Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2022 #4: Three Thousand Years of Longing, Triangle of Sadness, R.M.N, Kurak Günler

Cannes Günlükleri 2022 #4: Three Thousand Years of Longing, Triangle of Sadness, R.M.N, Kurak Günler

Kurak Günler

Cannes Film Festivali’nde bir hafta geride kalırken Altın Palmiyeli Ruben Östlund’un yeni filmi Triangle of Sadness ve Cristian Mungiu imzalı R.M.N Ana Yarışma’da ilgi uyandıran yapımlar arasındaydı. George Miller’ın bir kısmı Türkiye’de çekilen filmi Three Thousand Years of Longing yarışma dışı olarak gösterilirken, Emin Alper’in Kurak Günler’i de Belirli Bir Bakış bölümünde izleyiciyle buluştu.

Cannes Film Festivali’ne özgü, sadece akşam saat yedide Salle Debussy’de gerçekleşen basın gösterimlerine katılanların bildiği gizli bir sözcük vardır. Telefonları kapatma anonsu geçilip, ışıklar kapanmaya ve festival jeneriği akmaya başladığında istisnasız her akşam duyarsınız bu sözcüğü. Salona sessizlik çöktüğünde arka taraflardan birileri mutlaka “Raouuuuul!” diye bağırır. Raoul’un kim olduğunu, adının neden yüksek sesle söylenmesi gerektiğini hiç kimse bilmese de, bu geleneği benimsemek âdettendir. Bu akşam Salle Debussy’nin hayaleti Raoul’a yedinci defa seslenmiş olacağız. Bir haftasını devirdiğimiz festivalin esas sürprizlerinin bizi sonda beklediğine dair umudumuzu korumaya devam ediyoruz.

Three Thousand Years of Longing
Three Thousand Years of Longing

Başyapıt olarak nitelendirilecek bir sürpriz değildi belki ama George Miller’ın çekimlerinin bir bölümü Türkiye’de gerçekleşen lamba cini masalı Three Thousand Years of Longing’in keyifli hikâyesinin beni alıp uzak diyarlara götürdüğünü söyleyebilirim. Ortadoğu’ya ve özellikle de Osmanlı’ya özgü renkli ve oryantalist imgelemden beslenen film, ilk bakışta Tarsem Singh’in Düşüş’ünü (The Fall, 2006) akla getiren estetiğiyle dikkat çekiyor. Yalnız bu yorumda, oryantalizmi olumsuz bir nitelendirmeden çok Miller’ın bile isteye benimsediğinin, anlatısına oyunbaz bir yön katan bir tercih olarak yorumladığımın altını çizmek yerinde olacaktır. Three Thousand Years of Longing, Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan esinlenen bir anlatıya sahip olsa da, Miller’ın esasen hikâyelerin anlatım ve aktarımı üzerine kafa yorduğunu (ve bu yönüyle Alaaddin’den çok Binbir Gece Masalları’yla bağ kuran bir filme imza attığını) söylemek mümkün. Tilda Swinton’ın canlandırdığı Alithea karakterinin bir anlatıbilimci, yani hikâyelere dair hikâyeler anlatan bir uzman olması bunun ilk işareti. Her yönüyle Batı’nın inşası olan bu Doğu diyarlarında yolu popüler kültürün mitik mekânlarına, Pera Palas ve Kapalıçarşı gibi yerlere düşen Alithea, şans eseri bulduğu bir çeşmibülbül sayesinde geveze bir cin ve üç dilek hakkıyla baş başa kalıyor bir anda. Geçmiş yüzyıllarda hangi talihsizlikler yüzünden hapis kaldığını anlatmaya başlayan cinimiz, Osmanlı tarihinde eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Idris Elba’nın kırık Türkçesiyle saray entrikaları dinlemenin hoş bir seyir deneyimi vaat ettiği kesin. Ama George Miller gibi hayal gücü ve yaratıcılığı sınırları zorlayan hırslı bir yönetmen için, bu filmin tadı damağımızda kalan bir görselliğe sahip olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Swinton ve Elba, epizodik anlatıdan da beslenen uyumlarıyla sıkı bir ritim yakalamayı başarsa da, filmin sonlarına doğru, işi çıkınca anlattığı masalı yarıda kesen annesi karşısında hayal kırıklığına uğrayan bir çocuk gibi hissediyoruz seyirci olarak. Three Thousand Years of Longing karşısında, Alithea’nın dilek haklarından birini rica edip sarayın karanlık odalarına sıkışmış alicengiz oyunlarını daha renkli, derinlikli, anlatıbilimin hakkını veren bir film evrenine taşımayı istememek elde değil!

Triangle of Sadness
Triangle of Sadness

Miller’ın Yarışma Dışı masalından sonra istikametimiz festivalin hiç şüphesiz en hınzır yönetmenlerinden Ruben Östlund’un filmi Triangle of Sadness. Östlund’un Turist’te (Force Majeure, 2014) zirve yapmış, Kare’deyse (The Square, 2017) Altın Palmiye kazanmak ve genel kitlelere temas etme isteği uğruna keskinliğini kaybetmeye başlamış mizahının bu filmiyle ne yazık ki kaba güldürü seviyesine düşmesine tanık oluyoruz. Östlund güldürmesine güldürüyor, hem de koca bir salonu kahkahalardan kırıp geçirecek kadar. Ama bu kahkahalar taşan tuvaletler ve sağa sola püskürüp duran kusmuklarla sağlandığı zaman mizahın ve hicvin derinliğini sorgulamadan edemiyoruz. Zira gülerken “buna mı gülüyorum ben” dedirten bir komedi anlayışıyla karşı karşıyayız. Bir önceki filminde çağdaş sanat dünyasını hedefine alan Östlund, bu defa rotasını moda sektörüne ve influencer’lara çevirmişe benziyor. Film, komedi skeçlerini akla getiren başlangıç bölümünden sonra, sosyal medya fenomeni kadınlara dair her türlü klişeyi bünyesinde toplayan Yaya’nın ve kendisi gibi manken olan sevgilisi Carl’ın lüks bir yattaki tatillerine odaklanıyor. Burada zenginlik ve görgüsüzlük spektrumundan çeşitli örnekler sunan Östlund’un kaotik bir akşam yemeği sahnesinde filmin hem mizah hem de hiciv açısından en başarılı kesitine imza atmasına şahit oluyoruz. Rus bir kapitalist ile Amerikalı bir sosyalist fırtına ortasında bir gemiyi idare etmeye kalkarsa neler olur sorusundan hareketle yazılmış gibi görünen bu bölümün bitmek bilmeyen yemek artığı, kusmuk ve dışkıya rağmen politik ve toplumsal eleştirisini dengeli bir şekilde sunmayı başardığını kabul etmek gerek. Ama yatın sakinleri korsan saldırısından kaçtıktan sonra kendilerini ıssız bir adada bulunca, Triangle of Sadness’ın mizah konusundaki yaratıcılığı hızla düşüşe geçiyor. Adada ateş yakmayı, balık tutmayı bilen tek kişinin yatta temizlikçilik yapan Abigail olduğunu öğrendiğimiz kısımda, hikâye sınıf dengelerinin altüst olmasıyla ortaya çıkan çatışmalardan beslenen şakalara dayıyor sırtını. Yemek sahnesindeki incelikli ideoloji mücadelesi burada Survivor’ı ya da düşük bütçeli bir yaz filmini akla getiren basmakalıp ve yüzeysel esprilere bırakıyor yerini. Östlund’un ne yapmak istediği, kime hitap etmek istediği açık. Hattâ belki de fazla açık. Film boyunca yerden yere vurduğu kitlenin rahat kadife koltuklarında filmi izleme ve kendilerine gülme ayrıcalıklarına sahip insanların ta kendileri olmasında ise talihsiz bir ironi var sanki. Yine de Östlund’un mizahıyla yakaladığı ritim göz önünde bulundurulursa, yarışmadan bir senaryo ödülüyle dönmesi de olası görünüyor.

R.M.N
R.M.N

Şimdiye kadar, ana yarışmada izlediğim filmlerle ilgili tavrımın görece net olduğunu, neleri beğenip neleri beğenmediğimi detaylıca ifade edebildiğimi düşünüyordum. Ta ki Cristian Mungiu’nun R.M.N’sini izleyene kadar. Mungiu’nun bir Transilvanya kasabasında yaşananlar aracılığıyla bir Doğu Avrupa panoraması sunduğu filmi her şeyden önce seyirciyi düşünmeye, izledikleri üzerine kafa yormaya yönelten bir yaklaşıma sahip. Bunu her zaman başarmasa da, bizi aktif bir seyir deneyimi içine dâhil etmeye çalışması kesinlikle takdiri hak ediyor. Almanya’daki işinden ayrılıp kasabasına geri dönen Mathias isimli işçiyle tanışıyoruz önce. Bir anda konuşmayı bırakan oğlu, hasta babası ve eski âşığı Csilla arasında sıkışıp kalmış Mathias içgüdüleri doğrultusunda hareket eden, fevri ve vahşi tavırlara sahip bir adam. Marin Grigore’nin, filmin sonlarına doğru daha da anlam kazanan bu hayvansı niteliği yansıtma konusunda çok başarılı olduğunu belirtmem gerek. R.M.N, Mungiu’nun Transilvanya bölgesinde yaşayan halka dair politik ve sosyal bir söylem üretme isteğini açıkça belli eden bir film. Bunun için de aile kurumunu ve toplumun genelini ele alan iki katmanlı bir yapı inşa ediyor. Csilla’nın yöneticilik yaptığı fabrikada Sri Lankalı üç işçinin çalışmaya başlamasıyla ortaya çıkan yabancı düşmanlığı ise hikâyenin toplumsal boyutunu meydana getirmekte. Gelgelelim filmin yapısı tam da bu noktada sarsılmaya başlıyor. Halkın göçmenler konusundaki uzun tartışmasını içeren ve plan sekans, Radu Jude’nin Kaçık Porno’da (Babardeala cu bucluc sau porno balamuc, 2021) ustalıkla kurguladığı toplantı sahnesini akla getirse de, Mungiu ele aldığı konuya yönelik eleştirel ve yabancılaştırıcı, Brechtyen bir bakış ortaya koymaktan çok uzak kalıyor. Bu anlamda filmin, mülteciler ve göçmenler sorununa eğilmek adına sinemanın ifade biçimlerinden beslenen yaratıcı yöntemlerin peşine düşmek yerine sokakta her gün duyduğumuz argümanları birbiri ardına sıralamayı tercih ettiği söylenebilir. Yine de hikâye ilerledikçe yükselen temponun ve neredeyse fantastik bir okumaya açık sonunun bu didaktik ve tekdüze yaklaşımı biraz olsun törpülediği kesin. Bu bağlamda R.M.N’nin eksiklerine rağmen ana yarışmanın öne çıkan filmleri arasında yer aldığını belirtmek yanlış olmayacaktır. 

Kurak Günler
Kurak Günler

Bu yılın Belirli Bir Bakış seçkisine uzaktan bir bakış atmaya karar vermiş olsam da Emin Alper’in Kurak Günler’i elbette kaçırılmaması gerekenler listemin ilk sıralarında yer alıyordu. Filmin Gezi Davası’nda hapis cezasına çarptırılan yardımcı yapımcısı Çiğdem Mater’e teşekkür eden Alper, daha ışıklar kapanmadan, Türkiye’de birçok sanatçının ve kültür-sanat kurumunun bugün bile görmeyi reddettiği baskıcı ve boğucu gerçeklerle yüzleştirmeye başladı bizi. Kurak Günler ise, İç Anadolu’da ismiyle müsemma Yanıklar kasabasına kısa süre önce atanmış genç ve idealist savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı) taşradaki siyasi entrikaların ve yolsuzlukların içine çekildiği karanlık hikâyesiyle bu boğucu etkiyi iki katına çıkarmayı başarıyor. Filmin gerilimini klostrofobik mekânlar yerine bozkırın uçsuz bucaksız düzlüklerinde, mavi ile kahverenginin tekinsiz birleşiminde arayan Alper, bir anlamda westernleri akla getiren mitik ve vahşi bir kasaba tasviri sunuyor. Türkiye sinemasında taşra temsilleri açısından önemli bir geleneğin parçası olan su sorunu, savcı Emre ile kasaba ahalisi arasındaki anlaşmazlığın fitilini ateşleyen bir tema olarak işlenmiş. Emre’yi, Türkiye siyasetinde artık refleks hâline gelmiş numaralarla ayartmaya çalışan belediye başkanının adamları Şahin ve Kemal, küçük hesaplar peşindeki taşra insanının tipik örnekleri niteliğinde. Alper’in sinemasında özellikle Abluka’dan (2015) hatırlayacağımız alegorik unsurlar ise filmin anlatısının ve karakterlerin yakın dönem Türkiye’sine dair daha geniş çaplı ve çok katmanlı bir yaklaşıma dâhil olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla seyirci için, Emre’nin içine çekildiği bu entrika yumağı politik anlamda çok daha bunaltıcı ve sarsıcı. Selahattin Paşalı, savcı Emre’nin üzerine yapışmış bu soğukkanlı tedirginlik hissini başarıyla aktarırken yediği ekmekten, içtiği sudan, çevresindeki insanlardan, hattâ bizzat düşüncelerinden ve anılarından şüphe eder hâle gelen bir karakter sunuyor bize. Dışsal gerçekliğin gitgide anlamını kaybettiği, görünen dünyanın aldatıcı ve tekinsiz bir öznel bakış açısıyla ekrana taşındığı Kurak Günler’in hiç şüphesiz en ikircikli karakteri ise Ekin Koç’un canlandırdığı muhalif gazeteci Murat. Daha en başından Emre’ye kuşku uyandıran bir tavırla yaklaşan Murat’ı kasabalıların her fırsatta ahlaksızlıkla suçladığını ve cinsel yönelimiyle ilgili imaların ortada dolaştığını görüyoruz. Devamlı ima edilen ama hiçbir zaman dillendirilmeyen arzular, Emre ile Murat arasındaki ilişkinin temel dinamiğini oluşturuyor. Emre’nin, zihnindeki boşlukları doldurmaya çalışırken Murat’ı bu şemaya nasıl dâhil edeceğini bilememesi, aralarında sevgi-nefret ilişkisine yakın bir bağın filizlenmesiyle sonuçlanıyor. Filmin sonlarına doğru Emre ve Murat yakınlaştıkça, mizansen de açık alanlardan uzaklaşmaya, kapalı kapıların ardına sıkışıp kalmaya başlıyor. Tepkileri öngörülemez kitlelerin yarattığı kaosu aktarmayı çok iyi bilen yönetmen, görsel hafızamızda yadsınamaz bir yere sahip, tanıdık imgelerle karşı karşıya bırakıyor bizi. İki karakterin evde mahsur kaldıkları sahneyi izlerken filmin evreninin ötesini düşünmemek biz Türkiyeliler için elbette mümkün değil. Bu kapana kısılmışlık duygusundan çıkış yolu sunmayan Kurak Günler’in sonunda, kahramanlarımıza çılgın kalabalıktan uzaklaşmış bir hâlde, bir bilinmezliğin ortasında veda ediyoruz. Kurak Günler, bize seyirci kalmanın ağırlığını bir an olsun unutturmayan bir film.


75. Cannes Film Festivali’ni yerinde takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Cannes Günlükleri 2022

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.