Gizli Kusur
En son ‘The Master’a (2012) imza atan Paul Thomas Anderson’un yeni filmi Gizli Kusur (Inherent Vice), 34. İstanbul Film Festivali’nin en dikkat çekici ve talepkâr filmlerinden. Sinemaya uyarlanamaz bir edebiyatçı olduğu söylenen Thomas Pynchon’un aynı adlı romanından beyazperdeye aktarılan film, hülyalı bir seyir deneyimi vaat ediyor.
Paul Thomas Anderson’ın Amerikalı kült yazar Thomas Pynchon’un 2009 tarihli aynı adlı romanından uyarladığı son filmini deneyimlemenin iki farklı yolu olabilir. İlki filmin keş dedektifi Larry ‘Doc’ Sportello’nun (elbette Joaquin Phoenix) dumanlı kafasının izinden giden hülyalı bir izleme deneyimi. İkincisi, başka türlü bir dedektif gibi, daha ayık, daha titiz ve daha obsesif bir şekilde, filmi tekrar tekrar izleyerek, kimin kim, neyin ne olduğunu anlayarak, genişletişmiş bir takip ve inceleme deneyimi. Bunların hangisini tercih edeceğiniz, filmi izlemeye başladığınız ilk on beş yirmi dakikada yavaş yavaş belli olacaktır, zira Gizli Kusur her şeyden önce talepkâr bir film.
Gizli Kusur, Pynchon’un romanından cümleleri bizi büyüler gibi seslendiren, filmin dünyasının içinde bir karakter olmakla birlikte, o dünyaya ait bilgilerin hem filmdeki herkesten hem de biz izleyicilerden daha fazlasına sahip olan bir kadının üst sesiyle açılıyor. Sortilège’in sesi film boyunca bize eşlik ediyor, açıklar gibi değil de peşinden sürükler gibi, anlamlandırmamıza yardım eder gibi değil de bizzat olayları yönlendirir gibi. İşte bu buğulu sesin akışında, dedektifimiz ‘Doc’ Sportello her sıradan noir dedektifi gibi sürükleniyor. Doc’un, filmin başında aniden beliren eski sevgilisi Shasta Fay Hepworth’ün yardım çağrısıyla başlıyor her şey. Shasta, yeni sevgilisi emlak kralı Michael Z. Wolfmann’a karısı Sloane ile kaslı ‘ruh koçu’ Riggs’in kurdukları kumpası araştırmasını istiyor Doc’tan gizemli bir tavırla. Sonrası malum, bir isim başka bir ismi, bir suç bir diğerini çağırıyor, olaylar karmaşıklaştıkça, suç çetesi genişledikçe bütün şehir koca bir suç mahaline dönüşüveriyor.
Gizli Kusur, 1970’ler Los Angeles’ında geçiyor. Dolayısıyla, filmin en derinlere ulaşan kökleri, en rafine örneklerinden biri bu sene festivalde gösterilecek olan Raymond Chandler uyarlaması Büyük Uyku (The Big Sleep, 1946) gibi kara filmlerde olsa da, asıl akrabaları kara filmi ‘gün ışığı’na çıkaran ve Batı Yakası’na taşıyan Polanski imzalı Çin Mahallesi (Chinatown, 1974) ile Robert Altman’ın Uzun Veda’sı (The Long Goodbye, 1973). Gizli Kusur, bu türden güneşli kara filmlerin üzerine bir de, Büyük Lebowski’deki ‘Ahbap’ kafası (The Big Lebowski, 1998) ile Vegas’ta Korku ve Nefret’teki (Fear and Loathing in Las Vegas, 1998) gibi bir Hunter S. Thompson kafasını da ekliyor. Film hakkında yazılan yazılardaki kimi ifadeleri birleştirerek tanımlayacak olursak, bir ‘saykodelik Kalifornia noir’ı Gizli Kusur. Bunca film ismini kısacık bir yazıda kullanmak da boşuna değil; Gizli Kusur bir maksimalizm başyapıtı. Referans ağları ve görsel dünyası da filmin öyküsü kadar karmakarışık: Yüzünde Svastika dövmesi olan bir kötü adam (Nazi mi, Hindu mu?); herkesle ilişkisi olduğu anlaşılan motosikletli bir Aryan çetesi (bu çetenin Siyah Gerilla Hareketi’yle bir ortaklığı mı var?); Altın Diş (bir gemi mi, bir uyuşturucu karteli mi, bir tımarhane ve dişçi zinciri sahibi mi?); Charles Manson, LAPD, FBI, Richard Nixon, çifte ajanlık yapan bir saksafoncu, hippilik, kentsel dönüşüm, komünizm paranoyası, astroloji, karma, Son Yemek…
Kimi zaman kürtaj koltuğunda oturup düşünen sahte doktor dedektifimiz ‘Doc’ kafası bi dünya bu bağlantılar arasında sürüklenirken ona eşlik eden bir partneri yok. Ama ahbap polis filmlerinden alışık olduğumuz o aşk ilişkisini yaşadığı biri de yok değil. Kendisini bir Rönesans dedektifi olarak tanımlayan Dedektif Bjornsen, nam-ı diğer ‘Büyük Ayak’ (Josh Brolin) ile Doc arasındaki cinsel gerilim, filmdeki her şey gibi abartılı bir şekilde tezahür ediyor; kimi zaman uzun uzun yenen bir çubuklu dondurmada, kimi zaman birbirleriyle boğuşmalarında kimi zaman kırılan bir kapıda. Keza, kara filmlerin olmazsa olmazı femme fatale’lerde de durum farklı değil. Filmde bir sürü baştan çıkarıcı kadın var ama peşlerinden sürükleyebilecekleri kadar ayık bir erkek olmadığından belki de, hem ortalık femme fatale kaynıyor hem de filmin esaslı bir femme fatale’i yok. Belki de filmi kısaca böyle tanımlamak mümkün, ne gerçek bir dedektif var bu filmde ne gerçek bir femme fatale ne de sandığımız gibi çözülen bir olay ama hepsinden ‘aşırı dozda’ mevcut. Ve ezcümle, ya tahammül dahi edemeyeceksiniz bu filme ya da müptelası olacaksınız.
ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi gördü. 2004’ten itibaren yazılarıyla katkıda bulunduğu ve 2006-2017 arasında editör olarak çalıştığı Altyazı Aylık Sinema Dergisi’ndeki yayın kurulu üyeliğini sürdürmekte. Altyazı Sinema Derneği’nin kurucu üyelerinden olan Aytaç, İstanbul ve Berlin'de sinema yazarlığı, küratörlük ve editörlük yapmaya devam ediyor.