Taş Bebek: Parçalı Yaşam
Joanna Kos-Krauze ve Krzysztof Krauze’nin birlikte yazıp çektikleri Taş Bebek (Papusza, 2013) ilk Çingene şairlerden biri olan, Romanca adı Papusza ile tanınan Polonyalı Bronisława Wajs’ın yaşamını ve şiirini keşfe çıkıyor. Taş Bebek MUBI Türkiye‘deki İstanbul Film Festivali özel seçkisi kapsamında gösterimde.
Şükran Yücel
Bu yazı Altyazı’nın 140. sayısında yayımlanmıştır.
33.İstanbul Film Festivali ve 17. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin dikkat çeken filmlerinden biri de Papusza’ydı.1 İlk Çingene şairlerden biri olan, Romanca adı Papusza ile tanınan Polonyalı Bronisława Wajs’ın acılı yaşamının izini süren film, siyah-beyaz görüntülerinin güzelliğiyle de öne çıkıyor. Joanna Kos-Krauze ve Krzysztof Krauze’nin birlikte yazıp çektikleri film için uzun süren bir araştırma ve hazırlık yaptıkları anlaşılıyor. Papusza’nın hayatına, Çingenelerin büyük tarihî olaylar sırasında yaşadıklarına odaklanan filmde Papusza’nın şiirleri birkaç dize dışında yer almıyor. Filmin bu tavrı, seyircide Papusza’nın şiirini keşfetme arzusu uyandırıyor. Film, Papusza’nın yaşlılık günlerinden çocukluğuna, gençlik günlerine, bir yabancının obalarına katılmasına, gezginlikten yerleşik günlerine gidip gelmelerle, Papusza’nın hayatını parça parça anlatıyor. Yönetmenlerin bilinçli tercihi olan bu parçalı kurgu, filmin seyrini güçleştirse de, kahramanının ve Çingenelerin parçalanmış hayatlarıyla uyum gösteriyor.
Çingenelerin ‘lanet’ konusunda pek çok inancı var. Filmde de kabilesi Papusza’yı Çingenelerin sırlarını bir yabancıya söylediği için lanetliyor. Şiirlerinin lanetli olduğuna inanan Papusza onları mutfak ocağında yakıyor; bütün bunlar okuyup yazdığı için başına geldiğini düşünüyor. Bir süre akıl hastanesinde kalır ve şiiri bırakmaya karar veriyor. Çingenelerin, hiç yer yurt edinmemek üzere yollarda gezmeye mahkûm edildiklerine dair bir inançları olduğunu Da biliyoruz. Bir gün bu lanetin kalkacağına dair belli belirsiz bir müjde de yer alıyor mitolojilerinde. 1950’de Polonya Hükümeti, gezgin olan çingenelere yerleşmeyi zorunlu kılan bir yasa çıkartıyor. Filmde de Papusza, oğlunun okula gidebilmesi için bir kasabaya yerleşmeyi savunanlar arasında. Ancak yerleşik hayata geçtikten sonra hayatları daha da zorlaşıyor, geçim kaynaklarını kaybediyorlar.
Çingenelerin yazılı bir dili, alfabesi yoktur. Berger’in ‘Çingene Mitolojisi’ kitabında şöyle geçer: “Çingene lideri Zanko, ‘Bizim bir yazı diline sahip olmaya hakkımız yok, bu bizim lanetimizdir’ demişti. Daha elli yıl önce, Balkanlar’da yaşayan halklar, Çingenelerin bir yazı dilinin olmayışını, uğradıkları ‘lanet’in sonucu olarak görmekteydiler: Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinde kullanılan çivileri imal ettikleri için, Tanrı aslında bütün insanlara bahşedilen yazıyı bir tek Çingene halkından esirgemiştir.”2 Bu tür bilgilerden, ‘lanet’in Çingenelerin yaşamlarını etkileyen en önemli inançlardan biri olageldiğini öğreniyoruz.
ARPLARLA ISSIZ YOLLARDA
Pek çok ülkede ezilen, dışlanan Çingeneler, asimilasyona uğrayıp geleneklerinin birçoğunu, kültürel özelliklerini kaybetseler de bazı inançlarını, âdetlerini ve ritüellerini korumuşlar. Papusza’da da 1909-1971 arasında yaşanan büyük değişimlere tanıklık ediyoruz. Filmde katliam sonrasını gördüğümüz bir ahır sahnesiyle geçiştiriliyor ama 1940’lardaki Nazi soykırımından kıl payı kurtulduklarını Bronisława Wajs’ın en uzun şiirinden öğrenmek mümkün. Nazilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında 500 bin Çingeneyi öldürdükleri, bu sayının o dönem Avrupa’da yaşayan Çingene nüfusunun üçte ikisi olduğu bilgisi birçok kaynakta yer alıyor. Wajs’ı ‘Kanlı Gözyaşları’ adlı şiirine “Volyn’de 1943-44’te Alman subaylarından çektiklerimiz” notu düşülmüş. Ormanda nasıl aç susuz saklandıklarını, soğuktan ve açlıktan çocukların öldüğünü anlatıyor; “Almanları kör et” diye küçük yıldıza dua ediyor.
Bronisława Wajs’ın lirik şiirlerinde içinde yaşadıkları doğa olaylarından esinlendiğini görüyoruz. Rüzgâr, fırtına, orman, nehir, ağaçlar, yaban mersini, otlar, çiçekler, yaprak küpeler şiirinde geziniyor. Ama o, insanları tarafından suçlanınca, içinden gelen şiirin sesini susturamadığı için lanet ediyor kendisine. Yaşamının son yıllarında tarot falı bakıp dilencilik yapıyor, tavuk çalıyor, kendi halkına ve ailesine uğursuzluk getiren bir lanetle doğduğuna inanıyor. Roman topluluklarında da kadınların pek çok âdet, gelenek ve tabunun baskısı altında olduklarını görüyoruz.
Dönem fotoğraflarıyla oynanarak elde edilen olağanüstü siyah beyaz görüntülerin yanında, atların çektiği kağnıların, üzerlerine yüklenmiş arplarla ıssız yollarda Çingeneleri bilinmeyen yerlere taşıyışı da, filmin unutulmaz kareleri arasında. Doğanın koruması altındaki göçebe hayatın zorluklarının yanında, başını alıp gitmenin dayanılmaz çekiciliği de bu karelerde görünür hale geliyor. Yönetmenler filmde yansıttıkları hayata mesafeli baksalar da bu büyüyü hissedebiliyoruz. 52 yıla yayılan karmaşık bir dönemdeki olayları parça parça sahnelerle vermeleri, 1971’den 1909’a, 1920’lere, 40’lara ve 50’lere atlamaları, Bronisława Wajs’ın yaşamını kronolojik bir sıralama içinde görmemizin önüne geçiyor. Gene de Joanna Kos-Krauze ve Krzysztof Krauze bizi o günlere götürerek, üzerimizde güçlü bir etki bırakmayı başarıyorlar.
NOTLAR
1 Filmin Türkçe adı, Taş Bebek’in sorunlu olduğunu düşünüyorum. Taş bebek, Türkçede doğal olmayan süs bebeklerini hatırlattığı için yeryüzünün en içten ve doğal şiirlerini yazmış bir şaire yakışmıyor. Daha çok Gönül Yazar’ın başrolünü oynadığı bir Yeşilçam filmini çağrıştırıyor.
2 Hermann Berger, Çingene Mitolojisi (Ankara: Ayraç Yayınları, 2000).