Ansızın: Kusursuz Hayata Bir Leke
Aslı Özge yeni filmi Ansızın’da, her şeyiyle mükemmel görünen bir hayatın darmaduman oluşunu anlatıyor. Filmde küçük bir Alman kasabası, kaçılacak tek bir köşesi bile olmayan klostrofobik bir mekâna dönüşüyor.
En konforlu, en güvenli, en korunaklı hayatların; en güçlü, en köklü ilişkilerin; en sağlam görünen etik değerlerin nasıl bir anda yerle bir olabileceği fikrinin karanlık cazibesini ilan ediyor filmin adı. Aslı Özge’nin yeni filmi Ansızın (Auf Einmal, 2016), hem son derece ürkütücü hem de haz uyandırıcı bu fikrin iki yüzünü de hissettiriyor izleyiciye. Karsten, Almanya’nın Altena adlı küçük bir kasabasının en varlıklı ve nüfuz sahibi ailelerinden birinin oğlu. İyi bir işi, birlikte yaşadığı bir sevgilisi, şahane bir evi olan yakışıklı bir adam. Hayatı lekesiz bir mükemmeliyet tablosu. Haneke-vari bir iştahla bu kusursuz tabloya bir leke sıçratıyor Aslı Özge ve o lekenin nasıl ansızın, süratle, tüm tabloya yayılıp yüzeydeki mükemmeliyeti kolaylıkla aşındırıverdiğini gösteriyor. Karsten’e dair yukarıdaki bilgileri verip başkarakterini tanıtarak başlamıyor ama film. Hakkında henüz hiçbir şey bilmediğimiz Karsten’le bir kadın arasındaki duygusal, eğlenceli, romantik anları izliyoruz filmin en başındaki sahnede. Adının Anna olduğunu sonradan öğreneceğimiz bu kadın aniden ölünce, bu ölüm vakasının gölgesinde tanımaya başlıyoruz Karsten’i. Bu olaydan önceki hayatının ne kadar mükemmel olduğunu, teker teker kaybettikleri üzerinden öğreniyoruz. Yani, o mükemmellik bozulup boyası akarken, aslında hiçbir zaman mükemmel olmadığı ortaya çıkarken. Güzel sevgilisini onu terk etmek üzereyken tanıyoruz, büyük bir şirkette iyi bir pozisyonu o pozisyonu kaybederken öğreniyoruz, babasının kasabanın zenginlerinden olduğunu babasıyla ilişkisi bozulurken anlıyoruz, etrafındaki dostlarını düşmana dönüştüklerinde görüyoruz ilk kez. O yüzden Karsten’in dramını kaybettiklerinden ziyade, aslında hiçbir zaman sahip olmadıklarının idrakı üzerine kuruyor film. Bu hâliyle, bir çöküş öyküsü olduğu kadar bir uyanış, bir yeniden doğum hikâyesi anlatmış oluyor. Hikâye böyle kurulunca da, film boyunca Karsten’le samimi ve sahici bir ilişki hâlinde gördüğümüz tek insan, hiç tanımadığı Anna oluyor. Filmin açılış sahnesi, henüz haklarında hiçbir şey bilmediğimiz bu iki insanın ya sevgili olduklarını ya da flört ettiklerini düşündürüyor. Ama film ilerleyince öğreniyoruz ki o gece evinde bir parti veren Karsten o izlediğimiz anlarda Anna’yı tanımıyormuş bile. Arkadaşlarının arkadaşı olduğunu sandığı kadının aslında davetsiz bir şekilde partiye katıldığını, evli olduğunu, bir kızı olduğunu, bir süre önce Almanya’ya göç etmiş Rus Almanlardan olduğunu, yoksul bir hayat yaşadığını, kocasının ona –muhtemelen– şiddet uyguladığını Anna öldükten sonra, onun ölümünden sorumlu olmakla suçlanırken öğreniyor Karsten.
Ansızın’ın hikâyesinin küçük bir kasabada geçmesi toplumun içinde hissedilen klostrofobi duygusunu iyice güçlendiriyor. Anonim olamamak, sokağa çıkınca mutlaka tanınmak, bir bara gidince ille tanıdık yüzlerle karşılaşmak Karsten’in dramını iyice pekiştiriyor. Aslı Özge de karakterini iyice sıkıştırmak için, onun çıkışsızlığını gözle görünür kılmak için kullanıyor bu mekânı. Üst sınırı sıra sıra dizilmiş çatılarda biten, gökyüzüne ulaşamayan kadrajlarda, kasaba evlerinin arasındaki dar yolların minicik alanına sıkıştırıyor Karsten’i. Sosyal olarak giderek yalnızlaşırken mekânsal olarak izole olamamanın gerilimini gitgide daha fazla hissettiriyor etrafı dağlarla çevrili kasaba.
Mesafe Ayarı
Anna fenalaşınca Karsten hemen ambulans çağırmak yerine koşarak evinin yakınındaki sağlık merkezine gidiyor. Hayatboyu’ndaki (2013) evin merdivenlerini hatırlatan, döne döne inen yaya geçidi merdivenlerinden inişini görüyoruz; bir dönüm noktasından, çıkışsız bir döngüden, onu içine çeken bir girdaptan geçiyor. Evden ayrıldığı on beş dakikalık zaman diliminde Anna ölünce Karsten’in panikle aldığı bu yanlış karar onu kasıtsız cinayet suçlamasıyla mahkemeye, yerel gazete manşetlerine taşıyor. Aslı Özge filmin bu en kritik noktasında, bir kurgu oyunuyla izleyicinin olaya ve daha önemlisi Karsten’e olan mesafesine bir ayar çekiyor. Anna ile Karsten’in öpüştüğü sahneden Karsten’in sağlık merkezine koşma ânına geçiyor film; Anna’nın ölüm ânını filmin dışında bırakıyor, izleyiciyle paylaşmıyor. Karsten’in suçlu mu masum mu olduğu sorusuna o kadar kolay cevap veremez hâle geliyor izleyici böylece; trajik öyküsünü takip ettiği başkarakterle arasında büyük bir yarık açılıyor ve onun adım adım çöküşünü onunla birlikte kahrolarak değil, belli bir mesafeden, soğukkanlılıkla izliyor. Anna’nın ölüm ânının dışarıda bırakılması sadece hukuki anlamda bir suçluluk/ masumiyet bilgisinin saklanması demek de değil. O anda verdiği ilk tepkiye, yaşadığı şoka, paniğe, üzüntüye şahit olmayınca, Karsten’in başına gelen şey Anna’nın ölümü değil, onun ölümünün sonuçları oluyor izleyici için bu sayede; bütün hikâye de değişmiş oluyor böylece. Genel olarak da Karsten’e mutlak özdeşleşmeyle bağlanmak, onun doğrusunu doğru bilip hikâyeyi onun bakış açısına ve duygularına tamamen bağlı olarak izlemek mümkün değil. Yönetmenin tercihi bu değil. Oyuncu seçiminden başlayarak kurulup beslenen bir ‘soğukluk’ var Karsten’le olan ilişkimizde. Bu yanıyla Aslı Özge’nin bir önceki filmi Hayatboyu’na benziyor Ansızın. Orada da kocasının başka bir kadınla ilişkisini öğrenen, mahvolan, hayatı dağılan Ela’yı uzak bir yakınlıktan anladığımız kadar anlıyor, o mesafeden sevebileceğimiz kadar seviyorduk. Hayatboyu’nda da, Ansızın’da da, gidip gidip binaların ta dışından içeri bakan kamerası gibi, son derece uzağa çekilip karakterinin içine oradan bakıyor Aslı Özge. Bir yandan mahrem olanı anlatmanın, birinin duygularını görmenin, anlamanın imkânsızlığını bağıran bir uzaklığa yerleşip, bir yandan da o uzak mesafeden en mahrem olanı, en derinlerdeki duyguları anlatıyor yine de. Bu çelişkili mesafe ayarının gücüne özellikle inandığı ve bunu kurmakta son derece başarılı olduğu da Ansızın’la birlikte iyice netleşiyor. Bu tercihin bir nedeni, filmin açılışındaki Hamlet alıntısında gizli: “İyi de yoktur, kötü de. Düşünce var eder ikisini de.” Ansızın, yine Hayatboyu’nda olduğu gibi, burjuva aile bağlarına, geleneksel sevgililiklere, arkadaşlıklara, büyük şirketlerdeki iş ilişkilerine, bütün bu ilişkilerin en çirkin hâllerine bakarken, insanların dillerine doladıkları etik değerlerin kofluğunu dümdüz bir şekilde gösterirken, Karsten’i de farklı bir yere yerleştirmiyor.
Sevgilisi varken başka bir kadınla flört ettiği için kendisini yargılayan eski sevgilisinin, işin aslının ne olduğuyla hiç ilgilenmeden kendi çıkarları için oğlunun aklanmasına çalışan babasının, dava dolayısıyla pozisyonu elinden alınınca onun yerini almaktan mutluluk duyan iş arkadaşının, böyle böyle etrafındaki hemen herkesin ‘gerçek yüzü’nü görüyor Karsten Anna’nın ölümü sayesinde. Ama filmin bu ilk bölümü boyunca Karsten’in kusursuz hayat rüyasından zaruri uyanışını izlerken yönetmenin bizi mesafemizi korumaya zorlaması boşuna değil. Filmin ikinci bölümünde, Karsten bu uyanışın sonunda pasif bir kurban olmaktan çıktığında kızgın bir boğa olarak yeniden doğacak. Kelimenin gerçek anlamıyla ‘burnundan soluyan’ bir kızgın boğa. Hikâyenin bir intikam hikâyesine dönüştüğü bu noktada doğru etik konumu almak isteyen izleyici için tutunacak pek bir dal kalmayacak. İyiye/kötüye, doğruya/yanlışa karar vermenin zor olduğu bu hikâyeyi adım adım özelden genele doğru esnetiyor film. Başına geliveren bir olayla aile bağlarından iş hayatına Karsten’in hayatının bütün alanlarda çıkmaza girmesi, bütün ilişkilerinin yıpranması, Karsten ile bir bütün olarak ‘toplum’u karşı karşıya getiriyor giderek. Yaşanan çözülmenin ölçeği, bu hikâyeyi ‘Karsten ile yakınları’ arasındaki geçen bir hikâye olmaktan çıkarıp bir ‘birey ve toplum’ anlatısına doğru genişletiyor. Karsten iyice sıkışıp sonunda toplum dışına, dağa çıktığında da, filmin görsel olarak son derece sembolik karesine ulaşıyoruz. Dağın tepesinde dalgalanan Alman bayrağıyla haçın arasında dikilen Karsten, ‘dışarıdan baktığı’ kasabaya nefretini kusuyor. Aslı Özge’nin, kadrajlarını kasabayla sınırlandırırken öyküyü kasaba sınırlarının çok ötesine taşıdığı tek yer bu açıktan sembolik kadraj değil. Karsten’in Anna’nın kocasını ziyaret ettiği sahnedeki çok katmanlı ve karmaşık dinamiklerle yüklü uzun diyalog, filmin bu küçük kasabada geçen hikâyeyi nerelere uzandırmak istediğinin cevabını bulabildiğimiz yer.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümünde lisansını, Kültürel İncelemeler bölümünde yüksek lisansını tamamladı ve beş yıl boyunca aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak çalıştı. Medya Sanatları alanındaki doktora çalışmasını 2015’te Royal Holloway Londra Üniversitesi’nde tamamladı. Çok sayıda üniversitede ve üniversite dışında çeşitli kurumlarda teorik ve pratik alanda sinema dersleri verdi, seminerler ve atölyeler gerçekleştirdi. Bir Yazdan İzlenimler ve O Sırada Henüz adlı kısa filmlerin yönetmenliğini yaptı. 2006`dan beri Altyazı Sinema Dergisi yazarı ve yayın kurulu üyesi. Şu anda İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor, aynı zamanda Kadir Has Üniversitesi’nde yürütülen ‘Türkiye Ekranlarında ve Kamera Arkasında Kadın: Temsilin ve İş Gücünün Güncel Görüntüsü’ isimli projede araştırmacı olarak yer alıyor.