Şu An Okunan
Sundance Film Festivali Günlükleri #2

Sundance Film Festivali Günlükleri #2

Klondike

Sundance Film Festivali’nde çevrimiçi gösterimler devam ediyor. Maryna Er Gorbach imzalı Klondike, Carol’ın senaristi olarak tanıdığımız Phyllis Nagy’ın yönettiği Call Jane, Akira Kurosawa uyarlaması Living, Richard Linklater’ın veliahdı olması muhtemel Cooper Raiff’in yönettiği Cha Cha Real Smooth ve diğer filmlere dair kısa kısa.

Ne yazık ki bu yılın Sundance Film Festivali programında Türkiye yapımı bir film yer almıyor. Ama dünya sineması yarışmasının güçlü adaylarından Klondike bu eksiği bir nebze giderdi diyebiliriz. Çünkü Ukrayna yapımı bu kasvetli ama etkileyici filmin ortak yapım ülkelerinden biri de Türkiye. Filmin yönetmenliğini daha önce Mehmet Bahadır Er’le birlikte Türkiye’de çektiği filmlerle tanıdığımız Maryna Er Gorbach üstleniyor. Klondike Ukrayna ve Rusya arasındaki sınır bölgesi Donbas’ta gerginliğin hızla tırmandığı günlerde, 2014 yılında geçen küçük ölçekli bir öykü anlatıyor. Film yalnızca evleri bir bomba yüzünden harabeye dönen bir çifti takip etse de pek çok sahnede daha kapsamlı politik gözlemler bulmak mümkün. Filmin ana karakterlerinden Irka hamile ama içinde yaşadığı savaş koşullarının sağlıklı bir hamilelik süreci için elverişli olmadığı aşikâr. Irka’nın eşi Tolik’in başı ise arabasına el koyan ayrılıkçı Rus sempatizanı komşusuyla dertte. Her sahnesi özenle kurulmuş uzun planlardan oluşan filmin mat renklerle örülü görsel dokusu ve çarpıcı sanat yönetimi, savaş atmosferini izleyiciye güçlü biçimde duyumsatıyor. Aynı ailenin üyeleri politik sebeplerle birbirine düştükçe ve savaş karmaşası içinde Irka’nın yaşadıkları çevresindeki erkekler tarafından görmezden gelindikçe Klondike’ın tematik ekseni belirginleşiyor. Filmin en akılda kalıcı sahneleri ise asi ayrılıkçı birlikler tarafından yanlışlıkla düşürülen bir sivil yolcu uçağı hakkında. Maalesef Klondike yetkin sinema dilini yalnızca savaş atmosferini etkin biçimde betimlemek ve üç-dört karakterin deneyimlerini perdeye taşımak için kullanıyor. Yani çatışmanın politik arka planını, tarihsel kökenlerini, Ukrayna’nın farklı bölgelerinde topladığı tepkileri es geçiyor. Asileri insanlıktan en ufak ölçüde nasiplenmemiş canavarlar, ana karakterlerini ise trajik kurbanlar olarak çiziyor. Dolayısıyla politik açıdan detaylı ya da dengeli bir film yok karşımızda. Ama kimi eksiklerine rağmen Klondike’ın mutlaka görülmeye değer bir film olduğunu ve Gorbach’ın sinema yolculuğunda önemli bir gelişime işaret ettiğini belirtelim. Film, Sundance prömiyerinin ardından önümüzdeki ay Berlin Film Festivali’nde de izleyiciyle buluşacak.

Call Jane
Call Jane

Sundance sonrasında Berlin programında yer alacak bir diğer film bu yılın Altın Ayı adayları arasında yer alan Call Jane. Filmin belki de en dikkate değer yönü, yönetmenliğini Carol’ın (2015) senaristi olarak tanıdığımız Phyllis Nagy’ın üstlenmesi. 1960’ların sonunda kürtajın yasadışı olduğu bir dönemde geçen öykü, medikal sorunlar sebebiyle hamileliğini sonlandırması gereken ama kendi hayatını kurtarmak için bile kürtaj olmasına izin verilmeyen Joy isimli bir ev hanımını takip ediyor. ‘Jane’ kod ismini kullanarak gizli bir grup kuran ve kayıt dışı olarak kürtaj hizmeti sağlayan bir grup kadınla tanışan Joy, giderek gruba dâhil oluyor ve kendisi gibi kürtaja ihtiyaç duyan kadınlara yardım etmeye başlıyor. Nagy’ın bu öyküye yaklaşımı şaşırtıcı ölçüde enerjik, esprili ve iyimser. Bu, Call Jane’i yakın zamanda karşımıza çıkan ve yine kürtaj konusuna odaklanan diğer filmlerden ayrıştıran değerli bir tercih. Sinemada neredeyse her zaman travmatik, tehlikeli, korkunç bir süreç olarak çizilen ve trajik öykülere malzeme edilen kürtaj, Call Jane’de daha hafif ve pozitif biçimde perdeye taşınıyor. Fakat maalesef Nagy son derece didaktik, monoton ve konvansiyonel bir sinema dili benimsiyor. Dolayısıyla çarpıcı çıkış noktasının potansiyelini tam olarak değerlendiremiyor. Özellikle sonlara doğru filmin mesaj kaygısı iyice belirginleşiyor, gereksiz yan karakterlerle dağılan öykü etkisini yitiriyor. Ayrıca zaten çok önemli bir gerçek hikâye olan ‘Jane’ grubunun tarihini incelerken “zengin ama mutsuz beyaz ev hanımı” gibi klişe bir kurmaca karaktere odaklanmak da talihsiz bir seçim. Call Jane çok daha iyi bir filme malzeme olabilecek hikayesini güvenli ve düzgün ama oldukça vasat bir şekilde anlatmakla yetiniyor. 

Living
Living

Festival programı açıklandığında Call Jane’le birlikte beni en çok heyecanlandıran film Güney Afrikalı yönetmen Oliver Hermanus’un Living’i olmuştu. Hermanus daha önceki filmleri defalarca Cannes ve Venedik’te gösterilmiş bir isim, Living ise Akira Kurosawa klasiği Yaşamak’ı (Ikiru, 1952) İngiltere’ye taşıyan bir yeniden çevrim. Üstelik bu iddialı uyarlamanın senaryosu Nobel ödüllü yazar Kazuo Ishiguro’ya ait. Living’in müthiş bir jenerik sekansı, çok iyi bir oyuncu kadrosu ve usta işi set ve kostüm tasarımı var. Hayatını ağır işleyen bürokratik çarkların arasında geçirdikten sonra hastalık sebebiyle çok az ömrünün kaldığını öğrenen yaşlı bir adamın öyküsü de inkâr edilemeyecek ölçüde dokunaklı. Bu yeni versiyon, metnin Kurosawa orijinalinde olduğu gibi hayata anlam katan şeylerin ne olduğunu sorguluyor, küçük hedeflerin ve gündelik başarıların değerini anlamaktan söz ediyor, her sıradan yaşamın aslında ne kadar anlamlı ve kıymetli olduğunu hatırlatıyor. Fakat bütün bu derin temalar zaten Ikiru’da mevcut, Living ise ortaya pek de yeni bir şey koyamıyor açıkçası. Ishiguro her sahnedeki diyalogları ustalıkla yazsa da senaryo matematiği ve genel yapı konusunda aynı ölçüde başarılı değil. İki yan karakter arasındaki aşk hikâyesi hızlı bir müzikli montajla geçiştiriliyor. Tek bir sahnede görünen Tom Burke’ün canlandırdığı ilgi çekici bir karakter boşa harcanıyor. Filmin sonlarına doğru sohbet eden bir grup karakter zaten filmin o zamana kadar görsel yollarla anlatmış olduğu şeyleri fazlasıyla bariz ve sözel biçimde yineliyor. Bu tarz eksiklerine rağmen Living özellikle başroldeki Bill Nighy’nin performansıyla hayli övgü topladı, hattâ aktörün ismi şimdiden gelecek yılın Oscar ödülleri için anılmaya başlandı.

Good Luck To You, Leo Grande
Good Luck To You, Leo Grande

İlk gösteriminin ardından hemen önümüzdeki senenin ödül sezonunda ses getirebileceği söylenen diğer film Good Luck To You, Leo Grande oldu. Neredeyse tamamen tek mekânda ve iki karakter arasında geçen, ama oyuncularının müthiş performansları ve çok iyi yazılmış diyalogları sayesinde keyifle izlenen bu komedi, Avustralyalı yönetmen Sophie Hyde’ın imzasını taşıyor. Emma Thompson’ın canlandırdığı Nancy, altmışlarının başında emekli bir öğretmen. İki yıl önce kaybettiği eşiyle otuz bir yıl boyunca evli kalmış ama hayatı boyunca tatmin edici tek bir cinsel deneyim bile yaşamamış bir kadın. Film Nancy’nin internette bulduğu yirmili yaşlarındaki bir erkek eskortla buluşmak üzere geldiği otel odasında geçiyor. Dört farklı buluşma sırasında Nancy ve Leo cinsellikten, ailelerinden, hayatta yaptıkları tercihlerden, toplumun seks işçilerine bakışından, yaşlanma sürecinden ve daha pek çok konudan söz ediyorlar. Filmin tabu olarak görülebilecek bir ilişkiye incelikli bir şekilde yaklaşması, karakterlerine kendilerini nüanslı biçimde ifade etme alanı tanıması takdire şayan. Sırf yaşlı, dul bir kadının kendi bedeniyle barışarak ve tutkularından korkmamayı öğrenerek kendi hikâyesine yön verebilmesi bile günümüz sinemasında halen nadir gördüğümüz bir durum. Zekice esprilerle ilerleyen, karakterlerini yargılamaktan özenle kaçınan, tek mekânda geçmesine rağmen hareket duygusunu hiç yitirmeyen (hattâ hoş bir dans sahnesi bile içeren) Good Luck to You, Leo Grande belki biraz fazla hafif bir seyirlik. Gördüklerimizin filmin ele aldığı önemli konuları yansıtmayan idealize edilmiş bir fantezi olduğunu düşünmek mümkün. Ama bu, filmin izleyiciyi hem gülümsetmesine hem de düşündürmesine engel değil. Emma Thompson’ın performansı haklı olarak övgülere boğuldu, fakat bu filmle büyük bir çıkış yapması muhtemel olan Daryl McCormack’ın da en az usta aktris kadar başarılı bir performans sergilediğini ekleyelim.

Cha Cha Real Smooth
Cha Cha Real Smooth

Bana kalırsa, bağımsız Amerikan filmlerine ayrılan yarışma bölümünün şu âna kadar gösterilen en iyi filmi Cooper Raiff’in yönettiği Cha Cha Real Smooth. İlk bakışta fazlasıyla tanıdık bir büyüme hikâyesi gibi görünen bir film var karşımızda. Hattâ kâğıt üzerinde neredeyse Sundance için dizayn edilmiş gibi durduğunu ve amaçsız genç adamlar hakkındaki sayısız romantik komediyi andırdığını söyleyebiliriz. Ama Raiff incelikle yazılmış bu filmde şaşırtıcı ölçüde olgun ve düşündürücü bir metinden yola çıkıyor aslında. Filmin ana karakterleri çok genç yaşta anne olan ve hayatını otistik kızı Lola’ya adayan Domino ile üniversiteden mezun olduktan sonra istediği gibi bir iş bulamayan, uzun vadeli hedefinin ne olduğunu da bilemeyen Andrew. Andrew’un organize ettiği ve hareketlendirdiği Bar Mitzvah partilerinde karşılaşan bu ikili arasında bir yakınlaşma oluyor. Ama film, sıradan bir aşk öyküsü anlatmak yerine annelik, hayatını bir başkası için yaşama durumu, gençliğin heyecan verici ve korkutucu belirsizliği gibi derin temalarla ilgilenmeyi seçiyor. Raiff’in otistik bir karakteri ya da Domino’nun geçirdiği depresyonu perdeye taşırken benimsediği üslup da son derece incelikli. Cha Cha Real Smooth sempatik karakterleriyle bağ kurarsanız büyük keyifle izleyebileceğiniz insancıl bir film. Ama Raiff, izleyici dostu “sevimli” bağımsızlardan pek hazzetmeyen benim gibi izleyicileri de cezbedebilecek riskler alıyor. Dakota Johnson’ın kariyerinin en iyi performansını sergilediği film festivalde ödüllerin en büyük favorileri arasında. Raiff’in ismini bir kenara not etmek gerek, çünkü belki de karşımızda Richard Linklater’ın veliahdı diyebileceğimiz genç bir yetenek duruyor.

2nd Chance
2nd Chance

Sundance programında belgesellere her zaman geniş yer ayrıldığı için iddialı bir belgeselden de kısaca söz edelim. En son Netflix için çektiği Beyaz Kaplan’la (The White Tiger, 2021) Oscar’a aday gösterilen Ramin Bahrani’nin yeni filmi 2nd Chance, ünlü yönetmenin ilk uzun metrajlı belgeseli. Kurşun geçirmez yeleklerin mucidi Richard Davis hakkındaki bu film tuhaflıklarla dolu, eğlenceli ama ürkütücü bir Amerika portresi. Amerikan militarizmine, yargı sistemine, Amerikalıların rahatsız edici silah düşkünlüğüne değinen 2nd Chance, yapısal açıdan oldukça klasik ve kısa süreye çok fazla konu sığdırılması sebebiyle bir nebze yüzeysel. Ama Bahrani Davis’in hikâyesinde gerçekten düşündürücü bir yön buluyor, filmini bir karakter portresi olarak değil de Amerikan kültürünün karanlık yönlerine dair bir inceleme olarak kuruyor. Bir yanda girişimcilik ve üretkenlik var, diğer yanda ise sigorta dolandırıcılığı ve yolsuzluk. Davis’in icadı hem binlerce hayat kurtarıyor, hem de çok daha fazla sayıda insanın ölmesine sebep oluyor. 2nd Chance çok iyi bir belgesel değil ama ele aldığı çelişkiler ve sorduğu zorlu sorular sebebiyle görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Filmin yapımcıları arasında Öldürme Eylemi (The Act of Killing, 2012) belgeselinin yönetmeni Joshua Oppenheimer da var.

Sundance’te ödüller Cuma akşamı açıklanacak. Festivalin son günlerinde ödül kazanan filmlerin tekrar gösterimleri yapılacak. Filmleri üç saatlik bir “prömiyer penceresinde” izlemenizi gerektiren yorucu tempo yavaş yavaş sona ererken, ilk günlerin karmaşasında gölgede kalan bir grup Latin Amerika filmini ikinci gösterimlerinde keşfetme şansı buldum. Bir sonraki yazıda hem dünya sineması yarışmasının Bolivya ve Şili’den gelen ilginç filmlerinden hem de jüri kararlarından söz edeceğim.


‘Sundance Film Festivali Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.