Körlük: Yalnızlıktan Kâbusa
Joachim Trier filmlerindeki senaryo katkısıyla tanınan Eskil Vogt, yönetmenliğini üstlendiği ilk uzun metrajda görme duyusunu kaybeden Ingrid’in dünyasına odaklanıyor. Körlük, acı ve hüzün taşımaya müsait bir hikâyeyi mizah ve gerilimle başka bir tona büründürmeyi başaran bir film.
Bu yazı, Altyazı’nın Ekim 2014 tarihli 143. sayısında yayımlanmıştır.
Eskil Vogt, Joachim Trier’le birlikte yazdıkları Tekrar (Reprise, 2006) ve Oslo, 31 Ağustos’un (Oslo, 31. August, 2011) ardından “hayata karışamayan karakterler”ine bir yenisini daha ekliyor Körlük’le (Blind, 2014). Genetik bir hastalık yüzünden görme duyusunu kaybeden Ingrid’in dışarısıyla, gerçekle, kocasıyla ve yazdıklarıyla kurduğu ilişki bir bakıma yeni hayatını sorgulama yönteminin, karanlıkta var olma biçiminin sınırlarını belirliyor. Ingrid’in dünyasının Oslo, 31 Ağustos’un Anders’i ve Tekrar’ın Phillip’inin dünyalarıyla benzerlikler taşıdığı açık; geride bırakılmış hayatın hüznü, yalnızlık, şimdiki zamanla mücadele etmekten kaçınma, hayata tutunamama gibi genel tanımlamalar üç karakter için de geçerli. Ancak içinde yazma isteği kalmayan Phillip’le rehabilitasyondan çıkıp bir günlüğüne şehre karışmaya çalışan Anders’in aksine, Ingrid’in hayal dünyasını daha somut bir şekilde görüyoruz. Görme engelli bir karakterin zihnini yansıtmak için karanlığı tercih etmeyen Vogt, filmi başkarakterin mesleği yani yazarlığı üzerine kurarak hikâye içinde hikâye yaratıyor ve böylece hem yazma-yaratım sürecine seyirciyi dahil ediyor hem de Ingrid’in duygularını tetikleyen şeyleri açık ederek iki farklı hikâye/dünya arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor.
Vogt, Ingrid’in hayatıyla yazdıklarını birbirine katıyor ve aradaki bağın film boyunca bir an bile gevşemesine izin vermiyor. Bu tavrını son âna kadar koruyarak bilinçaltı-yaratıcılık ilişkisini de sorgulamaya devam ediyor. Ingrid’in korkuları, zayıflıkları, kompleksleri, yarattığı (hem kendisi hem rakibi olan) karakterden intikam alma arzusu ve fantezileri baskın geldikçe hikâye gerçekle gerçeküstü arasında gidip gelmeye başlıyor. Ingrid’in kocasıyla ilişkisi, yalnızlığı, evden çıkamayışı ve seslerle kurduğu ilişki zihnindeki öyküyü ve karakterleri dönüştüren temel etkenler oluyor. Evde başına gelen küçük bir kaza ya da kafasında kurduğu olası durumlar ve fikirler (kocasının onu aldatması, ona acıdığı için yanında kalması, kör bir kadının çekici olmaması…) Ingrid’in yazdıklarını kâbusa çevirmeye yetiyor. Kendisini bile göremeyen bir kadının, kocasının onunla ilgili ne hissettiğini tahayyül ederken zayıflıklarından yola çıkması bu kâbusu gerçek hayatın ta kendisi yapıyor.
Sona Ermek İsteyen Öykü
Ingrid, gerçeğe tutunmak isterken farkında olmadan kendi gerçekliğini değiştiriyor aslında. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilse de bir süre daha kendi gerçekliğinden kopmak istemiyor. Yenildiğini kabul etse bile yavaş bir düşüş istiyor belki de. Ama unutmamak için kocasına anlattırdığı sokaklar, binalar, parklar, kendi kendine tekrarladığı anılar, ayrıntılar, seslerle ayrıştırabildiği renkler, hiçbiri gerçeğin dönüşümünü engelleyemiyor. Başka bir gerçekliğin içinde yaşamaya başlıyor Ingrid. Fakat, Ingrid’in karanlığının, belirsizlik ve zayıflıklarla dolu dünyasının, bu dönüşümün kaçınılmazlığını göstermek açısından yetersiz kaldığını da belirtmek gerek. Vogt, belki de bunun farkında olduğu için hikâyenin gerçeküstü taraflarını deşmeye, öne çıkarmaya çalışıyor ancak bu da yazarın iç dünyasını resmetmekten öteye gidemiyor. Asıl mesele, yani Ingrid için gerçekliğin yeniden şekillenmesi yönetmenin filmin ilk yarısında bıraktığı gibi kalıyor.
Halbuki, Tekrar ve Oslo, 31 Ağustos’ta olduğu gibi ‘yalnızlık’ böyle bir metni açmak için yeterince alan sağlıyor Vogt’a. Şehri fazla göstermeden hikâyesine katmayı, hatta Norveç’te 2011 yılında gerçekleşen saldırıları da korku-yalnızlık denkleminin içine yerleştirmeyi beceriyor. Ingrid’in yalnızlığı ve yazdıkları, komşu adamın yalnızlığı ve asosyalliği, onun hoşlandığı kadının yalnızlığı ve sonradan başına gelenler hikâyedeki bütün çatışmaların iç içe girmesini sağlıyor. Böylelikle gerçek karakterlerle Ingrid’in zihnindeki karakterler rahatlıkla iki dünyaya da girip çıkabiliyor. Kocası Morten ise Ingrid’in zihninde bu geçişin başkarakteri olarak yer buluyor. Ve, kaybetme korkusu, arzular ve fiziksel yetersizlik Ingrid’in gözünde Morten’in zamanla gerçekliğini yitirmesine neden oluyor. Körlük’ün senaryosundaki dağınıklığın sebebi olarak bu durumu göstermek mümkün: Vogt, mesele edindiği kavramları sorgulamaktan vazgeçip hikâyesini yazarın iç dünyasındaki kuruntuların gerçeküstü dışavurumları üzerinden anlatmaya başladığında geriye sadece sona ulaşmayı bekleyen konvansiyonel, hatta yüzeysel bir öykü kalıyor. Hikâyenin iki itici gücü olan yalnızlık ve korku ikinci bölümde entrikalarla kâbusa dönüşen zihnin içinde eriyip gidiyor.
Her noktasında acı ve hüzün taşımaya müsait bir hikâyeyi mizah ve gerilimle başka bir tona büründürmesi ise Vogt’un en büyük başarılarından biri. Özellikle Ingrid ile Martin’in yatak odasında geçen sahneleri mizahi açıdan çok iyi yazılmış. Vogt, ilişkileri ve cinsel ilişkileri yorumlarken de yeni çağın teknolojilerini hesaba katıyor ve bir şimdiki zaman hikâyesi anlattığını sık sık belli ediyor. Böylelikle biçimsel olarak da önceki senaryolarının peşinden gidiyor, şehir ve günümüz dünyasından ayrı düşünülemeyen karakterleri anlatmaktaki ısrarını sürdürüyor.
Gazeteci, sinema yazarı, senarist. 2008-2013 arasında NTV-Ntvmsnbc’de muhabirlik ve kültür-sanat editörlüğü yaptı. Birçok gazete, dergide söyleşi ve yazıları yer aldı, televizyonda ve online platformlarda sinema programı hazırlayıp sundu. 2018’de YouTube’da yayın hayatına başlayan Kutsal Motor kanalının ortak kurucularından. Halen film eleştirileri ve dizi incelemeleri yazmakta.