43. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri #3: Yurt, Bildiğin Gibi Değil, Tereddüt Çizgisi
43. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma bugün yapılan gösterimlerle sona erdi. Yarışmada seyirciyle buluşan son filmler Yurt, Bildiğin Gibi Değil ve Tereddüt Çizgisi’ne dair ilk izlenimlerimizle festival günlüklerinin sonuna geliyoruz.
Yurt
Yön: Nehir Tuna
Nehir Tuna’nın prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajı Yurt, 90’lı yılların sonu Türkiyesi’nde geçen bir büyüme hikâyesi. Tarikat yurdunda kalan fakat özel bir kolejde okuyan 14 yaşındaki Ahmet’e odaklanan film, seküler değerler ile dinî değerler arasında sıkışıp kalmış olan karakterinin çıkmazlarını ele alıyor. Babasının “kefareti” olarak gördüğü Ahmet, bir yandan yurtta yaşadığı şiddete göğüs germeye çalışırken, bir yandan da ülkedeki irtica karşıtı hareketlerin hedefi hâline gelerek baskıya uğruyor. Tuna, Ahmet’in yaşadığı çatışma ve ikilemleri, etkileyici bir sinematografi ve dramatik müzik kullanımı yardımıyla olduğundan daha epik bir hâle büründürüyor. Dolayısıyla Ahmet’in yaşadığı sıkışmışlık ve baskı, siyasi olarak kutuplaşmış 90’lar Türkiyesi’nin -ve belki de bugünün- ruh hâlini de betimliyor bir yandan. Sinemamızda henüz çok fazla işlenmemiş olan bu dönemi ve çatışmayı iki tarafa da sert eleştiriler yönelterek anlatan ve karakterinin duygusunda kalmakta ısrar eden cesur bir film Yurt.
Film, kimliği iki “kutuptan” da çekiştirilen ve bu sırada kim olduğunu düşünmeye fırsat bulamayan Ahmet’in bedensel arzularını özellikle öne çıkarıyor. “Cehennem ateşi” ve “gençlik ateşi” imgelerinin sürekli bir arada kullanıldığı, yer yer uçlarda gezinen, tensel ve duyusal bir görsel dili var filmin. Toplumsal korku ve baskı mekanizmalarına gitgide daha bedensel tepkiler veren Ahmet, arzusuyla birlikte öfke ve başkaldırı duygularıyla da tanışıyor. Ancak yönetmen radikal bir biçimsel hamleyle karakterlerine, yani Ahmet ve yurttaki arkadaşı Hakan’a küçük bir sinematik kaçamak armağan ediyor. Siyah-beyaz filmin renkliye döndüğü ve sinematik olarak bambaşka bir üsluba savrulduğumuz bu sekansın anlamı ve önemi bariz olsa da, seyir deneyimi açısından bir kopukluğa da neden oluyor. Öte yandan film, bu sekansta sunduğu “ütopik” ve ancak “filmlerde olabilecek” parantezi, iki arkadaş arasındaki sınıfsal uçuruma değinerek ve böylece filmin başından beri kurduğu ideolojik kutuplaşmaya sınıf boyutunu ekleyerek paramparça ediyor. Aslı Ildır
Bildiğin Gibi Değil
Yön: Vuslat Saraçoğlu
Bildiğin Gibi Değil de yarışmanın merakla beklenen filmlerinden biriydi. İlk uzun metraj kurmacası Borç (2018) ve Müslüm Baba’nın Evlatları (2013) belgeseliyle tanıdığımız Vuslat Saraçoğlu’nun yazıp yönettiği film babalarının ölümü sonrası memleketleri Tokat’ta buluşan üç kardeşin bir araya gelmesini ve ilişkilerinin hem bugününün hem de geçmişinin ortaya dökülmesini takip ediyor. Aynı bir önceki filmi Borç gibi aile içine ve sorumluluklara bakan yönetmen, kişisel bağları oldukça açık olan bir hikâyeye imza atıyor. Bunun birçok yılda olduğu gibi bu yıl da yarışmanın temel eğilimlerinden biri olduğunu not düşebiliriz. Film, yönetmenin ifadeleriyle kendisinin de 14 yaşına kadar yaşadığı Tokat’ta, kendi durumunda olduğu gibi üç kardeşli bir aile arasında geçiyor. Üç kaliteli oyuncunun (Serdar Orçin, Alican Yücesoy, Hazal Türesan) bir araya getirildiği kadro temelde diyaloglar üzerine kurulu bir anlatı üslubuna sahip. Birbirinden tamamen farklı üç kardeşin hem üçünün hem de ikili ilişkilerindeki dinamikleri, ölüm sonrası ortaya çıkan sırları, çatışmaları ve geçmişten birçok etkiyi takip ediyoruz. Vuslat Saraçoğlu oldukça sade, klasik bir üslup tercih ettiği rejisinde Tokat şehrinin yaşantısını filmin dünyasında önemli bir unsur olarak kullanıyor. Sinemamızda çok sık tercih edilmeyen bir biçimde, küçük bir şehrin yaşantısını merkeze alırken bu şehrin duygusunu filmin ana parçalarından biri hâline getirebiliyor. Anlatısının çağırdığı ortama rağmen eve tıkılan, dört duvar arasından konuşan bir film değil bu.
Temelde diyaloglar ve adım adım açığa çıkan gerçekler üzerinden gelişen film, ortaklaştığı kadar farklılaşmasıyla da anlam üreten aile hafızası ve oyuncuların performansıyla ifade bulan aile içi dengelerin dinamiğiyle şekilleniyor. Dolayısıyla Bildiğin Gibi Değil, senaryosuyla öne çıkan filmlerden. Biri oldukça büyük olmak üzere birçok farklı bilginin adım adım ortaya çıkmasını ve her adımda kardeşler arasındaki ilişkilerin seyrini değiştirmesini izliyoruz. Karakterleri bu açığa çıkma hâli üzerinden takip ettiğimizden tek tek atılan bu adımlar arasındaki bağlar film açısından oldukça belirleyici bir öneme sahip. Söz konusu bağların her adımda çok iyi işlediğini söylemek mümkün değil Bildiğin Gibi Değil için. Arka arkaya gelen sahneler bazı durumlarda birbirinden fazla kopup film içi bölümleri birbirinden fazla koparabiliyor. Filmin finalini yaptığı ve aslında anlatının tamamına dair bakışımızı derinden etkileyecek büyük gerçeğin açığa çıkma zamanı da sorgulayabileceğimiz tercihlerden biri. Filme dramatik zirvesini yaratan nokta sonrasında çok erken ayrılıyoruz sanki filmden. Bu durum, yaşanan yüzleşmenin etkilerini görmemizi engellediği gibi buradaki dramatik gücün kalıcılaşmasına da bir miktar engel oluyor. Öte yandan oyuncuların sahici performanslarının da etkisiyle aile içi ilişkilerin doğasını seyirciye rahatlıkla aktarabilen, iyi yazılmış, izlemesi gayet keyifli bir film Bildiğin Gibi Değil. Yarışmanın öne çıkan filmlerinden biri olacağına da şüphe yok. Bu yılki yarışmanın en olumlu taraflarından biri olarak görebileceğimiz kadın karakterlerin bolluğuna da önemli bir katkı yapan Hazal Türesan’ın Remziye rolündeki performansı da filmden akılda kalan temel şeylerden biri olacak büyük ihtimalle. Ekrem Buğra Büte
Tereddüt Çizgisi
Yön: Selman Nacar
Ulusal Yarışma’da seyirciyle buluşan son film Selman Nacar’ın açılışını Venedik’te yapan ikinci uzun metrajı Tereddüt Çizgisi’ydi. Epey yoğun bir ekran süresiyle başrolüne Tülin Özen’i taşıyan film patronunu öldürmekle suçlanan genç bir işçinin avukatlığını yapan Canan’ın bu davanın karar duruşmasının yapıldığı günü takip ediyor. Selman Nacar’ın ikinci uzun metrajının ilk filmi İki Şafak Arasında’yla (2021) ortak bir evrende geçtiğini söyleyerek başlamak lazım. Tereddüt Çizgisi de aynı İki Şafak Arasında gibi tek günlük bir süreyi kapsarken merkezine Uşak’ın yerel sanayisinde yaşanmış bir ölümün başkarakter üzerinde yarattığı ahlaki ikilemi yerleştiriyor. Öte yandan Erdem Şenocak’ın canlandırdığı avukat ve Gülçin Kültür Şahin’in hayat verdiği abla gibi iki film arasında sezgisel bağlar kuracak karakterlerle de karşılaşıyoruz. Bu ufak detayların da ötesinde küçük şehrin toplumsal dinamiklerini açık ederek bireyin bu yapılar içerisinde var olma çabasına bakan bu iki filmden Tereddüt Çizgisi anlatısal olarak gözünü Türkiye’nin güncel hukuk sisteminin işlevsizliğine çeviriyor.
Filmde bir cinayetin soruşturulduğu mahkemenin karar duruşmasını takip ediyoruz. Mahkemenin şehrin ileri gelen bazı kişilerinin aleyhine işleyecek unsurlar barındıran olayı kapama eğilimine karşı sanık avukatı Canan olayın tüm yönleriyle aydınlatılması için uğraşıyor. Tereddüt Çizgisi’nin senaryosu bir yandan bu aksı takip ederken paralel olarak Canan’ın ölüm döşeğinde olan annesinin hayatıyla ilgili kritik bir karar aşamasına gelmesini de ana hikâyeye eklemliyor. Bir gün içerisinde Canan’ın hem işiyle hem de kişisel hayatıyla ilgili ahlaki ikilemlerin içerisinde kalmasını izliyoruz. Bu iki paralel akışın birbirleriyle diyalog içerisinde olması ve filmi de noktalayacak buluşmayı yaşaması üzerinden kurgulanmış Tereddüt Çizgisi’nin senaryosu. Senaryoyu işleten bazı detaylar biraz havada kalsa ve bu iki anlatı arasında güçlü bağlar kurulması yer yer başarısız olsa da bu yapının büyük oranda işlediğini ve ucu açık finalle filmin ana meselesi olan ahlaki ikilemi temel olarak seyirciye geçirebildiği söylemek mümkün. Filmin açılış sahnesi dışında bütün sahnelerinin merkezinde olan başkarakterine alınabilen mesafenin, özellikle böyle kötücül bir sistem karşısında kalmış bir karakteri kahramanlaştırmadan, onu ‘tereddüt’leriyle ve kendi çıkarlarını da hesap etmek durumunda olan bir karakter olarak çizmesi Tereddüt Çizgisi’nin en güçlü yanı; içeriksel düzeyde filmin işlemesini mümkün kılan temel unsur da bu hatta. Burada Tülin Özen’in bu oldukça zor rolün altından büyük oranda başarıyla kalkan performansının da ciddi etkisi var şüphesiz. Bu hususta son olarak, muhtemelen karakteri ahlaki bakımdan beyazlaştırmamak ve ucu açık finale zarar getirmemek adına tercih edilmiş olan, Canan’ın bu davayla ilgilenmekteki temel motivasyonunun ne olduğu, bu davaya kendi güvenliği pahasına neden bu kadar dâhil olduğu sorusunun bir miktar havada kaldığını filmin eksik görülebilecek bir yanı olarak ifade etmek gerek.
İşin reji tarafında ise gerek Selman Nacar’ın reji kabiliyeti gerek bir araya getirilen nitelikli ekibin başarısıyla Tereddüt Çizgisi’nin bu yılki Ulusal Yarışma’nın çıtasını yukarıya taşıyan filmlerden olduğunu ifade edebiliriz. Hem zamansal hem de mekânsal olarak hikâyeyi kısıtlayarak hedeflediği dramatik sonuçlara ulaşabiliyor Selman Nacar’ın rejisi. İki Şafak Arasında’da da beraber çalıştığı Romanyalı görüntü yönetmeni Tudor Vladimir Panduru’nun -izlenebilir kılınması oldukça zor olan- mahkeme sahnelerinde dahi kamerayı omuzdan indirmeden çalışan kamerası Tereddüt Çizgisi’nin görsel dünyasını yukarıya taşıyor. Bu biçimsel tercihin filmin adından başlayarak ortaya koyduğu ve merkezine yerleştirdiği tereddüt duygusuna sinemasal bir karşılık olması bağlamı söz konusu. Belli belirsiz sallanan, en kitabi ve sıkıcı konuşmalardaki atmosfere soru işaretleri takan kamera bu sahnelere bir ‘performans’ bağlamı ekliyor. Bu tercih filmin soğuk renk paletiyle de birleşince İki Şafak Arasında için de sıklıkla zikredilen yakın dönem Romanya sinemasından epey aşina olduğumuz görsel üslubu bu film için de geçerli kılıyor. Zira kısıtlanmış zeminden sisteme ve topluma dair büyük çıkarımlara ulaşma kabiliyeti gösteren üslup hem içeriksel hem de biçimsel düzeyde Romanya sinemasından belli izlenimler çağrıştırıyor. Bu teknik çerçeveye en ufak rollerde bile iyi oyuncuları filme dâhil eden oyuncu seçimini ve çok ufak detaylara bile azami özeni gösteren sanat yönetimini de ekleyince (Selman Nacar’ın ifadelerine göre filme temel mekân oluşturan adliye binası sıfırdan bu film için oluşturulmuş) oldukça özenli bir sonucun ortaya çıktığını söylemek gerek.
Ulusal Yarışma’yı kapatırken günlükleri de festival programının imkân tanıdığı bir bağlamla kapamak yerinde olacak. Aynı Tereddüt Çizgisi gibi festivalin son iki gününde seyirciyle buluşan ve Türkiye’nin geleceğine dair en temel meselelerden birisi olarak görebileceğimiz yargı bağımsızlığına ve hukukun işlevsizliğine bambaşka bir bağlam ve yöntemle bakan Berke Baş imzalı Dargeçit belgeseli de en yakıcı ülke gündemlerinden birini festivale yerleştirdi. 1980 darbesi sonrasında yaşanan faili meçhullere Dargeçit Davası ve çocuk yaşta devlet tarafından katledilmiş çocuklarının peşinde olan bir grup insanın mücadelesi üzerinden bakan belgesel göz kaçırmanın imkânsız olduğu bir gerçeği önümüze koydu. Tereddüt Çizgisi bugünün, Dargeçit ise 30 yıllık bir geçmişin hukuki karşılıklarının izini sürerken ülkemizin mahkeme salonlarının, savcılarının, hâkimlerinin biz sıradan vatandaşlara güven telkin etmekten, adalet mefhumunun bir parçası olmaktan ne denli koptuklarını da tekrar hatırlamış olduk. Türkiye sinemasının takık olduğu konulardan vicdanın, bireysel muhasebelerin ötesine geçip yaşadığımız sistemin can damarına, yargıya, hukuğa göz dikmenin temel sorumluluğuyla bitiriyoruz festivali, belki ülkesine kırgın ama küsmeye yüz bulmayan bir enerjiyle. Ekrem Buğra Büte
Aslı Ildır ve Ekrem Buğra Büte’nin 43. İstanbul Film Festivali’ne dair izlenimleri altyazi.net’te. Günlüklerin tamamı için: ’43. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri’