Şu An Okunan
İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri #2

İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri #2

İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma’sında Tareq Daoud imzalı Yaban, Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun Birlikte Öleceğiz’i, Gizem Kızıl’ın yönettiği Bana Karanlığını Anlat, Ali Kemal Güven imzalı Çilingir Sofrası ve Ziya Demirel’in ilk uzun metrajı Ela ile Hilmi ve Ali izleyici karşısına çıktı.


Yaban

Tareq Daoud’un Türkiye-İsviçre-Fransa ortak yapımı ilk uzun metrajı Yaban, kızının velayeti Türkiye’de tanınmış bir kişi olan eski kocasına verilince bu duruma isyan eden ve dokuz yaşındaki Sabrina’yı kaçırıp yasadışı yollardan Bulgaristan’a geçmeye çalışan Fransa vatandaşı Claire’in öyküsünü anlatıyor. Derken, bir grup mülteciyle birlikte sınırı geçişini sağlayacak kaçakçı onun kim olduğunu fark edip bu işten daha fazla para kazanabileceğini anlayınca onu ve kızını dağ başındaki bir kulübede, belirsiz bir bekleyişe mecbur bırakıyor. Başarısız bir kaçış girişimini de içeren bu gergin günlerde Claire (ünlü yıldız Amira Casar) kızıyla birlikte sabırsızlık içinde beklerken gitgide kendini yıkık dökük kulübede hapis hissetmeye, kızı dâhil her şeyden şüphelenmeye ve adım adım gerçeklikle bağlarını yitirmeye başlıyor. Bir noktadan itibaren bir Medea uyarlamasına dönüşen film, ormanı ve içindeki ıssız kulübeyi bir psikolojik gerilim unsuruna dönüştürürken iyi çekilmiş kâbus sahneleri üzerinden tekinsiz bir atmosfer kurmayı da başarıyor. Ne var ki olay örgüsü açısından bakıldığında, bu bekleyişin yarattığı gerilim, Claire’in kızı için her şeyi göze alan, güçlü, kararlı bir kadından hayaletlerle konuşan ve aklını yitiren birine dönüşmesini açıklamaya yetmiyor. Buna kaçakçı Erkan’ın (Haydar Şişman) ve onun iyi niyetli, genç yardımcısı Osman’ın (Doğanay Ünal) yan hikâyelerinin yüzeyselliği ve motivasyonlarının tek boyutluluğu da eklenince Yaban, ilginç bir fikirden yola çıkan fakat tıpkı başkarakteri gibi giderek yolunu kaybeden bir film olarak kalıyor. Berke Göl


Birlikte Öleceğiz

Bu sene festivalin hem Ulusal hem de Uluslararası Yarışma bölümlerinde yer alan Birlikte Öleceğiz, Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu ikilisinin 2013 yapımı Gözümün Nûru’ndan bu yana çektikleri ilk kurmaca film. Aynı zamanda bu sene festivalin Ulusal Belgesel Yarışması bölümünde de Dermansız’la izleyici karşısına çıkan ikili bu yeni kurmacalarında İstanbul’da geçen bir aşk öyküsünü resmediyorlar. Filmin merkezinde yer alan Ece ile Mazhar’ın hikâyesini, bir ilişkinin alışılageldik her evresine seyircisini şahit ederek anlatan Birlikte Öleceğiz, anlattıklarının yanında anlatmayı tercih ettiği yollarla da farklılık yaratma amacında ve hayatta kurduğumuz her türlü bağla ilgilenen bir yapım. Filmin ilerleyen safhalarında yeniden ziyaret edeceğimiz İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden şehrin panoramik bir planıyla yükselen açılış sekansı, izleyeceğimiz hikâyenin, kahramanlarımızın yanı sıra onların içinde yer aldığı ve hayatlarını saran her şeyle ilgili olacağını işaret ediyor. Çok geçmeden de filmin diyaloglarından mekân tasarımına, hattâ ekran yüzeyinde kullanılan tipografilerden farklı teknik tercihlere dek dört bir koldan referansların geldiği çoklu yapıya sahip bir anlatım tercihiyle karşılaşıyoruz. Filmin odağında yer alan çiftin hayatlarının ve aralarındaki ilişkinin kırılma anları ve önemli noktaları sahnelenirken dahi seyircinin onlarla bağ kurmasını ya da hikâyenin derinleşmesini kasıtlı bir şekilde engelleyen/bozan bir yapı söz konusu burada. Birlikte Öleceğiz’in asıl motivasyonunun yattığı bu agresif anlatı tarzında, değinmek istediği her konuya değinebilmek için klasik bir aşk hikâyesini kendisine malzeme etmesi kâğıt üstünde iyi bir fikir gibi dursa da film bir yandan ısrarla odağında yer alan hikâyeye sahip çıkıp seyircisinden kahramanlarıyla bağ kurmasını bekliyor. Bu noktadaki çelişki filmin etrafını saran anekdotları havada bırakırken, seyircisini sürüklediği yolda seyircisinin ihtiyaç duyduğu tansiyondan mahrum ediyor filmi. Tabiri caizse, anlatmak istediğinden fazlasını anlatmaya çalışan Birlikte Öleceğiz, ne hikâyesinde yer verdiği tanıdık öğeler ve güncel gerçekliklere bir empati alanı açabiliyor, ne de odağındaki çiftin amour fou ilişkisine ikna edebiliyor. Kaan Denk


Bana Karanlığını Anlat

Yönetmenliğini Gizem Kızıl’ın yaptığı Bana Karanlığını Anlat, yarışmanın Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülüne aday yapımlarından biri. Film, erken bir ölüm sonrası ölü yıkama ritüelinin gerçekleştirilmesine ve bu esnada mevtanın yakınları arasında yaşanan çeşitli yüzleşmelere odaklanıyor. Bana Karanlığını Anlat, bir günün birkaç saati içerisinde yaşanan olayları tek bir mekânda ele alan bir film. Bu türdeki her yapım gibi diyalog temelli, oda tiyatrosu geleneği sularında dolaşan bir film izliyoruz dolayısıyla. Senaryo kurgusunun, diyalog trafiğinin ve oyunculuk performanslarının kritik önem taşıdığı böyle bir yapıda Gizem Kızıl’ın filmin olumlu taraflarını öne çıkarmaya gayretli bir reji sunduğunu söylemek mümkün. Bunda başroldeki Aslıhan Gürbüz’ün filmi baştan sona taşımayı başaran performansı ve özenli kurgu oldukça etkili. Ancak Bana Karanlığını Anlat’ın senaryo düzeyinde benzer bir incelik gösteremediğini söylemek gerek. Hikâyenin temel çıkış noktasından diyalog yazımındaki pek çok detaya, yan karakterlerin sunduğu katkılardan ele alınan olayın duygusal yükünün hikâyenin belirleyici bir parçası yapılamamasına, genel bir sahicilik ve ikna edicilik sıkıntısı çekiyor film. Bu da böyle tek mekânlı bir anlatıda fazlasıyla gerekli olan sürekli ilgi çekici ve merak uyandırıcı kalma ihtiyacının karşılanamamasıyla sonuçlanıyor. Bununla birlikte öykünün ihtiyaç duyduğu yoğun duygusal yükün senaryoya ciddi ölçüde taşınmaması filme eklenen mizahi damarın da sık sık boşa düşmesine, çelişkiyi yaratacak kontrastın kurulamamasına neden oluyor. İlginç bir fikirden yola çıkıp minimal ölçekte ilerleyen fakat ilginçliğini filmin tamamına uygulamakta zorlanan bir film Bana Karanlığını Anlat. Ödül töreninde Aslıhan Gürbüz’ün En İyi Kadın Oyuncu ödülü için adı geçen isimler arasında yer alacağını düşünmek de mümkün şüphesiz. Ekrem Buğra Büte


Çilingir Sofrası

Çilingir Sofrası, bu yılki Ulusal Yarışma’da yer alan çok sayıda tek mekân filminden birisi. Yönetmenliğini kısa filmlerinin yanı sıra yazar ve tiyatrocu kimlikleriyle de tanınan Ali Kemal Güven’in üstlendiği film lise yıllarından beri görüşmeyen otuzlu yaşlardaki iki karakterin yeniden buluştuğu rakı masasına çeviriyor gözünü. Dört bölümlük epizodik bir yapıda tipik rakı masası ritüellerine şahitlik ediyoruz. Ali Kemal Güven’in karakterlerin yanından bir an olsun ayrılmayan kamerası, masanın bir uzantısı olarak hareket ediyor âdeta. (Yazı bu kısımdan itibaren filmin sürpriz gelişmelerini açık ediyor.) Çilingir Sofrası’nın pek çok anlamda değeri de bu masadaki muhabbetten çıkardıklarında saklı. Zira film, bu toksik erkekliğin doğal ortamında tamamen kuir bir anlatıya imza atıyor. Biri evlenip çocuk yapmış diğeri hayatını büyük ölçüde açık bir eşcinsel olarak yaşayan iki erkeğin lise yıllarında aşk yaşadıklarını, o dönemin ardından yıllar sonra yeniden buluştuklarını öğreniyoruz filmin başlarında. Bu noktadan itibaren de herhangi bir nedamete, kefarete ya da tavize yer vermeden apaçık bir eşcinsel aşk öyküsü anlatıyor Çilingir Sofrası. Diyalogların içine ördüğü ince detaylarla, hikâyenin parçası yaptığı başka kuir karakterlerle bu öyküye kapsayıcı bir kuir dünya zemini de açıyor. Elbette biçimsel açıdan bir başyapıt olduğunu söylemek mümkün değil filmin. Kamera kullanımı, mizansen oluşturma becerisi gibi konularda acemi kaldığını düşünmek, hattâ öğretmen karakteri gibi pek iyi çalışılmamış yan unsurların sahicilik hissini zedelediğini iddia etmek mümkün. Fakat filmin değerini anlattığı hikâyenin bağlamını ve koşullarını düşünmeden ölçmek mümkün değil bu örnekte. Böyle alnı açık kuir bir hikâye anlatırken bu denli içeriden, gerçekçi bir ton tutturabiliyor olması bu filmi değerli yapan esas şey. Pişmanlığa değil özgürlüğe, kendi olabilmeye varıyor Çilingir Sofrası’nın hikâyesi. Kendi olmaktan kaçan Yusuf Efe’nin değil, varlığını sahiplenmiş, kim olduğunu bilen, en sonunda dönüp keyifle kameranın gözünün içine bakabilen Emir Can’la uğurluyor seyircisini. Aşktan yana olmaktan taviz vermeden. Türkiye’deki festivallerin uzun metraj yarışmalarında benzer örneklerin eksikliğinden olsa gerek, kuir hikâyelerin 101’ine inen bir film Çilingir Sofrası. İki yıl önce bu yarışmadan Altın Lale’yle dönen Aşk, Büyü vs.’nin (2019) ardından buralarda daha fazla kuir hikâye göreceğimize dair de umut veriyor. Ekrem Buğra Büte


Ela ile Hilmi ve Ali

Masa başında, üniversiteye hazırlık için yapılan bir özel dersle başlıyor Ela ile Hilmi ve Ali. Öğretmen testteki geometri sorularının cevaplarını açıklayıp diğer konulara geçerken genç kadının aklının derste olmadığını fark ediyoruz. Derken ısırdığı kırmızı eriğin suyu çıplak kolundan aşağıya süzülmeye başlıyor. Bakışları öğrencisinin ellerine, parmaklarına kayarken kırklı yaşlarındaki öğretmen dikkatini toplamaya çabalıyor. Aralarında kaynağını bilmediğimiz, tuhaf bir arzu ve iktidar gerilimi olduğunu hissediyoruz alttan alta. Ziya Demirel’in uzun süredir merakla beklenen ilk uzun metrajı Ela ile Hilmi ve Ali’nin en güçlü yönlerinden biri, Ela ile Hilmi arasındaki ilişkinin tarihçesini açıklamakta hiç acele etmemesi ve böylece buradaki iktidar dinamiğini yavaş yavaş keşfetmemize izin vermesi. Hikâye ilerledikçe, kuşak farkının yanı sıra travma ve matemin de iki karakteri ayırdığını anlamaya başlıyoruz. Bu ikiliye, Hilmi’nin liselere giriş sınavı için ders verdiği, apartman görevlisinin oğlu Ali de ekleniyor ve farklı cephelerin oluştuğu, taklit oyunlarının devreye girdiği, kimliğin kayganlaştığı, çatışması giderek yükselen bir üçgen kuruluyor. Öte yandan, anlatı boyunca tekrar eden motif ve metaforlar (bir türlü bitmeyen karınca istilası, Ela ile Ali arasındaki ilişkiyi sağlayan elektrik sigortası, Hilmi’nin sürekli sırtından koparıp yer attığı kıllar) ya da sürekli telefon edip yangın riskine karşı uyarıda bulunan sigorta pazarlamacısı gibi unsurlar, senaryoda her şeyin biraz hesaplı görünmesine yol açıyor. Sanki her hamlenin, her gelişmenin özel bir anlamı olduğunu fazlaca vurguluyor film. Yapı itibariyle Ziya Demirel’in yine Nazlı Elif Durlu’yla birlikte kaleme aldığı ve bu kez Durlu’nun yönettiği Zuhal’i (2021) de andıran, o film gibi ağırlıklı olarak kendi içine kapalı bir dünyada geçen, mizah ile gerilimi (bu kez gerilime daha yakın durarak) iç içe geçiren Ela ile Hilmi ve Ali, her halükârda Ulusal Yarışma’nın öne çıkan, ödül şansı yüksek filmlerinden biri muhakkak. Berke Göl


İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.