Gethin Roberts ile Onur üzerine: Yenilgideki Zaferler
Onur’un (Pride) ilham kaynaklarından Gethin Roberts ile geçtiğimiz aylarda Pembe Hayat Kuirfest sırasında söyleşmiştik. 80’lerden bu yana mücadeleye devam eden LGBT aktivisti Roberts kendi deneyimlerini ve yaşananların filme nasıl yansıdığını anlatıyor. Madencilerin 1984-1985 yıllarındaki grevinin yenilgiyle sonuçlandığını ve aradan geçen otuz yılda neoliberalizmin hüküm sürdüğünü söyleyen Roberts, Onur’u bu yenilginin içindeki zaferlere dikkat çektiği için önemsiyor.
Fotoğraf: Gizem Bayıksel
Onur projesi nasıl gündeme geldi? Bu süreçte sizin tam olarak nasıl bir rolünüz oldu?
Fikir aslında filmin senaristi Stephen Beresford ile o zamanki erkek arkadaşı arasındaki bir tartışma esnasında doğdu. Sanırım 1992 yılıydı, Manchester’daydık. O yıllarda 1984-85’ten sonra ikinci bir maden ocağı kapatma dalgası daha yaşanmaktaydı. Stephen ve erkek arkadaşı bir otobüste madencileri destekleyip desteklemeyeceklerini tartışıyorlardı. Stephen “madencilere niye destek verelim ki? Onlar bizim için ne yaptı bugüne kadar?” dedi. İşte o an, Stephen’ın kendisinden yaşça büyük olan ve on yıl öncesinde LGSM’nin (Lesbians and Gays Support the Miners – Lezbiyenler ve Geyler Madencileri Destekliyor) yaşadıklarını anımsayan erkek arkadaşı, ona tüm hikâyeyi anlattı. Stephen önce inanmakta güçlük çekti, anlattıklarının bir şehir efsanesi olabileceğini düşündü. Ama bütün bunlar gerçekse bu hikâyeyi mutlaka yazmak istediğini de söylemişti. O yıllarda genç bir oyuncuydu Stephen, daha sonra eleştirmenlerin övgülerle bahsettiği iyi bir yazar hâline geldi. Zaman içinde aklındaki bazı fikirleri çevresindeki insanlara açma fırsatı yakaladı. Sonunda David Livingstone’un ilgisini çekmeyi başardı. Buluştuklarında birtakım olası projeler üzerine konuşmuşlar. Tam toplantı biterken David, Stephen’a sormuş: “Peki çok ama çok yapmak istediğin bir film yok mu?” İşte o an Stephen, LGSM’nin hikâyesinden bahsetmiş ve David Livingstone da hemen “tamam, bunu yapalım!” demiş.
Yani o zamana kadar bu hikâyeye ilişkin kurmaca bir film yapma girişimi olmamış mıydı?
Hayır. Çünkü aslında 1984-85 dönemi sonrasında, Ulusal Maden İşçileri Sendikası’nda (National Union of Mineworkers), genel anlamda solda ve işçi sınıfında büyük bir yenilgi havası hâkimdi. Gey hareketi için de benzer bir durum söz konusuydu, zira Birleşik Krallık’taki AIDS krizinin başlangıç evresindeydik. Tüm çabalarımızı ve enerjimizi, ölmekte olan insanlara yardım etmeye ve AIDS aktivizmine adamıştık. Dolayısıyla LGSM hikâyesi bir bakıma radarımızdan çıkmıştı. Tarihin unutulmaya başlanan bir dipnotu gibi gelmeye başlamıştı bize. Esasında tarihimizi elimizden geldiğince korumaya çalıştık. Arşivlerimizi Manchester’daki National Museum of Labour History’ye (Ulusal Emek Tarihi Müzesi) verdik. Geyler ve sol ile ilgili kitaplarda LGSM hikâyesine referans verilirdi tabii ki ama bunun ötesinde de bir şey yoktu.
Peki siz senaryonun yazımında veya çekimlerde ne kadar görev aldınız? Ya da diğer LGSM mensupları?
Stephen senaryoyu yazarken herkesle konuşma ve daha fazla malzeme toplama ihtiyacı duyuyordu. Bir gün internette araştırma yaparken, bizim 1985 yılında yaptığımız All Out! Dancing in Dulais (1985) adlı kısa filme denk geliyor. Bu filmin sonunda geçen isimlerden en bilinmedik olanları not ediyor ve onların peşine düşüyor. Filmde işgal evinde yaşayan genç aktivist karakterine ilham veren Reggie Blennerhasset de bu isimlerden biri. Üniversitedeki ofisini arayıp “siz LGSM’nin eski üyelerinden Reggie misiniz?” diye soruyor. Onun aracılığıyla da bugün hâlâ hayatta olan LGSM üyelerine ulaşıyor, yani bizi böyle buluyor. Stephen bu hikâyeyi sürekli canlı tutan asıl insan olan Mike Jackson başta olmak üzere hepimizle görüşmeler yaptı. Ta Güney Galler’e kadar giderek oradaki insanlarla da konuştu. Gerçekten tam iki yılını araştırmaya adadı Stephen. Senaryoyu bu şekilde geliştirdi. Ancak elbette bu onun hikâyesiydi –bize birçok kez bunun bir belgesel olmadığını hatırlattı. Bizim hikâyemizin kurmacaya adapte edilmiş bir versiyonu olacağını belirtiyordu. Amacı bizim hikâyemizi onurlandırmaktı. Anılarımızı dramatikleştirme ve yer yer değiştirme gibi bir özgürlük alanı talep ediyordu. Billy Elliot (2000) ya da Kadının Fendi (Made in Dagenham, 2010) tarzında büyük bir piyasa filmi yapmayı hayal ediyordu. Bu konuda kafası netti. Biz de tanıdıkça ona daha bir güvendik, yaptığı işe inandık. Her şey berbat da olabilirdi tabii, ama neyse ki öyle olmadı.
Özellikle Amerika’da bu film Anadan Doğma (The Full Monty, 1997) ya da Billy Elliot gibi filmlerle kıyaslandı. İngiliz işçi sınıfı komedisi geleneğini takip eden bir film olarak görüldü. Onur, sizce konusu gereği bu bağlama oturuyor mu hakikaten? Daha geniş bir kitleye hitap edebilmek adına filmde herhangi bir şeyden taviz verildiğini düşünüyor musunuz?
Taviz vermek çok kuvvetli bir kelime ama elbette filmde hakkıyla işlenemeyen ya da hiç işlenmeyen kimi meseleler var. Aslında iki saat bir film için uzun bir süre. Ancak neyi dahil edip neyi edemeyeceğiniz bakımından yine de ciddi bir kısıtlama getiriyor. Fakat ekip yapmak istediğini alnının akıyla yaptı diye düşünüyorum. Stephen’a demişler ki yapımcılarla buluştuğunda şu iki kelimeyi sakın ha kullanma: fisting (yumrukla penetrasyon) ve komünizm (gülüyor). Şaka bir yana, filmde lezbiyen ve geyler olarak niye ayaklandığımıza dair bir açıklama yok. Sanki Mark birdenbire eline bir kova alıp sokağa fırlamış gibi gösteriliyor. Kuşkusuz böyle olmadı. Biz bir grup genç gey ve lezbiyen olarak hâlihazırda bazı sol partilerde yer alan, aktif sendikacılardık. Kendi sendikalarımız ya da politik örgütlerimiz dahilinde madencilerle dayanışma içindeydik. Yani lezbiyenler ve geyler olarak bir araya gelmemiz ve kimliklerimizi açıkça ifade ederek eyleme geçmemiz doğal bir sürecin sonucuydu. Buna filmde değinilmiyor mesela. Özellikle Britanyalı izleyicilerden ziyade Türkiyeli izleyicilerle yapılan soru-cevap seanslarında sıklıkla gündeme gelen konu şu oldu: lapc (Lesbians Against Pit Closures – Madenlerin Kapatılmasına Karşı Lezbiyenler) grubunun ya da genel olarak lezbiyenlerin sürece müdahil oluşunun aktarılma biçimi bence filmin en zayıf yönü. Madencilerin lokalindeki sahnede kadınların “bizim meselemizi neden ciddiye almıyorsunuz?” gibisinden müdahalelerde bulunmaları, gerçeklikle pek örtüşmüyor. lapc bizimle çok yakın temas hâlindeydi, üyelerimizin bazıları da ortaktı. Bu sayede hepimiz sadece kadınlardan oluşan bir örgüte duyulan ihtiyacı ve sadece kadınlardan oluşan bir örgütün yararını görebildik.
LGSM içinde kadınların oranı gerçekten de bu kadar düşük müydü? Yoksa filmdeki “LGSM’deki l benim” şakasını yapabilmek için mi filmde böyle gösterildi?
Aslında en başta, filmdeki tek kadın karaktere de ilham veren, gerçekten de tek bir kadın vardı: Nicola Field ilk toplantımızdaki tek kadındı. Ancak o toplantılara gelmeye başladıktan sonra diğer kadınlar da ilgi gösterdi ve kadın sayısında artış oldu. Yani grup çoğunlukla erkeklerden oluşuyordu ama bir grup kadın da vardı hep. Ancak hepimizin hedefi ortaktı tabii ve birçok konuda birlikte iş yaptık. Para toplarken birlikte çalıştık mesela. Yaptığımız ziyaretlerde hep bizimle birlikteydiler.
LGSM içindeki çeşitlilik nasıldı?
İlk başta bir Londra grubuydu. Filmde anlatılan da zaten bu gruptur. Grevin sonlarına doğru başka kentlerde de LGSM grupları oluşmuştu; özellikle Manchester ve Edinburg’da. Manchester hariç diğer kentlerdeki gruplarla iletişimimiz kuvvetli değildi. Her grup biraz bağımsız çalışıyordu.
Filmde bu da yer bulmuyor. Filmin sadece Londra’daki gruba odaklanması ve diğer kentlerdeki oluşumların tabiri caizse görmezden gelinmesi etrafında herhangi bir tartışma gerçekleşti mi?
Londra grubu hem en geniş olan hem de madencilerle en doğrudan ve en uzun süreli temas kuran gruptu. Diğer grupların bunu yaptığını sanmıyorum. Belki ziyarete gitmişlerdir ama yaptıklarının bizimkiyle kıyaslanabileceğini zannetmiyorum. Belki ‘taviz’ diyemeyeceğim ama filmde yer bulmadığını düşündüğüm bir konu da şu: Madenci kasabalarındaki örgütlerin kendi içine kapalı ve muhafazakâr olduğu varsayılır genelde. Özellikle de Onllwyn gibi Güneydoğu Galler’de küçük bir kasabadaki bir madenci örgütü mevzu bahisse. Ancak tabii ki durum bundan çok farklı. Bu örgütlerin çok uzun bir geçmişi var, yüz küsur yıllık bir enternasyonalizm tarihi var. Dünya çapındaki sosyalist hareketle içli dışlılar aslında. O filmde gördüğümüz madenci lokali mesela, hani o müthiş dans sahnesinin geçtiği yer… Madenciler yirminci yüzyılın ilk yarısında orada oturup Mao’ya Büyük Yürüyüş için bir tebrik mektubu yazmışlar! Galler’den İspanya İç Savaşı’nda savaşmakta olan cumhuriyetçilere yüzbinlerce ton gıda göndermişler o salondan! Yine İspanya İç Savaşı esnasında, Siân James’in yaşadığı kasabadan on sekiz yaşının üzerindeki istisnasız bütün erkekler gönüllü olarak savaşa gitmiş. Özetle, aslında enternasyonal bağları çok kuvvetli bir topluluktan bahsediyoruz. Tarihi çok zengin, sosyalist bir topluluk. Bunu mümkün kılan da kuşkusuz belirli bir perspektif ve düşünce tarzıdır. Bunlar filmde hiç yansımıyor. Buna ek olarak, Gal dilinin yaygın kullanıldığı bir topluluk. Filmde ise yalnızca birkaç tane Galce sözcük duyabiliyoruz. Oysa bizim orada iletişim kurduğumuz yahut görüştüğümüz insanların çoğunun anadili Galceydi.
Peki bu durum kasabadakilerle iletişim kurarken bir sorun oldu mu?
Galler halkı aslında çiftdillidir, hepsi Galcenin yanında idare edecek kadar da İngilizce konuşuyor elbette.
LGSM üyeleri arasındaki çeşitliliği sormuştum size; şimdi de siyasi çeşitlilikten bahsedelim istiyorum. Sizin 1980’lerdeki ırkçılık sorununa karşı olan tutumunuz nasıldı mesela?
Daha çok beyaz ve işçi sınıfı bir gruptuk. Aslında bu kısıtlılığın da o dönem geylerin sosyal çevresindeki bölünmenin ya da sınırların bir yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Zannediyorum ki tüm LGBT örgütlerde siyah azınlığın temsili yok denecek kadar azdı. Siyah gey toplulukları tamamen olmasa da büyük oranda ayrıydılar. Tamamen demiyorum çünkü kitlesi neredeyse tamamen siyahlardan oluşan müthiş bir kulüp vardı mesela, ben de giderdim oraya.
Madenciler ile gey ve lezbiyen topluluk arasındaki dayanışma, sonrasında verdiği meyvelere bakacak olursak, bugün benzer şekilde ezilen iki grup arasında da olur mu sizce? Örneğin Avrupa’da yükselen ırkçı dalgayı göz önünde bulundurursak, azınlıklarla LGBT bireyler arasında böyle bir dayanışma olabilir mi?
Olabilir ve olmalıdır da. Filmin getirdiği farkındalıkla birlikte bağlarımızı yeniden kurmak amacıyla LGSM’yi LGSM 2014 olarak yeniden yapılandırdık. Black Pride ile bağlantı kuruyoruz. Popülist ve ırkçı bir parti olan UKIP karşıtı kampanyada bulunduk. Hızla yükselişe geçen ukip son zamanlarda durulmuş gibi görülse de, Britanya siyasetinde bir tehdit olmaya devam ediyor. İslamofobi de hep birlikte karşı durmamız gereken bir konudur. Lezbiyenler ve geyler bu konuda yeterince çalışmıyor. Bireysel olarak İslamofobi karşıtı kampanyalarda aktif olanlarımız elbette var ama bir topluluk olarak yer alınmıyor. Madencilerin yenilgisi aslında çok büyük bir tarihsel kırılmadır. Madencilerin grevi, Britanya’da neoliberalizmin tesis edilmesini durdurmak için son şansımızdı. Bu yenilginin sonuçlarını otuz yıldır yaşıyoruz. Bu sonuçlardan biri –ya da karşı tarafın zaferi mi demeliyim– zihinlerimizi sömürgeleştirmeleri oldu. Thatcher’ın dediği gibi toplum diye bir şeyin varlığına inanmayan bir nesil yetişti. Doğal seleksiyon, bireycilik, rekabet ve “doğal olan bu, bundan kaçış yok” diyen bir öğrenilmiş çaresizlik yerleşti. Bireyciliğe ve rekabetçiliğe karşı yürütülecek savaşın doğaya aykırı olduğunu düşünenler var. Bu basbayağı yanlış, düpedüz saçmalık. Onur da bunu açıkça ortaya koyuyor. Filmin heyecan verici yanlarından biri de bu tip işlere “bulaşmayı” düşünmeyen insanların ilgisini çekmek oldu. Onları düşünmeye itti. Filmi izledikten sonra “bir şeyler yapmalıyım, bir şeyin parçası olmalıyım” diyen birçok insanla karşılaştık. Bence içinden geçtiğimiz dönem bir direniş dönemi. Bugün İspanya’da olanlara bir bakın, Yunanistan’da olanlara bir bakın. Britanya’da da benzer bir şeyin başlangıcına tanıklık ediyoruz. Russell Brand’in bu yönde çabaları var. Onur da böyle bir çaba aslında. Bugün önümüzde duran en önemli siyasi görev, yeni bir konsensüs inşa etmek ve yaklaşmakta olan yeni muhafazakârlığa karşı bir çeşit direniş koalisyonu kurmak.
Filmdeki son sahne 1985’teki Onur Yürüyüşü’ne götürüyor bizi. Orada “yürüyüşe siyaset karıştırmayalım” gibi bir konsensüs hâkim. Özellikle 1980’ler ve 90’larda depolitize edilmiş olmaları, sizce bugünkü LGBT topluluklarının ve Onur Yürüyüşlerinin zaaflarından biri mi?
Kesinlikle. Sadece filmi düşünürsek, Stephen 1985’teki Onur Yürüyüşü’nü filme katarak bunu göstermeyi özellikle tercih etti. Aslında bahsettiğiniz siyasetsizleştirme süreci 1985 Onur Yürüyüşü’nde başlamadı elbette. Ben eylem komitesindeydim ve o yürüyüş aslında hiç de öyle gerçekleşmedi. Ancak bu yönde bir eğilimin nüveleri hissediliyordu. Bugün eşcinsel evliliğine, haysiyet mücadelesine odaklanıyorsak ve eşcinsellik farklı bir hayat tarzının ötesinde bir anlam taşımıyorsa, bu, işte o zamanlarda başlamıştı. Bu neoliberalizmin başarısıdır kuşkusuz. Kaza eseri böyle olmamıştır, düşmanlarımız tarafından son derece bilinçli bir şekilde tasarlanan bir süreçtir.
Tarihî olayları aktaran bu tür filmler, katartik bir sonla ve kazanımları aktaran yazılarla tamamlandığında, seyircide “güzel günlermiş, istediklerini de elde etmişler, bitti gitti” gibi bir his de uyandırabiliyor. Onur’un da böyle bir his uyandırma ihtimali var mı sizce?
Evet, insanların filmden böyle nostaljik bir bakışla çıkması olası. Ama soru-cevap seanslarında seyircilerle konuştuğumuzda, filme böyle basitçe bakmayan pek çok insanla karşılaştık. İnsanlar aktivizme yöneliyorlar. Ayrıca Onur’la birlikte, bir belgesel de gösterime girdi; LGSM’den Mike Jackson’ın da konuştuğu, madencilerin gözünden çekilmiş Still the Enemy Within (2014) isminde bir belgesel. Bu belgesel, Ulusal Maden İşçileri Sendikası’nın o yıllarda zafere aslında ne kadar da yakın olduğunu ortaya koyuyor. Devletin ve polisin bu zaferin önüne geçmek için nasıl da hukuk dışı davrandığını gösteriyor. Otuz yıllık devlet belgeleri ortaya çıktıkça, emniyet güçlerinin ve BBC’nin rolü yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyor. BBC, yayınladığı eski bir videoyu tersten oynatarak, sanki polis madencilerin saldırısına cevap vermiş gibi bir izlenim oluşturuyor. Oysa polis madencilere saldırmış ve madenciler de karşılık vermişlerdi. Bütün bunlar Still the Enemy Within’de son derece belirgin bir şekilde ortaya konuyor. Biz de bu belgeselin yaygınlaşması için onlarla birlikte çalışıyoruz. Pek çok yerde iki film üst üste gösteriliyor. Bu da bahsettiğiniz ‘mutlu son’ hissine bir tür panzehir olarak işliyor. Çünkü mutlu son yoktu ve bugün hâlâ mutlu son olmaması gerçeğiyle yaşıyoruz. Ancak yenilginin bile kendi içinde zaferler taşıdığını hatırlamak da önemli diye düşünüyorum.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde gazetecilik eğitimi alırken, 2000 yılında, Sinema Dergisi'nin kadrosuna editör göreviyle dâhil oldu ve profesyonel sinema yazarlığına başladı. 2009-2013 yılları arasında yazı işleri müdürlüğünü üstlendiği Sinema Dergisi'nde 13 yıl boyunca düzenli yazmaya devam etti. Bugün sinema yazılarına Altyazı ve Milliyet Sanat'ta devam ediyor.