Cannes Günlükleri 2024 #1: Le deuxième acte, Diamant brut, Pigen med nålen

77. Cannes Film Festivali, Quentin Dupieux’nün Le deuxième acte filmiyle açılışını yaptı. Sezonluk festival çalışanlarının grevinin yanı sıra Fransa sinema sektöründe yankıları gittikçe artan cinsel taciz ve şiddet ifşalarının gölgesinde başlayan festivalin bu gerilimli atmosferden nasıl etkileneceği merak konusu.
Dünyanın dört bir yanındaki sinemaseverlerin ve profesyonellerin her yıl heyecanla beklediği Cannes Film Festivali‘nin gösterimi yaplan filmlerin ve konuk edilen yıldızların popülerliği ölçüsünde her zaman polemiklerin ve tartışmaların odak noktası olduğu bilinir. Bu yıl da, festival çalışanlarının grev çağrısı ve Fransa film sektöründe cinsel taciz, şiddet ve mobbing konusunda yapılan akıl almaz ifşalar, festivallerin yalnızca film izlemenin ötesinde, sinema sektörünü ulusal ve uluslararası düzeyde etkileyen sorunları daha belirgin kılması açısından önemli olduğunu hatırlattı bizlere. 2024 Yaz Olimpiyatları’na ev sahipliği yapacak olması sebebiyle her türlü politik ve toplumsal huzursuzluk ve tepki emaresi karşısında tetikte olan Fransa için, yılın en önemli kültür sanat etkinliği öncesinde grev çağrısı yapılması büyük bir paniğe sebep oldu. “Sous les écrans la dèche” adlı, festivallerde kısa süreli çalışan personellerden oluşan kolektifin üyelerinin, yardım ve tazminat almaları için gerekli çalışma saatlerinin düşürülmesi yönündeki taleplerinin cevapsız kalması sonucunda tüm festival çalışanlarına yönelik grev çağrısı şimdilik festivaldeki etkinliklerin akışını doğrudan etkilemese de, izleyici yoğunluğunun arttığı hafta sonunda neler olacağını bekleyip göreceğiz.
Festival gündemini meşgul eden bir diğer konu ise Fransa’da artık “#MeToo dalgası” gibi bir nitelendirmenin çok ötesine geçen, auteur ve sanatçı kültünün arkasına sığınarak sistematik bir şekilde kadınları taciz ve manipüle eden, ülke kültürünün içine işlemiş erkek şiddeti. Adèle Haenel’in yönetmen Christophe Ruggia’yla ilgili ifşalarından Gérard Depardieu’nün herkesin bildiği ama kimsenin sesini çıkarmadığı sistematik tacizlerine kadar uzanan, yakın dönemde Benoît Jacquot’nun aktris Judith Godreche’le daha reşit bile olmadan kurduğu ilişkinin ortaya çıkmasıyla ve Ulusal Sinema Merkezi’nin Dominique Boutonnat’nın vaftiz çocuğuna cinsel tacizde bulunmaktan yargılanacak olmasıyla ülke gündemine oturan bu vakalar karşısında insanların festivalden bir tavır almasını beklemesi elbette kaçınılmazdı. Geçtiğimiz haftalarda Mediapart gazetesinin Fransa sinemasının önde gelen isimlerinin yer aldığı bir ifşa listesi paylaşacağı iddiası ortalığı iyice karıştırınca Thierry Frémaux, festival başlamadan önce polemiklerden kaçınmak için ellerinden geleni yaptıklarını vurgulayan bir açıklamada bulundu.
Ancak festivalin açılış filmi Le deuxième acte‘a bakınca, insan Frémaux’nun açıklamalarının samimiyetini sorgulamaktan kendini alamıyor. Zira kendine özgü mizahı ve film festivallerinde komedi türünü temsil eden az sayıda isimlerden biri olmasıyla dikkat çeken Quentin Dupieux’nün, son dönemde hem Fransa toplumunu hem de sinema sektörünü meşgul eden tartışmalara son derece kötü niyetli bir espri anlayışıyla yaklaştığı bir filme imza attığını görüyoruz. Léa Seydoux, Louis Garrel, Vincent Lindon ve Raphaël Quenard’ın başrollerini paylaştığı film, ‘film içinde film’ prensibine dayanan bir anlatıya sahip. Dupieux, filmlerinde ve medyada birer persona inşa etmiş bu oyuncuların karakteristik özelliklerini abartılı bir biçimde vurgulayarak, izleyiciyi gönderme yağmuruna tutuyor film boyunca. Örneğin Vincent Lindon’un canlandırdığı oyuncu tıpkı kendisi gibi sürekli öfkelenme eğiliminde, pesimist ve alaycı biriyken, alt orta sınıf kökeni vurgulama çabasında olan Quenard ise, ağdalı Fransızcası ve toplumsal konularla ilgili yorumlarıyla âdeta kendi karikatürü olarak yansıyor perdeye. Nitekim, Dupieux’nün filminin temelindeki en büyük sorun da bu. Yalnızca oyuncularını değil, cinsel taciz, iptal kültürü, transfobi, homofobi ve bu konuların sinemadaki yankılarını da karikatürize etmesi. Örneğin, Garrel’in karakterinin Quenard’ın transfobik yorumlar yapan karakterine, kamera karşısında artık böyle şeyler söyleyemeyeceğini, aksi hâlde cancel edileceğini ve işsiz kalacağını söylemesi, söz konusu soruna dikkat çekmekten çok onun içini boşaltmaktan başka bir işe yaramıyor. Yahut yukarıda bahsettiğimiz Mediapart listesinde adı geçtiği söylenen Quenard’ın karakterinin Seydoux’nun karakterini rızası olmadan öpmesi ve onun da, “seni ifşalarsam hayatın biter” tadındaki tepkisi, bir geleneğe dönüşmüş taciz kültürü karşısında yeni yeni seslerini yükselten kadınların çabalarının son derece art niyetli ve indirgemeci bir yansımasına dönüşüyor. Kurmacanın daima gerçekten daha gerçek olduğu mesajını özdüşünümsel anlatısıyla (film içinde film) vurgulama çabasında olan film, olayların nasıl aktarıldığının hakikati belirlediği savını ortaya koyuyor bir nevi. Le deuxième acte’ın en sinsi ve asap bozan tarafı ise, tüm bu göndermelerin kimde ve nerede karşılık bulacağı çok iyi bilinerek, hesaplı bir şekilde anlatıya serpiştirilmiş olması. Dupieux’nün, ona yöneltilebilecek suçlamalar karşısında, filmin içindeki senaryonun bir yapay zekâ tarafından yazılması detayını âdeta bir kaçış rampası olarak kullanması da manidar. Sinema endüstrisi sistematik bir şekilde seksizm, ırkçılık veya transfobik anlatılarla beslendiği için yapay zekânın da ortaya bu temaları vurgulayan bir anlatı çıkardığı sonucu, Dupieux’nün de bu sistemin bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ve ne yazık ki filmin yapay zekâya yaklaşım biçimi, Dupieux’nün sandığının aksine, sinemayla ilgili yeni teknolojilerin ve beraberinde getirdikleri tartışmaların gerisinde kalmamak için onlar hakkında söylem üretme zorunluluğu hisseden yaşlı bir yönetmen olduğunu hatırlatıyor bizlere. Ancak bu filmiyle tıpkı dört başrolü gibi, kendisinin de karikatürünü yapıp yapmadığı sorusunu cevapsız bırakıyor.
Ana yarışmadaki filmlerde tekrar eden temalara ve stilistik tercihlere dair bir yorumda bulunmak için henüz erken olsa da, yeni medya ve teknolojilerin yaşamımızdaki etkilerinin anlatılarda öne çıktığını söylemek mümkün. Nasıl ki Le deuxième acte, yapay zekânın sinemayla kurduğu ilişkilere göz kırpıyorsa, ana yarışmada izlediğimiz ilk film olan Diamant brut da influencerlık ve sosyal medya ünlülüğü konularını ele alıyor. Fransız yönetmen Agathe Riedinger’in ilk uzun metrajı genel atmosferiyle geçtiğimiz yıl Belirli Bir Bakış ödülünü kazanan Nasıl Seks Yapacağız (How to Have Sex, 2023) filmini akla getirse de, ana karakterine yaklaşımı düzeyinde aynı derinliği yakalayamıyor. Film 19 yaşında Liane adlı enerjik, kendine güvenen ve güzelliğinin farkında bir genç kadınla tanıştırıyor bizi. Vaktini büyük ölçüde TikTok dansları ve Instagram takipçi sayısı üzerine düşünmekle geçiren Liane’ın en büyük hayali ünlü olmak ve herkes tarafından sevilmek. Bir gün “Miracle Island” adlı bir reality show‘un seçmelerine katılan Liane, seçmeler sırasında aldığı pozitif yorumlar sonrasında nihayet hayalini gerçekleştirmeye çok yakın olduğunu fark ediyor. Ancak başvurusuyla ilgili cevap bir türlü gelmeyince, geleceğe inancı ve özgüveni gittikçe sarsılmaya başlıyor. Diamant brut, bizim Yeşilçam’dan çok iyi bildiğimiz o meşhur “artiz olma” ve sonrasında “kötü yola düşme” anlatılarından pek de uzak olmayan bir film. Sinema tarihinde spot ışıklarının, övgülerin büyüsüne kapılan ve bu yolda kendini kaybeden nice karakteri izlediğimizi düşününce Riedinger’in bu anlatılara hiçbir katkıda bulunmadığını, aksine alt sınıftan gelen genç kadınlara karşı üstten bir bakış ortaya koyduğunu görüyoruz. Liane’ın ünlü olma hayaline yönelik çocuksu heyecanı, şov dünyasının işleyişi karşısındaki saflığı, empati kılığına girmiş bir acıma duygusunu tetikliyor esasında. Diamant brut’ün en büyük sorunlarından bir tanesi, vermeye çalıştığı mesajı tekrar tekrar karakterlerine söyletmesi. Liane’ın “Artık Ortaçağ’da değiliz, kadınlar istedikleri gibi twerk yapıp açık giyinebilir” tadındaki çıkışları, bu yaşamın karakterimizin iç dünyasındaki yankılarını başka yollardan keşfe çıkmak yerine çok daha tembel ve tahmin edilebilir bir yaklaşımla Liane’ı, bizzat kendi ağzından çıkan stereotipik kategorilere mahkûm ediyor.
Yoğun bir ilk günün sonunda seyirciyle buluşan Magnus von Horn imzalı Pigen med nålen‘in, etkileyici sinematografisine rağmen özellikle ses kurgusunun mümkün kıldığı asap bozan atmosferinin herkese hitap etmeyeceğini söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kopenhag’da geçen film Danimarkalı bir seri katilin gerçek hikâyesinden ilham alıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kocasının hayatta olmasından umudu kesmiş Karoline adlı genç, yalnız ve yoksul bir kadın var karşımızda. Çalıştığı fabrikanın patronu Jørgen’le aşk yaşamaya başlayan Karoline, daha iyi bir gelecek umuduna tutunmaya başlıyor ve bir gün paramparça olmuş bir yüzle kapısına gelen kocasını bile geri çeviriyor. Hamile kalınca Jørgen tarafından reddedilen Karoline, çaresiz bir şekilde bebekten kurtulmaya çalışırken yolu Dagmar isimli bir kadınla kesişiyor. Karoline, Dagmar istenmeyen hamilelikler sonucunda doğan çocukları başka ailelerin evlat edinmesine yardımcı olduğunu söyleyince onunla beraber yaşamaya başlıyor. Ancak Dagmar’ın yardım teklifinin ardında son derece dehşet verici bir niyetin olduğu kısa sürede ortaya çıkıyor. Sinematografik temsillerinde şiddet dolu örneklerine aşina olduğumuz kürtaj ve istenmeyen gebelik konusunda Pigen med nålen kesinlikle sınırları zorlayan bir film. Yüksek kontrastlı siyah-beyaz imgelemini ve dışavurumcu estetiğini bitmek bilmeyen bir dehşet ve korku atmosferi yaratmak için kullanan film, ne yazık ki ‘şiddet pornosu’ nitelendirmesini sonuna kadar hak ediyor, zira en az karakterleri kadar seyircisine de görsel ve işitsel düzlemde son derece acı veren bir deneyim sunuyor. Yarattığı dünyanın karanlığı ve zorbalığı akla Boyalı Kuş (Nabarvené ptáche, 2019) filmini getiren Pigen med nålen‘in tam da bu imge dünyasından ve macabre dediğimiz türden hoşlanan başka birçok seyirciye de aynı ölçüde hitap edeceği kesin.

1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.