Şu An Okunan
Berlinale: Güney’den Belgeseller

Berlinale: Güney’den Belgeseller

Berlinale’nin Panorama ve Forum gibi bölümlerindeki belgeselleri takip etmenin heyecanı, bu yıl yarışma heyecanından çok daha fazlasını sunuyordu seyircilere.

Berlinale’nin ‘Panorama Dokumente’ bölümünde gösterilen, Sudanlı yönetmen Suhaib Gasmelbari imzalı Talking About Trees (Ağaçlardan Bahsetmek), ismini Bertolt Brecht’in ‘Bizden Sonra Doğanlara’ şiirinin bir dizesinden alıyor.

Nasıl bir çağdır bu,
Ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı
Birçok alçaklığa suskun kalışı içerdiğinden.

Festivalde Glashütte Özgün Belgesel Ödülü’nü ve Panorama Seyirci Ödülü’nü kazanan Talking About Trees, her biri 70’li yıllarda yurtdışında sinema okumuş, bazıları uluslararası festivallerde de gösterilen filmler çekmiş dört eski kuşak yönetmenin, Sudan’da yerle yeksan edilen sinemaya yeni bir nefes üfleme çabalarının hikâyesi. 1989’da kurdukları ‘Sudan Film Kulübü’yle, sinema salonlarının tamamının kapatılmış olduğu Sudan’da derme çatma koşullarda film gösteren dörtlü bu kez çok daha maceraperest bir işe koyuluyorlar. Ekip, artık viraneye dönmüş salonlardan birini onararak halka açık, büyük bir gösterim yapmanın peşinde. Buldukları ‘Devrim Sineması’ adlı açık hava sinemasının onarımını kendi elleriyle yapmak, gerekli teknik ekipmanı sağlamak ve bürokratik izinleri almak için yola koyulan ekibin sinema tutkusuna ve bunca yıl sürdürdükleri yoldaşlıklarına, aralarındaki muhabbete imrenmemek elde değil. Filmin açılışında, Sunset Bulvarı’nın (Sunset Blvd., 1950) meşhur “Yakın planım için hazırım Bay DeMille” repliğinin geçtiği sahneyi kendi aralarında yeniden canlandırarak karşımıza çıkan ekibin hikâyesi hüzünlü olduğu kadar da ümitvar.

Seyyar projeksiyon cihazlarıyla düzenledikleri gösterimlerden birinde, perdede Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar’ı (Modern Times, 1936) oynarken, projeksiyon perdesi aniden yukarı doğru fırlayıveriyor. Chaplinesk olduğu kadar Tativari bir “Üçüncü Dünya” ânı. Berlinale’nin birbirinden şahane salonlarının birinde bu ânı izliyor olmak ise, Batı Avrupa modernitesinin bir ironisi olabilir ancak.

Panorama Dokumente’de seyirci karşısına çıkan bir diğer filmde, Barret Renaud imzalı Système K’de de benzer bir an yaşanıyor. Bu kez Kongo’dayız. Başkent Kinşasa’da kendilerine bir sanat kolektifi kurmuş olan sokak sanatçılarının hikâyesini izliyoruz. Sanatlarının malzemesi “is, pas, kir, kömür, plastik, çöplük, lastik, egzoz…” Sokaktan aldıklarını sokağa geri verme şiarıyla ve hayatlarını tehlikeye atarak sanat yapan bu kolektifin üyeleri şehrin atıklarından, isten, kandan, kurşun kovanlarından, palalardan üretiyorlar eserlerini.

Hayat ve sanat arasındaki çizginin yok denecek kadar incelmiş olduğu bu örnekte, Kinşasa’da yaşamanın kendisinin zaten sürekli yaratıcılık gerektirdiğinden, şehirde yaşamın kendisinin bir performans olduğundan bahsediyor sıkça sanatçılar. ‘Yaşama sanatı’ diye pazarlanan kavram belki gerçek karşılığını burada buluyor; yaşama içkin sanat anlamını yeniden kazanıyor. Yanık plastiğin kokusu âdeta burnunuza geliyor filmi izlerken.

Ekibin üyelerinden Geraldine Tobe örneğin, çocukken cadı olduğuna inanıldığı için ‘şeytan çıkarma’ ayinlerine maruz kalmış birisi. Çocukluğunda yaşadığı bu tecrübeleri, bu travmayı alıp sanatının malzemesi hâline getirmiş. Geraldine, geceleri isle yapıyor resimleri tuvale, aynı dumanı mütemadiyen soluya soluya. Filmdeki tüm karakterler hem orada var olabilmenin hem de oradan çıkmanın bir yolu olarak görüyorlar sanatı. Filmin müzikleri de, atıklardan yaptıkları yaratıcı müzik aletlerini kullanarak müzik icra eden kolektifin elinden çıkma. Palalardan heykel yapıyor; çöplerden ürettikleri kıyafetlerle sokaklarda performans alanları yaratıyor; kan banyosu yaparak kentin sokaklarını dolaşıyor bu sanat kolektifi.

Belgeselde yer alan röportajlardan biri esnasında, derme çatma sanat evlerinin çatısından bir parça yere düşüverince, “işte bu güncel” diyecek kadar içinde bulundukları koşulların farkında olarak üreten bu sanatçılar, ‘sanat pazarı’nın dışında, sanatla iç içe bir varoluşla üretiyorlar.

Dünyanın kapitalistleşme hızının geri dönüp bakmadan arkasında bıraktığı, sömürülen diyarlarda modern sanatın nasıl bir veçheye bürünebileceğini, nasıl bir işlev üstlenebileceğini sergilemesi açısından zihin açıcı bir belgesel Système K.

Modern Zamanlar gösterilirken perdenin aniden havaya fırlaması, röportaj sırasında çatıdan bir parçanın düşmesi, konser sırasında elektriklerin kesilmesi gibi, eski deyişle ‘Üçüncü Dünya’ya ait bu işlemeyen modernite anlarını, Berlinale gibi endüstriyel bir festivalde izlemek insanda tuhaf bir his yaratıyor. Artık ‘Güney’ diyoruz galiba oralara.

Güney
Festivalin Forum bölümünde gösterilen Chão, Brezilya’nın Goiás eyaletinde işgal ettikleri bir toprak parçasını kendilerine mesken edinmek için mücadele veren bir grup Topraksızın hikâyesini anlatıyor. Yönetmen Camila Freitas, toprak reformu talep eden Topraksızlardan bir gruba dört yıl eşlik etmiş ve elindeki malzemeden ortaya, sadece direnen değil hayal kuran, gündelik hayatlarını idame ettiren, iç organizasyonlarını yapan bir grup insanın, sükûnetle anlatılmış direniş hikâyesi çıkmış. Oldukça içeriden bir bakış bu. Topraksızlar hareketinin bir parçası üzerinden, dünyanın tarım politikalarına ve ona karşı yürütülen mücadelelere dair serinkanlı bir portre sunan belgeselin sonunda çıkan ibare, Brezilya’nın yeni faşist başkanı Bolsonaro’nun Topraksızları terörist ilan ederek toprak sahiplerini onlara karşı silahlanmaya çağırması bilgisiyle sona ererken, dünyanın gidişatına dair ortak bir kâbusa da tekrar uyanıyoruz.

Gösterime yönetmenle birlikte katılan, Topraksızlar hareketinden bir temsilci, bayraklarını salonda açarken Amazon yerlilerinden kalma bir dörtlükle selamlıyor seyirciyi. Serbest bir çeviriyle şöyle bir şey:

Topraksızların korkacak bir şeyleri yoktur,
Yoksullar cesurdu,
İktidar öldürürse birimizi,
Bulur karşısında binimizi.

Benzer mücadelelerden benzer dizeleri yankılıyor bu sözler: “Ekilir ekin geliriz/ezilir un geliriz/bir gider bin geliriz/beni vurmak kurtuluş mu” ya da “Sayılmayız parmak ile/Tükenmeyiz kırmak ile”.

Forum’daki bir diğer belgesel yine Güney’den bir hikâye anlatıyor; Kolombiya yapımı Lapü bambaşka bir diyardan ve bambaşka bir dille sesleniyor seyircisine. César Alejandro Jaimes ve Juan Pablo Polanco’nun bu ilk filmi, Guajira Çölü’nde yaşayan endojen bir grup olan Wayuu’ların bir ritüelini odağına alıyor.

Doris isimli başkarakterimiz, rüyasında kendisine görünen kuzeninin huzura kavuşması için, gelenekleri uyarınca, mezarı açıp kuzeninin kemiklerini temizleyip yeniden gömmeli. Büyükannesinin yol göstericiliğinde gerçekleştirdiği ritüel etrafında örülen belgeselin dili, rüyayla gerçeği, ölüler diyarı ile yaşayanlarınkini iç içe geçiren şiirsel bir tona sahip. Evlerin uçuşan perdeleri, yakın planda yavaş çekimde hareket eden saçlar, diyalogların gaipten gelen sesler gibi ağızlardan bağımsızlaşması gibi dilsel tercihler bu dünyaya mesafe almamıza izin vermiyor. Mezardaki iskeletin kafatasının bedenden koparılması gibi anları şiirsel bir ritüel gibi izliyoruz. Etnografik belgesel yapmanın, sorunsuz bir bakış yakalamanın giderek daha da zorlaştığı bir zamanda, sürreal olduğu kadar da gerçek, tuhaf ama tanıdık, büyülü ama buraya da ait bir dünya temsili sunuyor Lapü.

Berlinale ile eşzamanlı olarak düzenlenen ‘Eleştirmenler Haftası’nda gösterilen Gürcan Keltek imzalı Gulyabani de benzer bir “dünyalararasılık” deneyimi sunuyor. Fethiye Sessiz isimli İzmirli bir müneccimin odağında olduğu bu yarı kurmaca deneysel belgesel, toplumsal ve kişisel hafızamızın, hattâ imajların ele gelmezliğine dair çok etkileyici bir deneyim.

Kurmaca sinemanın giderek yeniden uyarlamalar, devam filmleri, roman uyarlamaları ve gerçek olaylardan esinlenen hikâyelerle dolup taşmasına belki de şaşmamak gerek. Tüketim odaklı bir kültürde, tektipleştirilerek anlatılan hikâyelerin sınırlılığı, özellikle anaakım kurmaca sinemada bir tür tüketilmişlik/tükenmişlik hissini de beraberinde getiriyor. Diğer yandan belgesel sinema (hattâ İngilizce ifadesiyle daha da geniş bir alanı kapsayan non-fiction yani kurmaca-dışı), dünyanın farklı diyarlarından, anaakımın çok da yüz vermeyeceği hikâyeleri, anlatım tercihlerinde de deneysel ve cesur yaklaşımlarla ele alarak, çok daha heyecan verici deneyimler sunabiliyorlar. Bu yıl Berlinale’de de, Panorama Dokumente ve Forum gibi bölümlerdeki belgeselleri takip etmenin heyecanı ‘yarışma’ heyecanından çok daha fazlasını sunuyordu. Tam da böyle zamanlarda ağaçlardan bahsetmenin suç sayılamayacağını hatırlatıyorlardı.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.