Şu An Okunan
41. Vancouver Film Festivali İzlenimleri

41. Vancouver Film Festivali İzlenimleri

Pacifiction

Bu yıl 41. kez düzenlenen Vancouver Film Festivali her zaman olduğu gibi festival sezonunun öne çıkan pek çok filmini bir araya getiriyor. Festival seçkisi aynı zamanda Kanada ve Uzakdoğu sinemalarının güncel durumuna dair önemli bir platform oluşturuyor.

Her sene sonbahar ayları pek çok prestijli festivalin yılın en çok ses getiren filmlerini göstermek için birbiriyle yarışmasına tanıklık eder. Genellikle Venedik bu festival sezonunun başlangıcı ve en önemli ayağı olarak kabul edilir, ardından ise Toronto, Telluride, New York ve Londra’da yüksek profilli etkinlikler düzenlenir (Türkiye’de Altın Koza, Altın Portakal ve Filmekimi’nin kısa bir süre aralığında üst üste gerçekleşmesi de benzer bir durum olarak görülebilir). Ekim ayının ilk haftasında düzenlenen Vancouver Film Festivali de bu yoğun festival koridorunda kendine özgü bir yere sahip, oldukça saygın bir etkinlik. Bu yıl 41. kez düzenlenen festival hem diğer festivallerde beğeni toplamış en önemli filmleri kendi yerel izleyicisiyle buluşturuyor, hem Berlin ve Cannes’da prömiyerini yapmış bazı yapımların Kuzey Amerika’daki ilk gösterimlerine ev sahipliği yapıyor, hem de Kanada sinemasının en dikkate değer örneklerine uluslararası bir platform sağlıyor.

Bu yılın Vancouver Film Festivali de etkinliğin bu çok yönlü kimliğini ve her zamanki küratöryel önceliklerini yansıtır nitelikteydi. Programın en yoğun ilgi gören filmleri arasında Altın Palmiye ödüllü Triangle of Sadness ya da bu yılın Altın Ayı sahibi Alcarrás vardı kuşkusuz, ama daha maceraperest sinemaseverler bu popüler yapımların yanında risk almaktan çekinmeyen Kanada filmlerini ya da Uzakdoğu’dan çarpıcı keşifleri izleme fırsatı da buldular. Benim için festivalin (ve yılın) en iyi filmi Albert Serra’nın Cannes’da yarışan neo-kolonyal politik gerilimi Pacifiction (Tourment sur les îles) idi ama programın esas sürprizleri ev sahibi ülkeden geldi. Serra’nın hülyalı bir karakter portresi olarak tanımlanabilecek, hem durağan hem baş döndürücü, hem alaycı hem karanlık filmine ayrı bir parantez açmak gerek. Zira son yarım saatinde neredeyse hipnotize edici bir rüyaya (ya da kâbusa) dönüşen Pacifiction güncelliğini koruyan sömürgecilik sistemine, bu sistemin temelindeki kibire ve kendini daima haklı görme hâline, bin bir çeşit politik manipülasyona dair usta işi bir film. Ama Vancouver programında benzer biçimde rüyavari bir üslup tutturan ve film grameriyle yaratıcı biçimlerde oynayan daha alçakgönüllü örnekler de vardı.

Kanada Yapımları

The Maiden
The Maiden

Bunların başında Graham Foy imzası taşıyan Kanada yapımı The Maiden geliyor. İlk filmlerden beklenmeyecek bir olgunlukla çekilmiş olan The Maiden, Gus Van Sant’in 2000’lerde yönettiği filmleri, özellikle de Paranoid Park’ı (2007) anımsatan bir durağanlığa sahip. Alberta yakınlarındaki kırsal bir bölgede günlerini aylaklık ederek geçiren iki arkadaşı takip eden hikâye, hem melankolik bir ruh hâli yakalıyor hem de izleyiciyi beklenmedik şekilde huzursuz ediyor. Trajik bir kazanın ardından The Maiden’ın kayıpla yüzleşme sürecine odaklanan dokunaklı bir drama evrildiğini sanmak mümkün, ama Foy öyküye üçüncü bir genç karakter dâhil ederek ve karakterler arasında neredeyse ruhani bir bağ kurarak izleyiciyi şaşırtmayı başarıyor. Mekânın ıssızlığını ve karakterlerin yalnızlığını vurgulayan Foy, keder ve tekinsizlik arasında ustalıkla gidip gelen bir hayalet öyküsüne imza atıyor. 

Falcon Lake
Falcon Lake

Benzer şekilde genç karakterleri takip eden, bir tür hayalet öyküsü olarak da tanımlanabilecek diğer Kanada filmi, dünya prömiyeri Cannes Film Festivali’nin Yönetmenlerin On Beş Günü seçkisinde yapılan Falcon Lake idi. Charlotte Le Bon’un yönettiği film, tatil için göl kenarındaki evlerine gelen bir aileyi merkezine yerleştiriyor ve ailenin oğlu Bastien ile Chloé isimli bir genç kız arasındaki yakınlaşmaya odaklanıyor. Falcon Lake ilk bakışta cinselliğin keşfi ve ilk aşk benzeri temalarla ilgilenen nostaljik bir büyüme hikâyesi gibi görünüyor. Zaten Le Bon’un ergen cinselliği gibi riskli bir konuya duyarlı, şiirsel bir üslupla yaklaşması takdire şayan. Ama bana kalırsa Falcon Lake’in esas meziyeti âdeta bir korku filmine aitmiş gibi görünen öğeleri (gölde bulunan bir ceset, gece saatlerinde yaşanan tehlikeli olaylar, hayalet olup olmadığı tam anlaşılmayan karakterler) bu zarif hikâyeye neredeyse izleyiciye belli etmeden yedirmesi. Türün klişelerinden uzak duran Le Bon, naif bir aşk öyküsünü o kadar yumuşak biçimde ürkütücü öğelerle harmanlıyor ki Falcon Lake’te önemli bir yer tutan kayıp kavramı, filmin sonuna geldiğimizde pek çok anlam kazanmış oluyor sessiz sedasız şekilde. Hem kısacık süren bir ilk aşkın kaybı, hem zamanın hızla akışı (yani çocukluğun ve gençliğin kaybı), hem de geri dönüşü olmayan, tam olarak yüzleşilemeyen bir kayıp (ölüm veya fiziksel varlığın kaybı diyebiliriz) hakkında bir film var karşımızda.

Gidiş O Gidiş

Vancouver Film Festivali her sene programında Türkiye yapımı filmlere de yer veriyor. Bu sene Türkiye’yi Vancouver’da temsil eden film ise yönetmenleri arasında Burak Çevik’in de bulunduğu Kanada-Türkiye ortak yapımı Gidiş O Gidiş oldu. Daha önce 2019 yılında Aidiyet filmiyle de Vancouver’a konuk olan Çevik’in Sofia Bohdanowicz ve Blake Williams ile birlikte yönettiği Gidiş O Gidiş, geçtiğimiz hafta Altın Portakal Film Festivali’nde de yarıştı ve Altyazı’nın festival günlüklerine konuk oldu. Dolayısıyla bu yazıda filmin biçimsel denemelerinden veya farklı üslup ve formatları bir araya getiren çok sesli bir anlatı oluşturmasından tekrar söz etmek yerine Gidiş O Gidiş’in Vancouver programındaki diğer Kanada yapımlarıyla nasıl bir diyalog kurduğuna bakmak daha faydalı olabilir. Bohdanowicz’in daha önceki belgesellerinde yer alan yakın bir dostunu kaybetmesi, filmin ana karakteri Audrey’nin yaşadığı yas sürecinde karşılık buluyor. Bu açıdan Gidiş O Gidiş ile The Maiden ve Falcon Lake arasında çarpıcı bir benzerlik var; üç film de ölümle ve kayıpla baş eden genç insanların deneyimlerine odaklanıyor. Üç filmde de bu kayıp, karakterleri âdeta felç eden, çevreyle ilişki kurmalarını engelleyen, onları izole eden ve kendi iç dünyalarına bakmaya yönelten bir süreç olarak çiziliyor. Ölüm üç filmde de öfke, çaresizlik, endişe gibi kavramlar vasıtasıyla değil de bir durağanlık hâli, bir tükenmişlik ve amaçsızlık hissi üzerinden betimleniyor (Gidiş O Gidiş’in orijinal ismi A Woman Escapes’in ünlü bir Bresson klasiğine atıfta bulunarak yaptığı hapsolmuşluk vurgusu bu açıdan dikkate değer). Fakat Gidiş O Gidiş aynı temalara daha oyunbaz şekilde yaklaşarak ve argümanını hikâyesiyle değil de film dilinin kendisiyle kurarak bahsettiğim diğer filmlerden ayrışıyor. Gidiş O Gidiş boyunca yönetmenlerin başka projeler için çektikleri parçaların bu filmin düzleminde yeniden yorumlanarak bir araya getirilmesi ya da 16mm, 3D ve 4K bölümlerin aynı filmde birleştirilmesi gibi faktörler, Audrey’nin ne yaptığı ya da ne söylediğinden daha önemli bir role sahip.

Queens of the Qing Dynasty
Queens of the Qing Dynasty

Gidiş O Gidiş kavramsal ve teknik denemeleriyle farklı bir noktada konumlansa da Vancouver programında görsel-işitsel tasarımıyla kalıpları yıkan başka Kanada filmleri de vardı. Örneğin Ashley McKenzie imzalı Queens of the Qing Dynasty defalarca intihara kalkışan Star isimli bir genç kadının An adlı bir hastane çalışanıyla kurduğu dostluğu anlatıyor ama bu görece banal dostluk hikâyesinden ziyade Star’ın sübjektif perspektifini yansıtan sıradışı ses tasarımı ve hastane odalarının ruhsuz, soğuk atmosferini çok iyi yakalayan görsel dokusuyla ön plana çıkıyor. Filmin iki saati aşan süresi ve tekrarlı hikâyesi bir noktadan sonra bu biçimsel denemelerin etkisini azaltıyor, ama McKenzie’nin özellikle filmin ilk yarısında benzersiz bir dünya kurmayı başardığını söyleyebiliriz. Sıradan nesnelerin takırtısı, adım sesleri, çınlamalar gibi ses öğelerini izole eden yönetmen, Star’ın bu sıradan seslerde bulduğu müziği (ya da ritimleri) ön plana çıkarıyor. Sessizliği normalde pek farkına varmadığımız gündelik gürültüyü fark edilir kılmak için kullanıyor, aynı sesleri Star’ın ruh hâlini yansıtacak küçük farklılıklarla yineliyor. Gri ve beyazın domine ettiği, boş ama sterilliği yüzünden boğucu hâle gelen mekânlarda çekilmiş sahnelere geniş yer ayırıyor. Her ne kadar metinsel anlamda izleyiciyi tatmin etmese de kendine özgü atmosferi için görülmeye değer bir film Queens of the Qing Dynasty.

Riceboy Sleeps
Riceboy Sleeps

Elbette Kanada sinemasının çok daha konvansiyonel örnekleri de Vancouver Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Geçen ay Toronto Film Festivali’nin yarışmalı bölümü Platform’da büyük ödülü kazanan Riceboy Sleeps, Güney Kore’den Kanada’ya göçen ve oğlunu burada tek başına büyüten bir annenin yürek burkan öyküsünü anlatıyor. Filmin anne ve oğul arasındaki kuşak çatışmasına ve kültürel entegrasyon sorunlarına dair söyledikleri oldukça tanıdık. Fabrikada çalışıp başka bir Koreli işçi ile dostluk kuran anne ile saçlarını uzatıp sarıya boyatan, çoğunlukla İngilizce konuşan oğlunun yolları kaçınılmaz biçimde ayrışıyor bir süre sonra. Ayrıca kanser hastalığının melodram katsayısını iyice yükselten bir araç olarak kullanılması da tartışmaya açık. Ama bu tarz sorunlara rağmen yönetmen Anthony Shim’in duygu sömürüsünden uzak durduğunu, başroldeki Seung-Yoon Choi’nin etkileyici bir performans sergilediğini, özellikle öykünün Kore’ye taşındığı son bölümlerde birinci sınıf görüntü yönetiminin dikkat çektiğini belirtmek lazım. Muhtemelen Kuzey Amerika’daki Kore göçmenleri hakkında bir film olarak sık sık Minari (2020) ile karşılaştırılacak olan Riceboy Sleeps, hem göçmenlik deneyimine yalnız bir kadının perspektifinden yaklaşarak farklı bir noktada konumlanıyor, hem de Minari’ye de hâkim olan insancıl yaklaşım sayesinde karakterlerinin ayrımcılık ve diğer göçmenlik sorunları karşısındaki kararlı duruşunu kutluyor. İzleyicinin duygularını hemen ele geçiren Riceboy Sleeps karşılaştıkları kültür karmaşası ile farklı şekillerde mücadele etmeye çalışan bir anne ve oğlunun hikâyesini fazla risk almadan, ama incelikli ve dokunaklı şekilde perdeye taşıyor.

Viking

Toronto’daki dünya prömiyerinin hemen ardından Vancouver’a gelen diğer Kanada yapımı ise Stephane Lafleur imzalı Viking idi. İsmini Kanada’daki bir uzay araştırmaları programından alan film çok tuhaf ve ilginç bir çıkış noktasına sahip. Diğer ülkeler uzay yarışında çıtayı yukarı çekip Amerika Mars’a insan gönderince, Kanadalı bilim insanları Mars’a giden astronotlarla benzer özelliklere sahip bir grup vatandaşını aslında dünyadan hiç ayrılmayan ama gerçek astronotların deneyimlerinin birebir kopyalandığı bir deneye tabi tutuyorlar. Sıradan insanların Mars’a giden astronotların yerine geçtiği psikolojik bir oyun olarak tanımlanabilir bu garip süreç. Lafleur, deneyin absürtlüğüne uygun, durağan bir mizah anlayışı benimsiyor. Saçma görünen durumların abartılı bir ciddiyetle ele alındığı sahneler, oyuncuların ifadesizliği ve filmin mesafeli üslubu bu mizah anlayışının birer parçası. Maalesef film ilerledikçe Lafleur durumu olduğundan daha dramatik hâle getiriyor ve insan doğası hakkında derin bir şeyler söylemeye uğraşıyor. Fakat bunda başarılı olamıyor çünkü öyküdeki bütün gelişmeler fazlasıyla bariz. Herhangi bir bilimkurgu filminde astronotların başına gelebilecek sorunlar Viking’de de yineleniyor. Grup üyeleri ayaklanıp şeflerini deviriyor, iki astronot arasında yöneticilerin tasvip etmediği bir yakınlaşma oluyor, geride bıraktıkları yakınlarından aldıkları kötü haberler astronotların dengesini bozuyor. Dolayısıyla çarpıcı çıkış noktasını tam olarak değerlendiremeyen, vadettiği ölçüde özgün ya da şaşırtıcı olmayan bir film var karşımızda. 

Uzakdoğu Filmleri

Plan 75
Plan 75

Vancouver Film Festivali genellikle Uzakdoğu filmlerine geniş yer ayıran ve Asya’dan önemli yönetmenlerin keşfedilmesine önayak olan bir festival olarak bilinir. Bunda Apichatpong Weerasethakul ve Jia Zhangke’nin ünlenmeden önce ilk filmleriyle Vancouver’da ödül kazanmış olması da etkilidir muhakkak. Fakat görebildiğim kadarıyla bu yıl Uzakdoğu filmleri için pek de parlak bir sene değil. Vancouver programındaki Japonya filmlerinden Plan 75, 75 yaşına gelen vatandaşların topluma yük olmamaları için oluşturulan devlet destekli bir ötanazi programını öyküleştiriyor. Belli bir yaşa ulaşan insanların zorluklar içinde yaşamaktansa ölmeyi tercih etmesine sebep olan faktörler (ekonomik zorluklar, izolasyon ve yalnızlık, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerindeki aksaklıklar) değerli bir toplum eleştirisine zemin hazırlıyor kuşkusuz. Ama yolları Plan 75 programı vasıtasıyla kesişen üç karakteri takip eden film, üç farklı öykü arasında mekik dokur ve giderek daha duygusal hâle gelirken, bu sansasyonel programın (hatta bir bakıma distopyanın) etik açıdan tartışmalı yönlerini, ortaya çıkardığı felsefi soruları es geçiyor. Öyküsünü konvansiyonel bir üslupla anlatırken çok rahatsız edici ya da karanlık olabilecek bir programı normalize ediyor, çıkış noktasının riskli taraflarıyla hiç ilgilenmiyor. Hikâyenin ana fikrini Altın Palmiyeli başyapıt Narayama Türküsü’ne (Narayama Bushiko, 1983) benzeten izleyicilerin, Shohei Imamura’nın unutulmaz filmindeki radikal yaklaşımdan çok uzakta seyreden sıradan bir melodramla yetinmesi gerekiyor.

Motherhood

Programdaki diğer Japonya yapımı Motherhood dünya prömiyeri Vancouver’da yapılan filmler arasındaydı. Kanae Minato’nun aynı adlı romanından uyarlanan film, annesini çok seven, hatta ilahlaştıran, ama kendisi anne olunca kızına karşı sevgi hissetmeyen bir kadının trajik öyküsünü anlatıyor. Motherhood Warner Bros. desteğiyle çekilmiş ve muhtemelen romanın popüler olduğu Japonya’da ilgi görebilecek anaakım bir melodram. Aynı gelişmeleri hem başkarakter Rumiko hem de kızı Sayaka’nın gözünden farklı şekillerde sunan film, bir intihar vakası aracılığıyla gerilim türüne de göz kırpıyor. Romanın farklı perspektifleri karşılaştıran anlatı yapısı ve annelik içgüdüsünü sorgulayan tematik ekseni oldukça ilginç. Ama yönetmen Ryūichi Hiroki bu materyali perdeye taşıma konusunda pek başarılı değil maalesef. Yönetmen melodramatik aşırılıklar ile gizem öğelerini bir araya getirmekte zorlanıyor, dolayısıyla filmin tonu son derece tutarsız. Bazı oyuncuların çok dengeli, bazılarının ise son derece abartılı performanslar sergilemesi de Hiroki’ye bu açıdan pek yardımcı olmuyor açıkçası.

Septet
Septet: The Story of Hong Kong

Hong Kong sinemasının yedi önemli yönetmenini bir araya getiren Septet: The Story of Hong Kong, aynı Motherhood gibi dağınıklık ve tutarsızlık sorunundan mustarip, ama bu tarz antoloji filmlerinde zaten sık rastlanan bir durum bu. Her yönetmen farklı bir on yıllık dönemde geçen ve Hong Kong tarihinden başka bir bölüme ışık tutan bir kısa filmle projeye katkıda bulunmuş. Ama herkesin farklı türlerde ve tarzlarda çalışması filmi bütünlükten yoksun bırakıyor. Buna rağmen Septet’in Uzakdoğu sinemasını takip eden izleyicilere büyük seyir keyfi vadettiğini belirtelim. Her bölümün daha ilk dakikalarında hangi yönetmenin kamera arkasında olduğunu anlamak mümkün (bunun iyi bir şey olup olmadığı ise tartışmaya açık). Ann Hui ve Patrick Tam kendilerinden beklenecek şekilde nostaljik ve zarif dramlara imza atıyorlar. Hui fedakâr bir öğretmen ve öğrencileri hakkında bir öykü anlatıyor, Tam ise biri yurtdışına gideceği için ayrılmak zorunda olan genç bir çiftin birlikte geçirdiği son günü öyküleştiriyor. Johnnie To’nun bölümü yönetmenin özellikle Life Without Principle (Duet Ming Gam, 2011) filmini anımsatan, finans dünyasında geçen küçük ölçekli bir şaka niteliğinde. Filmin son kısmı olan Tsui Hark imzalı bölüm abartılı bir komedi. Hong Kong denince hemen akla gelen dövüş sanatları ise diğer bölümlerde kendine yer buluyor. Peki her biri ayrı telden çalan bu filmler Hong Kong hakkında ne gibi bir tespitte bulunuyor? Yedi filmin birbirine eklemlenmesi nasıl bir Hong Kong portresi oluşturuyor? Bu sorunun pek net bir yanıtı yok, ama toplumsal hafıza eksikliği ve Hong Kong’un aşırı hızlı kentsel dönüşümü birden fazla bölümde ele alınıyor. Çok sayıda yönetmenin değindiği diğer önemli tema ise genç kuşakların Batı’ya göç etmeye çalışması ve bu göç dalgasının Hong Kong’un kültürel dokusunu değiştirmesi.

Her zamanki gibi bu filmlerden bazılarının, özellikle de genç Kanadalı yönetmenlerin çalışmalarının yakın zamanda ülkemizdeki festivallere ve sinema salonlarına konuk olmasını umalım.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.