Şu An Okunan
Sundance Film Festivali Günlükleri #3

Sundance Film Festivali Günlükleri #3

Nanny

30 Ocak’ta sona eren Sundance Film Festivali’nin bu yılki programında korku ve gerilim türleri üzerinden güncel politik konuları ele alan çok sayıda film vardı. Amerikan filmleri yarışmasında büyük ödülü kazanan Nanny’den son derece nüanslı bir toplumsal eleştiri sunan Master’a, Hindistan yapımı ekolojik belgesel All That Breathes’den Rusyalı muhalif lider Alexei Navalny’nin öyküsünü anlatan Navalny’ye, yıl boyu adını sık sık duyacağımız Sundance filmlerine dair kısa kısa…

Sundance Film Festivali’nde bu yıl en öne çıkan trendlerden biri, korku ya da gerilim türündeki pek çok filmin tür kodlarını #MeToo ve Black Lives Matter gibi sosyal akımlara değinmek, yani ırkçılık ve cinsiyetçilik eksenli sorunlardan söz etmek için kullanmasıydı. Banka soymaya çalışan siyah savaş gazisi Brian Easley’nin gerçek öyküsünü ekonomik sistemin dengesizliğine dikkat çekmek için perdeye taşıyan 892, 18. yüzyılda Makedonya’da geçen kanlı bir cadılık öyküsünü Terrence Malick esintili bir üslupla anlatırken feminist bir altmetin kurmaya çalışan You Won’t Be Alone, köle olarak çalıştığı ve sürekli zulüm gördüğü çiftlikten kaçınca yılın aslında 1973 olduğunu ve köleliğin çoktan sona erdiğini anlayan bir kadının Kara Panter hareketine katılmasını enerjik bir sinema diliyle öyküleştiren Alice bu filmlerin sadece birkaçı. Bu listeye günlüklerin ilk bölümünde değindiğim Emergency ve Watcher filmlerini de eklemek gerek. Amerikan filmleri yarışmasında büyük ödülü kazanan Nanny de bu filmlerin bir diğeri. Çocuğunu Senegal’de bırakıp Amerika’ya göç eden ve zengin bir ailenin yanında çalışmaya başlayan bir kadının öyküsünü doğaüstü korku öğeleriyle harmanlayan Nanny, ilgi çekici bir çıkış noktasına sahip ve belli bir teknik ustalıkla çekilmiş. Genellikle çok trajik öykülerde ele alınan göçmenlik ve annelik temalarının korku öğeleri içeren bir hikâyede bir araya getirilmesi de oldukça ilginç. Fakat filmin son yarım saati bazı kâbus sahnelerini açıklamaya çalışan, filmin o noktaya kadarki yaklaşımına pek uymayan gelişmeler içeriyor. Bu bölümdeki sürpriz olayların aceleye getirildiğini, izleyiciyi ikna edemediğini ve filmi tatmin edici olmayan bir sona doğru götürdüğünü belirtmek gerek. Yarışmada Nanny’den çok daha başarılı filmler vardı ama yine de yönetmen Nikyatu Jusu umut vaat eden bir isim, umarım ileride daha sağlam senaryolarla çalışma fırsatı bulur. Titane’ın (2021) Altın Palmiye almasından kısa bir süre sonra yine genç bir kadın yönetmenin sıradışı bir korku filmiyle büyük bir festival ödülü kazanması da güzel bir trendin başlangıcı olarak görülebilir.

Master
Master

Bence festivalin korku filmleri arasında en öne çıkan örnek Mariama Diallo’nun ilk filmi Master oldu. Massachusetts’teki elit bir üniversitenin kampüsünde geçen Master, neredeyse tamamen beyaz ve ayrıcalıklı insanlara dolu bu kampüste önemli roller üstlenen üç siyah kadını takip ediyor. Jasmine okula geldiği gün yıllar önce gizemli şekilde ölmüş başka bir siyah öğrencinin yurt odasında kalacağını öğreniyor. Gail ve Liv ise kariyerlerinin farklı aşamalarında olan ve kampüs yaşamının çeşitli zorluklarıyla baş eden iki öğretim üyesi. Diallo bu karakterler aracılığıyla yalnızca elit yüksek öğretim kurumlarındaki bariz ve üstü kapalı ırkçılık olaylarını eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda meselenin daha karmaşık yönlerine, mesela benzer sorunların farklı kuşaklar tarafından sürekli yaşanmasına ve çok çalışarak belli bir konuma gelen azınlık mensuplarının bu “seçkin” dünyaya ait olduklarını tekrar tekrar ispatlamak zorunda kalışına da değiniyor. Filmdeki korku öğeleri tam olarak işlemiyor belki ama Diallo’nun zarif bir görsel üslupla perdeye aktardığı toplumsal eleştiri son derece nüanslı, çok yönlü ve sofistike. Master, benzer filmlerin sık sık kapıldığı kolaycılık tuzağına düşmeyen ve pek çok önemli meseleyi başarıyla bir araya getiren bir film.

Palm Trees and Power Lines
Palm Trees and Power Lines

Cinsel istismar ya da ırkçılık gibi önemli ve güncel konulara el atan bütün filmler korku ya da gerilim türünde değildi elbette. Jamie Dack’e En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Palm Trees and Power Lines, Eliza Hittman filmlerini hatırlatan duru bir drama. Annesi tarafından ihmal edilen 17 yaşındaki Lia isimli bir genç kızın otuz dört yaşındaki bir adamla ilişkisini anlatan bu filmi öykünün sürprizlerini ele vermeden tartışmak imkânsız. O yüzden şimdilik sadece her şeyin çok normal olduğu izlenimini yaratan gündelik sahnelerin izleyiciyi bilinçli olarak yanılttığını söylemekle yetinelim. Dack izleyicinin olan biteni Lia’nın bakış açısından görmesini sağlıyor. Dolayısıyla filmin ikinci yarısında kimi sorunlar ortaya çıktıkça, genç kızın ilk yarıdaki endişe verici işaretleri neden fark edemediğini sorguluyoruz. Filmin cevaplanması çok zor soruları son derece sade bir üslupla sorabilmesi etkileyici. Belki Lia’nın bazı tercihlerini anlamak güç, karakterin psikolojik yolculuğu da tam olarak ikna edici sayılmaz. Fakat Palm Trees and Power Lines yine de #MeToo dönemine göndermede bulunan çok sayıda Sundance filmi arasında en güçlü ve ilgi çekici olanı bana kalırsa.

Utama
Utama

Ne kadar önemli konulara el attıklarını ısrarla haykıran çok sayıda tür filminin ardından dünya sineması yarışmasında daha sakin ve alçakgönüllü filmler bulmak memnuniyet vericiydi. Programın dikkat çeken yönlerinden biri Güney Amerika ve Orta Amerika ülkelerinden gelen filmlerin çokluğu. İlk bölümde ele aldığım Brezilya filmi Mars One’ın yanı sıra Bolivya, Şili ve Meksika yapımı filmler de Sundance yarışmasındaydı. Dünya sineması yarışmasında büyük ödülü kazanan Utama Bolivya kırsalında hayvancılıkla geçinen ve uzun süreli kuraklık sebebiyle yaşamları daha da zorlaşan yaşlı bir çiftin öyküsünü anlatıyor. Torunlarının gelişi çiftin düzeninde küçük çaplı değişimlere sebep oluyor. Bir yanda İspanyolca konuşan, büyük şehirlerde yaşayan, çevre sorunlarından habersiz genç kuşak var. Diğer yanda ise Quechua diline ve geleneklerine sahip çıkan, doğanın ritmine kulak veren ama maalesef değişime ayak uyduramayan yaşlı çift. Utama bu kuşak çatışması üzerinden pek çok temaya değiniyor ama bunu ölçülü ve sabırlı bir üslupla yapmayı seçiyor. Sessizliğin, küçük detayların, engin ve ıssız doğayı tüm güzelliğiyle perdeye taşıyan geniş planların filmde çok önemli rolü var. Utama daha önce görmediğimiz pek bir şey yapmıyor, İklim Krizi ya da gelenek-modernite ilişkisi hakkında çok da yeni şeyler söylemiyor. Ama derdini son derece duyarlı ve etkileyici şekilde anlatmayı başarıyor.

The Cow Who Sang A Song Into The Future
The Cow Who Sang A Song Into The Future

Şili yapımı The Cow Who Sang A Song Into The Future ise benzer temalara daha çarpıcı, şiirsel bir sinema diliyle el atıyor. Yıllar önce intihar eden annelerinin aniden eve dönmesiyle yeniden bir araya gelen bir ailenin öyküsü, hayalet filmlerinde pek sık rastlamadığımız bir dinginliğe sahip. Yönetmen Francisca Alegria seneler sonra ortaya çıkan aile sırlarıyla ya da hayaletin geri dönüşüyle ilgilenmiyor, âdeta kurduğu öyküyü bir kenara bırakmayı seçiyor. Bunlar yerine doğanın ritmini, hayvanların ve böceklerin seslerini, karakterleri bazen tehdit eden bazen ise iyileştiren ormanın gösterdiği yolu takip ediyor. Bu filme çevreci bir masal, trans bireyleri de söylemine dâhil eden feminist bir metin ya da folklorik öğeleri modern aile bağlarını ele almak için kullanan bir deneme olarak bakılabilir. Sundance’in kendine özgü bir sinema dili kurmayı başaran az sayıdaki filminden biri olan bu tuhaf ama akılda kalıcı Büyülü Gerçekçilik örneği, umarım yakın zamanda Türkiye’deki festivallere de uğrar.

All That Breathes
All That Breathes

Ekolojik sorunları ele alan ilginç filmlerden bir diğeri, dünya sineması belgeselleri yarışmasında büyük ödülü kazanan Hindistan yapımı All That Breathes. Yeni Delhi’de geçen bu film, evlerinin bodrum katındaki atölyede yaralı yırtıcı kuşları tedavi etmekle uğraşan üç genci takip ediyor. Yaralı çaylak kuşlarını toplayıp bakımlarını üstlenen grup, aşırı hava kirliliği sebebiyle sayısız kuş hastalanmaya başlayınca işlere yetişemez hâle geliyor. Yönetmen Shaunak Sen, Nadeem ve Saud adlı iki kardeş ile çevreci dostları Salik’i klasik söyleşi formatına ya da didaktizme kaçabilecek bilgilere gerek duymadan izliyor. Bu gözlemci üslup hem hava kirliliği ve insan davranışlarının doğaya olumsuz etkisi hakkında bir şeyler söylemek, hem de Delhi şehrinin etkileyici bir senfonisini sunmak için kullanılıyor. Ayrıca Hindistan’da son zamanlarda artan din kökenli çatışmalar ve Hindu nasyonalizmi de filmin kimi detaylarında gün yüzüne çıkıyor. All That Breathes izleyiciden bir nebze sabır talep ediyor ve makro düzeyde işaret ettiği şeyleri muğlak bırakıyor. Ama hem çok boyutlu bir metin hem de şiirsel bir görsel-işitsel deneyim olarak izleyicinin çabasını ödüllendiriyor.

Navalny

Festivalin Amerikan belgesellerine ayrılan yarışmasında her zamankinden (ve diğer bölümlerden) bir eksik sayıda film yer alması, programa sürpriz bir filmin eklenebileceğine dair söylentiler yaratmıştı. Diğer bütün prömiyerler bittikten sonra en son dakikada yarışmaya eklenen Navalny, programdaki bu boşluğu doldurdu. Vladimir Putin’in en ünlü ve iddialı muhaliflerinden olan Alexei Navalny’nin 2020 yılında zehirlenip ölümden dönmesi tüm dünyada haber olmuş, Putin rejimiyle ilgili sayısız komplo teorisi ortaya atılmıştı. Navalny bu zehirlenme sürecini ve sonrasını en heyecanlı ajan filmlerini aratmayan bir tempoda anlatıyor. Kâğıt üstünde enerji içeceği üreten bir fabrikada çalıştığı anlaşılan kimyasal silah uzmanları, yolcu listeleri ve plaka kayıtlarından ortaya çıkarılan uzun bir gizli takip süreci, şoke edici telefon konuşmaları bu çarpıcı belgeseli seyre değer kılıyor. Aslında filmin bittiği noktada Navalny’ye ne olacağını zaten biliyoruz. Üstelik film Navalny’nin tartışmalı yönleriyle ilgilenmeyen, yer yer propagandaya kaçan bir üslup benimsiyor. Ama bunlara rağmen diken üstünde izlenen, kuşkusuz bu yılın en çok ses getiren filmleri arasında yer alacak bir belgesel Navalny.

The Exiles
The Exiles

Navalny’nin de yarıştığı Amerikan belgeselleri bölümünün büyük ödülü ise yapımcılığını Steven Soderbergh’in üstlendiği The Exiles filmine gitti. The Exiles Çin kökenli Amerikalı belgeselci Christine Choy’un portresi gibi başlıyor. Bu yeterince ilginç zaten, zira Choy kadınların, özellikle de Asyalı Amerikalıların film endüstrisinde pek yer bulamadığı bir dönemde çalışmış öncü bir isim. Ayrıca elinden sigarası düşmeyen, New York Üniversitesi’ndeki derslerini bile içki kadehini bırakmadan veren, küfretmeyi hayli seven bir rock yıldızı! Ama sonradan anlaşılıyor ki filmin odak noktasında, Choy’un 1989 yılında çekmeye başlayıp hiç bitirmediği bir belgesel var. Tiananmen Meydanı’ndaki öğrenci protestoları, kanlı katliam, ve katliam sonrasında ABD’ye kaçmak zorunda kalan muhalif liderler hakkında bir film bu. Hem Choy’un otuz üç yıl önce çektiği görüntüleri izliyoruz, hem de Choy’la birlikte seyahat edip artık Tayvan ve Fransa’da yaşayan göçmenleri yıllar sonra yeniden ziyaret ediyoruz. The Exiles müthiş bir hikâye anlatıyor ve sürgün deneyimini çok yönlü şekilde betimliyor. Ama 90 dakikalık süreye çok fazla şey sığdırmaya uğraşıyor. Aslında Choy’un deneyimleri ayrı bir filmin, üç politik liderin birbirinden çok farklı sürgün hikâyeleri bambaşka bir filmin konusu olabilir. Hattâ her liderin yolculuğu daha etraflıca ele alınabilir. Biraz hızlı ilerleyen The Exiles söz ettiği konuları yeterince derinlemesine işlemiyor. Ama yine de kendi tarihlerinden habersiz genç kuşaklar, totaliter rejimler ve film yapma pratiği hakkında değerli tespitlerde bulunan çarpıcı bir film bu.

Sundance’in son dakikada formatı değişen bir organizasyonu kimi küçük aksaklıklara rağmen başarıyla tamamladığını ve programda bariz bir başyapıt yer almasa da çok sayıda ilginç filmi izleyiciyle buluşturduğunu söyleyebiliriz. Genellikle Sundance’le alakalı tartışmalar hangi filmlerin Oscar sezonunda ön plana çıkacağına odaklanıyor. Çünkü son yıllarda Judas and the Black Messiah (2021), Minari (2020), Promising Young Woman (2020), The Father (2020) gibi çok sayıda film Sundance prömiyerinden aylar sonra Oscar’a uzandı. Bu sene hangi filmlerin bu tarz bir başarıya ulaşacağını şimdiden öngörmek zor. Ama bu senenin Sundance filmlerinin de yıl boyunca pek çok festival dolaşacağını ve yıl sonunda yeniden gündeme geleceğini tahmin edebiliriz. Umarız Türkiye’de sadece Sundance çıkışlı iddialı Amerikan filmlerini değil, festivalin dünya sineması bölümünden ya da belgesel yarışmalarından filmleri de izleme şansımız olur.


‘Sundance Film Festivali Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.