The Brutalist: Bir Holokost Mağdurunun Sanatçı Olarak Portresi

Senenin en iddialı yapımlarından, Brady Corbet’in üçüncü uzun metrajı The Brutalist, “Oscar yemi” diye tabir edilen filmlerin bütün özelliklerini taşıyor. Amerikan kapitalizminin çürümüşlüğü, sanatçının sermayeyle imtihanı, Holokost mağdurlarının dramı ve göçmen deneyimi gibi konulara odaklanan film, değindiği hiçbir meselenin hakkını tam olarak veremiyor.
Genç yaşta oyunculuktan yönetmenliğe terfi eden Brady Corbet’in üçüncü uzun metrajı The Brutalist’e (2024) methiyeler düzen eleştirmenlerin filme yakıştırdığı sıfatlar – “anıtsal”, “heybetli”, “destansı”, vb. – genelde hep büyüklüğe vurgu yapıyor. Bunda şaşılacak bir şey yok, zira gerek üç buçuk saatlik süresi gerek geniş bir tarihsel dönemi kapsaması gerekse tarihsel ve toplumsal öneme sahip meselelere değinmesi itibariyle her açıdan “büyük” olmayı arzulayan bir film The Brutalist. Hiç kuşku yok ki The Brutalist, filmlerinde hep büyük meselelere değinmeye kalkışan, hem görsel estetiği hem de anlatım tarzıyla fark yaratmaya çalışan Corbet’in şimdiye kadarki en iddialı filmi. Etkileyici müziklerinden havalı jenerik dizaynına, 1960’lardan beri kullanılmayan, modası geçmiş Vista Vision formatında çekilmesinden zaman zaman devamlılık mantığından uzaklaşıp art arda yapılan şık kesmelerle kendine dikkat çeken kurgusuna kadar filmin her bir detayına özenildiği belli. Kısacası gerek sinematografisi, gerek ses tasarımı gerekse oyunculukları yönünden eleştirmenlerin öve öve bitiremediği The Brutalist, “Oscar yemi” (Oscar bait) diye tabir edilen filmlerin bütün özelliklerini taşıyor. Oscar sezonuna yakın tarihlerde vizyona giren, Oscar heykelciği kapma amacı güden bu tür filmler Oscarlara giden yolda denenip başarıya ulaşmış formüllerden şaşmaz. Dönem filmlerinin, epik filmlerin, biyografik filmlerin, aile melodramlarının Oscar yarışında hep bir adım öne çıktığı düşünülürse The Brutalist de işini sağlama alıyor. Zira üç Oscar’lı Piyanist (The Pianist, 2002) ile yedi Oscar’lı Schindler’in Listesi’nden (Schindler’s List, 1993) de biliyoruz ki Oscar yolunda en fazla şansı olan filmler trajik ve melodramatik olaylarla dolu Holokost dramları. Nitekim hâlihazırda Gümüş Aslan, üç Altın Küre ve En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu dahil on dalda Oscar adaylığına sahip The Brutalist’in birden fazla Oscar’la taçlandırılmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Amerika’da Brütalist Bir Mimar
Kurmaca bir faşist diktatörün 1910’lar Avrupa’sında geçen çocukluğunu konu alan Bir Liderin Çocukluğu (The Childhood of a Leader, 2015) ve sınıf arkadaşının gerçekleştirdiği okul katliamından yaralı kurtulup pop starlığa yükseldikten sonra şöhretin yıkıcı etkilerine yenik düşen bir karaktere odaklanan Vox Lux’un (2018) ardından Corbet, The Brutalist’te yine kurmaca bir karakterin uzun yıllara yayılan hayat hikayesini anlatıyor. Bu kez ABD’ye göç eden Holokost mağduru Yahudi asıllı Macar mimar Laszlo Toth var filmin odağında. “Varmanın Gizemi” (1947-1952) ve “Güzellik Çekirdeği” (1953-1960) başlıklarını taşıyan iki bölümün yanı sıra uvertür, epilog ve filmin süresine dahil on beş dakikalık bir aradan oluşan The Brutalist, Toth’un ABD’ye adım attığı 1947’den 1980’de geçen epiloğa kadar otuz üç yıllık bir zaman dilimini kapsıyor. Toth’u ABD’ye vardığında karşılayan Özgürlük Heykeli’nin kadrajda tepetaklak yer alması, Toth’un “Özgürlükler Ülkesi”nde aradığını bulamayacağını en baştan ele veriyor. ABD’de yaşayan asimile olmuş kuzeni tarafından kapı dışarı edildikten sonra beş parasız ve evsiz kalan Toth’un şansı, Pensilvanyalı milyoner Harrison Lee Van Buren’ın onu himayesine almasıyla dönecek gibi oluyor. Toth’u rahmetli annesi adına devasa bir halk merkezi inşa etmekle görevlendiren Van Buren, Toth’un Avusturya sınırında sıkışıp kalmış karısı Erzsebet ile yeğeni Zsofia’nın da ABD’ye getirtilmesini sağlıyor. Lakin Van Buren’ın görünürdeki bu iyilikperverliğinin ağır bir bedeli olduğu ortaya çıkıyor sonradan.
Film adını 1950’lerde yaygınlaşan modernist bir mimari akım olan Brütalizm’den alıyor. İşlenmemiş, ham betonun yoğun olarak kullanıldığı, süslemelere yer vermeyen, işlevselliği ön plana çıkaran, geometrik şekiller ve sert açılarla karakterize Brütalizm, yerleşik estetik standartlara uymadığından vaktiyle epey tepki toplamış bir akım. Modernist mimari akımların beşiği Bauhaus’ta öğrenim görmüş, ABD’ye göçmeden önce Macaristan’da Brütalist yapılar inşa etmiş yetenekli bir mimar olan Toth, gerçek tarihsel figürlerden, bilhassa 1937’de göç ettiği ABD’de Brütalist yapılar inşa eden Bauhaus okulu üyesi Yahudi asıllı Macar mimar Marcel Breuer’den esinlenerek yaratılmış bir karakter.[1] Ama esasen Toth, Coppola’nın Megalopolis’ine (2024) de ilham veren King Vidor imzalı Hayatın Kaynağı (The Fountainhead, 1949) filmindeki ne pahasına olursa olsun estetik ilkelerinden taviz vermeyen modernist mimarın soyundan geliyor. Zira Toth da hiçbir koşulda sanatsal vizyonundan taviz vermeye yanaşmıyor. Van Buren’ın danıştığı başka bir mimarın projede değişiklikler yapmak istediğini öğrenince köpürüp ortalığı birbirine katan Toth, bu değişikliklere razı olmaktansa ücretinden feragat etmeye dahi hazır. Ne var ki Hayatın Kaynağı’nın Amerikan bireyciliğinin temsilcisi olarak yüceltilen başkarakterinin aksine The Brutalist’in Toth’u trajik bir figür olarak resmediliyor. Öyle ki Toth, Amadeus (1984), Pollock (2000), Frida (2002), New York Yanılsamaları (Synechdoche, New York, 2008)gibi filmlerde karşımıza çıkan “acı çeken sanatçı” (tortured artist) stereotipinin birçok özelliğini bünyesinde barındırıyor. İlhamını çektiği acılardan devşiren, zihinsel ıstırabın pençesinde kıvranan, toplumla ve çevresindekilerle sürekli çatışma içinde, delilikle dahilik arasındaki sınırda dolaşan yetenekli bir sanatçı o da. Üstüne üstlük kırık burnunun acısını dindirmek amacıyla kullanmaya başladığı eroini bırakamadığından uyuşturucu müptelası olup çıkıyor. Van Buren için tasarladığı halk merkezi projesinin Toth’un hayatını tüketen bir takıntıya dönüştüğünü görüyoruz filmde. Karısının bir sahnede Toth’a “Bu projenin seni çıldırtmasına izin verme” demesi bundan.
Corbet, acı çeken sanatçı stereotipi ile ABD’ye göç eden Holokost mağduru Yahudi figürünü Toth karakterinde bir araya getirerek bir taşla üç kuş vurmayı hedefliyor. Böylece Toth karakteri, hem sanatçının sermayeyle imtihanı hem Holokost travması hem de göçmen deneyimi hakkında söz söylemenin bir vasıtasına dönüşüyor. Lakin Toth’un Holokost sırasında yaşadığı travmatik deneyimlere dair bilgi verme zahmetine girmiyor yönetmen. Toth’un başından geçenleri, Toth’u canlandıran Adrien Brody’nin yüzündeki kederli ifadeden çıkarsamamız bekleniyor belli ki. The Brutalist’te Brody’nin, Nazi işgali altındaki Varşova’da gizlenerek hayatta kalmaya çalışan Yahudi asıllı Polonyalı bir piyanisti canlandırdığı Piyanist filmindeki Oscar ödüllü performansının bir benzerini sergilediğini görüyoruz. Bu oyuncu tercihiyle Corbet, Piyanist’teki karakterin yaşadığı travmaların yankısının The Brutalist’te duyulmasını istiyor belki de. Gelgelelim filmde Toth’un maruz kaldığı zulme dair tek bir sahneye dahi yer verilmediğinden Holokost mağduru kimliği, adeta üzerine yapıştırılmış bir etiket gibi iğreti duruyor. Filmin 1980 yılında geçen epiloğunda Zsofia’nın Toth’un yaşadığı Holokost travmasıyla eserleri arasında bağ kuran sözleri de havada kalıyor bu yüzden. Toth’un Van Buren halk merkezini tasarlarken Buchenwald toplama kampının mimarisinden ilham aldığı fikri, filmin geneline yedirilmediğinden yapıştırma gibi duruyor.
Nasıl ki Toth’un Holokost mağduru kimliğinin içi doldurulmadan kalıyorsa Yahudi göçmen kimliği de hakkıyla işlenmiyor. The Brutalist’in ABD’de antisemitizme maruz kalan Yahudi göçmenlerin deneyimi hakkında söyleyecek pek bir sözü yok. Kuzeni Attila’nın Katolik karısının attığı iftira ve varlıklı beyaz Anglo-Saxon Protestan (WASP) müşterisi Van Buren ile oğlunun aşağılayıcı davranışları dışında Toth’ın yabancı düşmanlığına maruz kaldığını görmüyoruz. Halk merkezinin inşa edildiği Doylestown kasabası halkının yabancı olduğu için Toth’a güvenmediğine dair söylentiler dolaşsa da Toth’un kasabalılarla bir çatışma yaşadığına da tanık olmuyoruz. Bu nedenle Toth’un Erzsebet’e “Bizi burada istemiyorlar, bizi burada istemiyorlar” diye feryat etmesi biraz abartılı kaçıyor. Son tahlilde Toth, ete kemiğe bürünmüş bir karakterden ziyade acı çeken sanatçı, Holokost mağduru ve Yahudi göçmen kimliklerinin üzerine iliştirildiği çok amaçlı, içi boş bir figür izlenimi veriyor. İşte bu yüzden olsa gerek duygu kokteyli yaratacak bütün malzemelerin varlığına rağmen – Holokost, travma, tecavüz, uyuşturucu bağımlılığı, Toth’un Erzsebet’e kavuştuğunda onu tekerlekli sandalyeye mahkum bulması, uzun süre ayrı düşen Toth ile Erzsebet’in ilişkisindeki duygusal gelgitler, vb. – The Brutalist duygusal açıdan kısır bir film tadı bırakıyor.
Başarısız Bir Amerikan Rüyası Eleştirisi
The Brutalist’in ana çatısını, Toth’un onu kovup geri çağıran, ardından tekrar kovup tekrar geri çağıran zengin müşterisi Van Buren ile arasındaki fırtınalı ilişki oluşturuyor. Filmin “kötü adamı” Van Buren da ete kemiğe bürünmüş bir karakter değil, Amerikan kapitalizminin çürümüşlüğünü ve sığlığını temsil etmek amacıyla filme yerleştirilmiş bir figür sadece. Gerçi Van Buren’ın – örneğin Kan Dökülecek’teki (There Will Be Blood, 2007) Daniel Plainview karakterinin aksine – kapitalizmin temsilcisi olarak algılanmasını sağlayacak özelliklerle donatıldığı da söylenemez ama filmde ona biçilen rol bu besbelli. Van Buren’ın İkinci Dünya Savaşı sırasında köşeyi döndüğünden bahsediliyor, ama ne nasıl köşeyi döndüğü ne de tam olarak hangi işle meşgul olduğu konusunda net bir bilgi veriliyor. “Bir küpü onun inşa edilişinden daha iyi ne açıklayabilir?” gibi derin laflar eden Toth’un dehasından etkilenerek “sohbetimizi entelektüel açıdan doyurucu buluyorum” deyişiyle, abartılı bağırış çağırışları ve jestleriyle düpedüz karikatürü andıran bir figür Van Buren. Kendisinin mahrum olduğu sanatsal yeteneğe parayla sahip olma hırsıyla yanıp tutuşan Van Buren ile Toth arasındaki ilişki, sermaye ile sanat ilişkisinin metaforik bir temsili olarak sunuluyor filmde. Sermayenin her şeye hükmetme, sanatçıyı sömürme, onun üzerinde tahakküm kurma arzusu Van Buren şahsında cisimleşiyor. The Brutalist’te sermaye hem metaforik hem de düz anlamıyla sanatçının ırzına geçiyor.
Van Buren’ın kocasına tecavüz ettiğini öğrendikten sonra o güne dek Amerika’da yaşamaktan hiç de şikâyetçi görünmeyen Erzsebet’in “bu ülke çürümüş, bu topraklar çürümüş” diye söylendiğine tanık oluyoruz. Kısa yoldan Van Buren’ın çürümüşlüğünden Amerika’nın çürümüşlüğüne varıyoruz böylelikle. Gelgelelim alçak bir tecavüzcü olarak resmedilen Van Buren karakteri üzerinden yapılan bu Amerikan kapitalizmi eleştirisi bir hayli güdük kalıyor – tıpkı Özgürlük Heykelinin tepetaklak görüntüsü üzerinden yapılan Amerikan Rüyası eleştirisi gibi. Hem Amerikan Rüyasının iflası (Muhteşem Gatsby [The Great Gatsby, 1974], Yaralı Yüz [Scarface, 1983], Sıkı Dostlar, [Goodfellas, 1990]) hem de Amerikan kapitalizminin çürümüşlüğü (Yurttaş Kane [Citizen Kane, 1941] Kan Dökülecek, Amerikan Sapığı [American Psycho, 2000]) başka filmlerde daha başarılı bir şekilde işlendi oysa. Dolayısıyla The Brutalist’in Kan Dökülecek ve Baba II (The Godfather Part II, 1974) ile boy ölçüşecek bir “Amerikan destanı” olduğu, daha da ötesi büyük Amerikan romanlarını andırdığı tarzındaki abartılı yorumlara[2] katılmak mümkün değil. Hattâ tam aksine The Brutalist, savaş sonrası Amerika’sının toplumsal ve politik iklimini yansıtmaktan fersah fersah uzak. Filmin büyük bölümü McCarthy’nin başını çektiği antikomünist cadı avının zirveye çıktığı 1950’lerde geçtiği halde filmde Soğuk Savaş atmosferinin ne görsel ne de işitsel bir izine rastlamak mümkün. Dahası Toth’un en yakın arkadaşı Gordon Afrikalı-Amerikalı olduğu hâlde 1954’ten itibaren hız kazanarak süren Yurttaşlık Hakları Hareketi’nin de esamesi okunmuyor. Filmde gösterilen Pensilvanya eyaletinin reklamını yapmak amacıyla 1950’lerde çekilmiş 27 dakikalık bir filmden[3] alınmış klipler de dönemin toplumsal ve politik iklimine ışık tutacak detaylar içermiyor. Yönetmenin amacı bu kliplerde çizilen ideal Pensilvanya imajıyla Toth’un yaşadıkları arasındaki tezatı vurgulayarak ironi yapmaksa şayet film bu hissiyatı vermeyi de başaramıyor maalesef. Amerika’da yaşanan gündelik hayata dair de bir şey görmüyoruz filmde. Sözgelimi filmin ikinci bölümünün başında Toth ve Erzsebet’in New York’a taşındıklarını, kesmelerle birleştirilen New York’taki gökdelenlerin alt açı çekimlerinden anlıyoruz. Her iki karakteri de New York’ta gündelik hayatın içinde, sözgelimi sokakta yürürken, çalıştıkları mimarlık ofisi ya da gazete ortamında gösteren tek bir sahne bile yok. Sonuç olarak The Brutalist, Amerikan kapitalizminin çürümüşlüğü, Amerikan rüyasının iflası, sanatçının sermayeyle imtihanı, sanat için yapılan fedakârlıklar, “Özgürlükler Ülkesi” ABD’nin aslında bir hapishaneden farksız oluşu, Holokost mağdurlarının dramı, travma, göçmen deneyimi, asimilasyon, ABD’deki yabancı düşmanlığı, antisemitizm, Siyonizm, uyuşturucu bağımlılığı gibi her biri başlı başına film konusu olacak bir dizi meseleye el atayım derken hiçbirinin hakkını vermeyi başaramıyor. Bir de ima ile geçiştirilen ensest mevzu var. Van Buren’in oğlu Harry ile ikiz kız kardeşi arasında ensest ilişki olup olmadığı, Van Buren’in Harry’i istismar edip etmediği cevabı verilmeyen, izleyicinin yorumuna bırakılan sorular. Bütün bu “ses ve öfke”den geriye elimizde kala kala ne kalıyor peki? Görünen o ki filmin verdiği en net ve açık mesaj, İsrail’in Yahudilerin yegâne evi ve vatanı olduğuna yaptığı vurgu. İlkin Zsofia’nın dile getirdiği, filmin sonunda Erzsebet’in yaşadıklarından çıkardığı ana fikir bu. İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırım politikalarını hız kesmeden sürdürdüğü günümüzde sorumluluk sahibi sanatçılardan beklentimiz, eserlerinde geçmişten bahsederken dâhi bunu Siyonizm propagandasına savrulacak şekilde yapmamaya özen göstermeleri. Ne var ki The Brutalist bu açıdan da sınıfta kalıyor.
[1] Hem Brütalizmi hem de Breuer’in sanatını yanlış yansıttığı için filmi topa tutan mimarlık camiasının filme yönelttiği eleştiriler için bkz. Oliver Wainwright, “Backlash Builds: Why the Architecture World Hates the Brutalist”, The Guardian, https://shorturl.at/5NnU1
[2] Örneğin Guy Lodge, “The Brutalist second look review: Brady Corbet’s handsome, humane American epic”, BFI, https://shorturl.at/fxqeP
[3] Bkz. Stephen Silver, “This 1950s pro-Pennsylvania film has a starring role in ‘The Brutalist’”, The Philadelphia Inquirer, https://shorturl.at/Agvau

İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatında yüksek lisans, Bahçeşehir Üniversitesi Sinema ve Medya Araştırmalarında doktora yaptı. Bir süre öğretim üyesi olarak çalıştı. Sinema, edebiyat, eleştiri ve kültür kuramları üzerine düşünüyor ve yazıyor.