aynı zamanda hayvanlarla olan ilişkimizi gözden geçirmemiz için şiddetli bir çığlık atıyor ve bunu da etkileyici ve şefkatli bir üslupla yapıyor. Andrea Arnold’la çocukluk yıllarından hayvanlarla kurduğu ilişkiye uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

İnek, Cow

Filminizin başrolündeki inek Luma’yı nasıl seçtiniz? Luma’nın yaşadığı çiftliği bulmak ve çiftçileri bu kadar uzun bir süre boyunca çekim yapmaya ikna etmek zor oldu mu?

Londra’ya yakın bir çiftlik bulmak istedik. Londra’nın çevresinde genişçe bir yeşil çember vardır, böylece civardaki çiftliklere bakmaya başladık. İlk olarak Essex’te ve çevresinde bakındık çünkü izleyiciye insanları da hatırlatan bir lokasyon olmasını istiyordum. Trenler ve arabalar gibi, bize sürekli hayvanlarla ilişkimizi hatırlatacak şeylerin olmasını istiyordum etrafta. Ancak istediğimiz gibi bir yer bulamadık ve Kent’e gittik. Öncelikle çiftliğe karar verdik. Orta boyutta bir çiftlik olmasını istedim; ne çok minik, sevimli bir yer ne de büyük, endüstriyel bir yer. Orta boyutta, ürettiği sütü bildiğimiz süpermarketlere satan bir yer seçtim. Teklifimizi kabul ettikten sonra da çok uyumlu davrandılar. Ne yapacağımızı oradaki insanlara, çiftçilere başından itibaren net olarak anlattık, bir ineği takip edeceğimizi söyledik. Niyetimiz tek bir ineğe odaklanmaktı ama ömürleri yaklaşık on beş yıl olduğu için çok uzun sürecekti bu. O yüzden sonunda bir ineği ve bir buzağıyı çektik. Sırada bir çeşit karakter yaratmak vardı, yani ineklerden birini seçmek. Onlar da Luma’dan bahsettiler, cevval bir tip olduğunu söylediler ve ben de bunun gerçekten uygun bir özellik olduğunu düşündüm. Çünkü bir hayvanın ruhunu görmeye çalışıyoruz ve iradesi de hayvanın ruhunun bir parçasıdır. Bu açıdan cesur ve güçlü olması iyi bir şeydir, öyle değil mi? Bu benim için gerçek bir karakter görebilme şansımızın daha yüksek olduğu anlamına geliyordu.

Açıkçası neye tanıklık edeceğimizden ben de pek emin değildim başlangıçta. Tüm hayatım boyunca hayvanlarla yakın ilişki içinde oldum ve bir hayvanın karakterini ve duyarlılığını görmenin mümkün olduğuna inanıyorum. Ama çiftlik hayvanlarının bilinci, duyarlılığı var mı, yok mu diye de bir tartışma var. Onları ne kadar çok kullandığımızı düşünecek olursak insanlar bu soruya olumsuz yanıt vermeyi pek kullanışlı buluyorlar. O yüzden neyle karşılaşacağımızı, ne kadarını gösterebileceğimizi bilmiyordum. Kendine özgü karakteri olan bir inek bulmak bu yüzden önemliydi.

Eğer bir ineğe isim verildiyse, o inek yılda 500 litre daha fazla süt veriyormuş. Ben bunun kendi içinde ilginç bir şey olduğunu düşünüyorum. Muhtemelen bir adı varsa ona adıyla sesleniliyor, onunla konuşuluyor ve muhtemelen onunla şefkatli bir şekilde konuşuluyor. Adını ne kadar sık kullanırsanız, onunla ne kadar çok konuşursanız o kadar daha fazla süt veriyor. Bilimsel bir açıklamam yok ama buna inanıyorum. Diğer tüm canlıların da bizim gibi, başka bir canlının şefkatini veya zulmünü hissedebildiğini düşünüyorum. Bir bitkiyi sulamazsanız o bunu hisseder. Hayvanlar da nazik ya da acımasız mısınız bunu hisseder ve buna tepki verir. Hem nezakete hem de zulme karşılık veririz. Bu yüzden bir hayvana ismiyle seslenir ve şefkat gösterirseniz daha çok süt verecektir çünkü daha mutludur. Bu bana çok mantıklı geliyor.

İnek, Cow

İnek, çok etkileyici bir film. Filmin pek çok teknik özelliğinin bu etkileyiciliği yakalamada etkili olduğunu düşünüyorum; örneğin kameranın açısı ve konumlanması, ışık ve ses tasarımı… Bunları nasıl belirlediniz? Çekimlere başladıktan sonra değiştirdiğiniz şeyler oldu mu? Çünkü bildiğim kadarıyla Luma’yı yaklaşık dört yıl boyunca çektiniz ve bu, bir filmin çekim aşaması için oldukça uzun bir süre.

Başlangıçta sadece bir fikirle yola çıktım. Nasıl gerçekleştireceğimi, sonucun neye benzeyeceğini pek de bilemiyordum. Ancak tüm film yapım süreçlerinde yol boyunca bir şeyler keşfetmenin faydalı olduğunu düşünüyorum. Başlangıçta sadece tek bir hayvanı takip edersem onun duyarlılığını, canlılığını, dışarıdan görünmeyen özelliklerini yakalayabilir miyiz diye düşündüm. John O’Donohue adında gerçekten şahane bir şairi yeni keşfetmiştim; kendisi eserlerinde “yabani, görünmez güzellik”ten bahsediyordu. İşte aradığım şey tam bu diye düşündüm. Yabani, görünmez güzellik, düşüncelerimiz, duygularımız ve irademiz gibi kendimize ait görünmez kısımdan oluşuyor. Bunu bir hayvanda görebilme, yakalayabilme fikrinden yola çıktım. Çekimlere başladığımızda bunu nasıl yapacağımızı bulmam gerekiyordu. Çok erken bir dönemde, esas şeyin gözler olduğunu fark ettim ve Luma’nın kafasına ve gözlerine odaklanmamız gerektiğini anladım. Karar verdikten sonra, bir nevi kurala dönüştü bu. Filmin yüzde 80’inde bu kurala uyduğumuzu söyleyebilirim. Her zaman mümkün olmadı tabii ki, yüzlerce ineğin olduğu bir yerde koşulları sürekli kontrol edemiyorsunuz. İlkbaharda hayvanlar çayıra salındığında onun önünde gitmeniz söz konusu olamıyor örneğin.

Çok erken bir aşamada, ineklerin başlarına ve gözlerine bakmaya başlar başlamaz, ne düşünüp hissettiklerini merak etmeye ve bir şeyler görmeye başladığınızı öğrendim. Mesela dün akşam bir arkadaşımla bir film izliyorduk ve filmde çok sayıda hayvan vardı. Özellikle bir atın yer aldığı bir plan vardı ve atın üzerinde de oturan bir sürü adam. Luma bana hayvanlara daha farklı bakmayı öğretti. Adamlara değil ata bakıyordum ve at da içine kapanmış, yılmış gibi duruyordu çünkü üzerinde çok fazla yük vardı. Hayvanların gözlerine baktığınızda pek çok şey görebilirsiniz. Benim için de bir numaralı kural bu oldu. Kendimizi nasıl saklamaya çalışırsak çalışalım, gözlerimiz gerçeği söylüyor. O yüzden kamerayı o yüksekliğe yerleştirdik. Görüntü yönetmenimiz Magda Kowalczyk çok şahaneydi; film bittiğinde kendisini inek sanıyordu (gülüyor). Dünyaya o kadar süre onların gözlerinden baktığı için bir madalyayı hak ediyor kesinlikle.

Bir ara filmi 35mm çekmeyi gerçekten de çok istedim çünkü Luma’nın bunu hak ettiğini düşünüyordum. Böyle bir deneme de yaptık ama bu film özelinde hiç pratik değildi ve bu yüzden vazgeçmek zorunda kaldım. Ama onu 35mm çekebilmeyi çok isterdim. Çok fazla ışık kullanmadık. Hep doğal ışık var. Geceleri çayırlarda zifiri karanlık, hiçbir şey görünmüyor. O yüzden birkaç küçük ışık kurduk. Gözünüzde şunu canlandırabilirsiniz; orada bir yandan ışığı kafamın üzerinde tutuyor, bir yandan da ışığı saran güvelerin üzerime konmasını engellemeye çalışıyordum.

Ses tasarımı kısmı ise daha sonra, çekimlerin sonuna doğru gelişti. Başlangıçta sadece malzeme topluyorduk. Ses tasarımını yapan Nicolas Becker beni gerçekten de çok iyi tanıyor. İlk olarak Uğultulu Tepeler’de çalıştığımızda, filmde kullanılan hayvanları tam olarak hissedebilmemiz için Becker’ı her zaman gerçek sesleri kaydetmeye zorladım. Luma’yla da aynı şeyi yapmak istedim. Çünkü ineklerin arasına girince çıkardıkları inanılmaz sesleri duyuyorsunuz, o homurtular, mölemeler ve nefes sesleri inanılmaz, sadece nefes sesleri bile kocaman. Onları duyunca ebatlarını gerçekten hissediyorsunuz. Tüm bu sesleri filmde duyabilirsiniz, ben de bunu yakalamayı hedeflemiştim. Aynı şeyi Uğultulu Tepeler’de de yapmıştım. Hayvanların varlığını sesleri üzerinden hissedebilmeniz için gerçekten çok uğraştım. O yüzden Becker beni çok iyi tanıyordu. Ve tüm ‘mö’leri ve diğer sesleri isteyeceğimi biliyordu. Bu yüzden çekimler esnasında çok ses kaydettik, sonrasında da kamera olmadan sadece ses kaydı almak için tekrar gittik ve yıllar içinde çok ses biriktirdik. Ses ekibi gerçekten de çok şahane, çok güzel bir iş çıkardı.

Sonuçta hem Luma’nın boyutunu hem de nasıl hissettiğini çıkardığı seslerden anlayabiliyorsunuz; mesela mutluysa kısa homurtular çıkartıyor, öksürük gibi. Küçük detaylar ama bunları yakalayarak size gösterebiliyoruz. Bunu yapabildiğimiz için de çok mutluyum. Uğultulu Tepeler’i çekerken de oyuncuların nefes sesleri gibi tüm ses efektlerini çekim mekânlarında kaydetmek istemiştim, sonradan stüdyoda yapmayalım diye. Çünkü bence stüdyoda yapmak fazla steril ve ben de elimden geldiğince bundan kaçınıyorum. Bu yüzden bazen sadece ses için bir çekim yapıyorduk, mobilyaları oynatıyor veya ayak seslerini alıyorduk ve bunu da gerçek mekânda yapıyorduk. Uğultulu Tepeler’de çok yaptım bunu ama aslında Akvaryum’da başlamıştım. Ses efekti sanatçıları çok iyi işler çıkartıyor ama gerçek sesin yerine başka bir ses koyduğunuz zaman bir şeyleri kaybediyorsunuz. Atların toynakları yerine hindistancevizi kabuklarını koyabilirsiniz ama bir atın toynaklarının çıkardığı ses, zemine göre çok farklılık gösteriyor.

Yıllar içinde filmlerde duyduğumuz garip seslerin, filmdeki gerçek sesler olmamasına ne kadar  alıştığımızı düşünüyorum. Belgesellerde daha az olsa da kurmaca filmlerde çok fazla ses ikame ediliyor. Her şeyin sesini değiştirme geleneğini var. Büyük filmlerde bütün bir diyaloğu bile değiştiriyorlar ve bundan nefret ediyorum. Bresson’un da dediği gibi bence hayat taklit edilemez. Bir ânı başka bir anla değiştiremezsiniz. Bu yüzden bunu yapmamaya çalışıyorum. O anda orada alabileceğim kadarını almaya çalışıyorum. O anda alamasam bile, zamanda geriye dönerek gerçek hayvanlarla, gerçek insanlarla ve gerçek mekânda tekrar kaydetmeye çalışıyorum. O zaman bile farklı bir günde, farklı bir hava koşulunda oluyorsunuz. Böyle şeylere gerçekten çok önem veriyorum. Sahte ve farklı olursa da gerçekten üzülüyorum. Dünyaya sürekli bir sahtelik sunuyoruz gibi geliyor ve bundan uzak durmaya çalışıyorum.

İnek, Cow

Cannes Film Festivali’nde, İnek’i bir belgesel olarak görmediğinizi söylemiştiniz. Bu yorumunuzu açıklayabilir misiniz? Neden öyle düşünüyorsunuz ve belgesel değilse sizce ne?

Film Cannes’da ilk gösterildiğinde gazetecilerle sohbet ederken böyle bir cümle kurmuştum. Aslında bu daha ziyade kendime yönelttiğim bir soruydu. Çünkü biçimde sadece bir belgesel olmadığına dair bir his vardı. Ancak öyle değilse de, onu nasıl adlandıracağımı bilmiyorum. Çünkü gerçekten de Luma’yı fiziksel olarak takip ettim. Onu izledik, peşine düştük. Onun hayatını çok somut bir şekilde anlatmaya çalıştım. Bu yüzden açıkçası ne diyeceğimi bilemiyorum. Sadece böyle bir his geldi ve başkalarına da “bu film belgesel mi, bundan çok eminim değilim” dedim. Bazen bazı şeyleri açıklayamıyoruz.

Peki sektörde edindiğiniz tüm deneyimler ve ele aldığınız bunca konudan sonra, bir hikâye anlatıcısı olarak nasıl bir gelişim gösterdiğinizi düşünüyorsunuz?

Biraz garip gelebilir ama bazen insanlar beni bir konuşma yapmaya davet ettiklerinde “niye beni çağırıyorlar ki, ben ne yaptığımı biliyor muyum ki?” diye düşünüyorum. Benim için her film her şeye en başından başlamak anlamına geliyor. Her film kendi başına ayrı bir keşif. Ama tabii ki yıllar içinde yaparak öğrendim. On sekiz yaşımdan beri kameraların etrafındayım ve set ortamında kendimi gerçekten çok rahat hissediyorum. Bu süreçte muhtemelen kendim de farkında olmadan çok şey öğrendim. Mesela iki yıldır yeni bir şey üzerinde çalışıyorum ama hâlâ ne hakkında olduğunu tam olarak bilmiyorum. Kısacası, nasıl dönüştüğümü ifade edebilir miyim bilmiyorum. Sanıyorum kendim olma konusunda artık daha cesurum ve kendimi ortaya koymaktan daha az korkuyorum. Ama sonra Cannes’da bir gösterimim oluyor ve ödüm kopuyor. Yine de işlerim açısından cesur tercihler yaptığımı düşünüyorum. Yani inekler hakkında bir film yapmak pek de her gün yapacağınız bir şey değil. Becerebileceğimden emin değildim başta, bir çeşit deneydi. Ama beni çok heyecanlandırıyordu ve benim için çok derin bir yerden bir yerden geliyordu. Muhtemelen yıllar yıllar boyunca düşündüğüm bir şeydi. Belki on ya da yirmi yıl önce İnek’i çekmeye cesaretim edemezdim. Senaryoyu yazdıktan sonra her şey daha kolay geliyor, bence en zoru senaryo. Hep daha farklı şeyler yapmaya, denemeye, biri işe yaramazsa başka bir şey denemeye kafa yoruyorum. Örneğin American Honey’de kurgucuya filmin senaryosunu vermedim. Günlük çekimleri birlikte izledik ve senaryoyu okumadan ilk kaba kurguyu çıkardı. Sadece çekimleri izleyerek çalışmak zorunda kaldı. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım ama neden farklı bir şey denemiyoruz diye düşündük. Bir deneyip görelim, bakalım ortaya ne çıkacak dedik.

İnek’le ilgili izleyicilerin tepkileri, yorumları nasıldı? 

İnsanlardan çok ilginç yorumlar geldi. Çünkü filmde bir açıklama yok, sadece imgeler var. Herkese kendi yorumunu yapabileceği alanı bıraktığımızı düşünüyorum. Herkes kendine göre bir şeyler görüyor. Annelik hakkında çok yorum geldi; annelerle ilişkiler, anneyle ilişkinin eksikliği, annenin kaybı ve pek çok benzeri yorum. Ayrıca hapsedilme ve özgürlüğün kısıtlanması gibi konularda insanlar üzülüyorlar, bunlardan bahsediyorlar. Ayrıca dişiliğe dair yorumlar geldi… Amerikalı bir kadın, ona ABD’de özellikle kürtaj ve benzeri konular bağlamında artık insanların kendi bedenleri üzerinde kontrol sahibi olmalarının gittikçe zorlaşmasını hatırlattığını söyledi. Kimileri kısırlıktan bahsetti. Tüm bunlar konuşuldu. Londra Film Festivali’nde bazı aşırı tepkiler geldi; bir kişi panik atak geçirdi, bir diğeri sinemada kustu, bir diğeri de bayıldı. Bunların hepsi de aynı gösterimde oldu. Sonunda ise bir sürü insan hüngür hüngür ağlıyordu, özellikle de kadınlar.

Açıkçası bu filmi bir hayvanın duyarlılığını gösterebilmek için yapmıştım ve tüm çekim sürecinin sonunda Luma’nın gerçekten onu gördüğümüzü hissettiğine inanıyorum. Bu nasıl açıklanabilir bilmiyorum ama insanlar olarak da her zaman birbirimizi görmediğimizi düşünüyorum. Bakıyoruz ama aslında tam olarak görmüyoruz. Yani bazılarımız daha çok ve bazılarımız daha az görüyor. O yüzden Luma’nın bilincini gösterebilmek çok önemliydi. Konuşamadığı için de onun o yönünü anlayabileceğiniz tek yer gözleriydi.

İnek, Cow

Filmlerinizde hayvanların çok özel bir yeri var. Akvaryum’dan İnek’e her filminizde hayvanlar hem fiziksel hem de sembolik olarak önemli rol oynuyor. 

Hayvanlar ve doğa, ben yazarken bana kendiliklerinden geliyorlar ve gitmek bilmiyorlar. Ama zaman içinde önemleri arttı ve kendimi ifade etmem için bir yol oldular. Sanıyorum özgür bir çocukluk geçirdim. Doğduğumda annem on altı, babamsa on sekiz yaşındaydı ve annem yirmi iki yaşına geldiğinde dört çocuk sahibiydi. Bu yüzden bana pek kısıtlama koyan olmadı. Üç yaşımdan itibaren hep dışarıdaydım. Toplu konut bölgesi gibi bir yerde oturuyorduk ama etrafında çok kırlık alan vardı, ama güzel romantik bir kır değildi bu. Daha ziyade kullanıldıktan sonra terk edilmiş arazide ot bitmesiyle gelişmiş bir kır ortamı. O ortama çok alışmıştım, kendimi orada çok rahat hissediyordum. Ve bu rahatlık hissinden dolayı böyle ortamlar benim için önemli oldu. Günümüzde çocuklar pek dışarıda oynamıyorlar; çok fazla kısıtlama var hayatlarında. Ben muhtemelen sürekli çok tehlikeli durumların içinde buluyordum kendimi, benim ya da kardeşlerimin başına bir şey gelmemiş olması büyük şans. Ama bir şeyleri araştırma ve keşfetme, nehirleri geçme, ağaçlara tırmanma, su kenarına inme, kamp yapma fırsatına sahip olmamız da iyi bir şeydi. Bu şekilde büyümenin duygusal iç dünyamı belirlemede önemli rolü olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla yazmaya başladığımda, tüm bunların dünyaya bakışımı belirleyecek şekilde öne çıktığını hissediyorum. Çünkü böyle büyüdüm ve dünyayı böyle yorumlamayı öğrendim. Bunu engelleyemiyorum, çünkü gelmeye devam ediyorlar.

Mesela Akvaryum’daki at… Senaryoya başladığımda at ortaya çıkmaya başladı, ben de kendi kendime filmin en başına at mı konur, bu kadar dramatik olunmaz diye düşünüyordum. Böylece kendime atı oraya koyma diye telkinlerde bulunmaya başladım. Sonra yazmaya her geri dönüşümde, at geri geldi. Sonunda pes ettim ve tamam dedim, bu at burayı istiyor. Bu konuda bir şey yapamam. Senaryodaki zaten beyaz bir at değildi, kahverengi bir attı. Zaten beyaz bir at yazmaya hayatta cesaret edemezdim, yazmazdım da. Ama kahverengi bir at bulamadık, o yüzden beyaz oldu. Ben de öyle bıraktım. Tamam dedim, bu at burada olmak istiyor. Sonra filmin kurgu aşamasında, rüyamda bu atı görmeye başladım. Rüyamda bu ata bakmam gerekiyor, ona bakmakta bana yardım edecek insanlar bulmaya çalışıyorum ve kimse bana yardıma gelmiyor. Tek başıma ona bakmak zorunda kalıyorum. Ve Akvaryum’daki atın kendisini görüyorum ve niye bu atı görüyorum rüyamda diye düşünüp duruyorum. Gidip Google’a “atların psikolojisi” yazdım ve karşıma Freud’un yorumu çıktı, Freud’u ister beğenin ister beğenmeyin, Freudyen yoruma göre atlar, cinselliği ve babanın karanlık yüzünü temsil ediyor. “Aman Tanrım! Bu inanılmaz bir şey” dedim kendime. Sanki bedenim Freud’u benden iyi biliyor. Yani bildiğim, herhangi bir yerde okuduğum bir şey değildi, çok şaşırdım. Freud’u artık beğenmeyen ya da teorilerini geçersiz bulan çok insan olabilir ama bence burada önemli bir nokta var. 

Kısacası artık yazarken, hayvanlar bana ne zaman gelirlerse, onları orada rahat bırakıyorum. Şu anda yazdığım şey de aslında bu yönde bir başka adım, duygular ve hayvanlar konusunda çok daha büyük bir adım olduğunu söyleyebilirim. Ama daha fazlasını da söyleyemem çünkü henüz her şey kâğıt üzerinde.


İnek, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.