Sundance Günlükleri 2023 #1: Sometimes I Think About Dying, Shayda, Slow ve dahası
Yılın ilk büyük film festivali Sundance 19 Ocak itibariyle başladı. Bu yıl hem fiziksel hem de çevrimiçi gösterimlerle düzenlenecek Sundance’in ilk günlerinde gösterim şansı yakalayan filmlere dair kısa kısa…
Uzun bir pandemi arasından sonra yılın ilk büyük film festivali olan Sundance, Utah Park City’deki salonlara geri döndü. Soğuk ve karlı havanın etkisiyle herkesin öksürüp aksırdığı ama neredeyse kimsenin maske takmadığı salonlarda, muhtemelen bütün yıl boyunca isimlerini duyacağımız bağımsız filmler birer birer izleyici karşısına çıkmaya başladı. Bu yıl 19-29 Ocak tarihleri arasında gerçekleştirilen festival, ilk beş gününde yüzden fazla filmin prömiyerine ev sahipliği yapacak, ikinci yarıda ise bu filmlerin bir kısmını çevrimiçi gösterimlerle Amerika’nın dört bir yanındaki izleyicilerle buluşturacak. Programdaki en iddialı yapımlar festivalin çevrimiçi ayağına dâhil edilmese de en azından yarışmalı bölümlerdeki bütün filmlerin birer dijital gösterimi var.
Sundance, Avrupa’daki prestijli festivallerin aksine ana yarışma bölümü üzerine inşa edilen bir programa sahip değil. Bunun yerine Amerikan filmlerine ve dünya sineması örneklerine farklı bölümler ayrılıyor. Kurmaca filmler ve belgeseller de farklı bölümlerde yarıştığı için toplamda dört farklı yarışmada on ikişer film gösteriliyor. Tabii en çok ilgi gören ve festival tarafından öne çıkarılan yarışmanın kurmaca Amerikan filmlerine ayrılan ABD Dramatik Yarışma olduğunu söylemek gerek. Bu bölümün açılışını yapan Sometimes I Think About Dying başrolünde Daisy Ridley’in yer aldığı alçakgönüllü bir karakter analizi. Oregon’un sessiz sakin bir kasabasında yaşayan Fran, monoton bir ofis işinde çalışan, pek arkadaşı olmayan, ofisteki insanlarla iletişim kurmakta zorlanan bir karakter. Fran’in olaysız yaşamı önce Carol isimli bir meslektaşının emekli olması, daha sonra da Carol yerine işe başlayan Robert’ın kendisine ilgi göstermesi ile değişiyor. Yönetmen Rachel Lambert izleyiciyi Fran’in bakış açısına ortak etmek ve kendini açıkça ifade edemeyen bir karakteri anlamamızı, onunla bağ kurmamızı sağlamak konusunda oldukça başarılı. Robert ve Fran’in yakınlaşmasında, genç kadının belli rutinleri takip ederken hayatı elden kaçırdığını fark edişinde dokunaklı bir yön var kuşkusuz. Fakat ne yazık ki Sometimes I Think About Dying bir kısa metrajdan uyarlanmasının da etkisiyle tekrara düşen, uzun metrajın gerektirdiği tematik ya da görsel zenginliğine sahip olmayan bir film. Tipik Sundance bağımsızlarında defalarca gördüğümüz iletişimsizlik ve yalnızlık klişelerini pek de aşamayan Sometimes I Think About Dying, kabuğunu bir türlü kıramayan bir karakteri takip ederken kendisi de tekdüzelik tuzağına düşüyor.
Dünya sinemasından kurmaca filmlerin yer aldığı Dünya Sineması Dramatik Yarışma’nın ilk filmi ise yapımcıları arasında Cate Blanchett’ın da bulunduğu Avustralya filmi Shayda idi. Eşinden şiddet gördüğü için küçük kızı Mona ile birlikte bir kadın sığınağında yaşamaya başlayan Shayda’nın hikâyesini anlatan film, hem İran göçmeni ana karakteri vasıtasıyla son dönemde İran’da yaşanan olaylara ve protestolara atıfta bulunuyor, hem de aile içi şiddetin yarattığı travmayı detaylı biçimde ele alıyor. Aslında hikâye 1995 yılında geçiyor ama filmi izlerken birkaç ay önce İran’da Mahsa Amini’nin polis tarafından öldürülmesi sonrasında yaşanan gelişmeleri düşünmemek imkânsız. Filmin hikâyeyi temiz biçimde anlatmakla yetinen, temel sosyal gerçekçilik kalıplarından şaşmayan üslubu biçimsel açıdan fazlasıyla tanıdık olsa da yönetmen Noora Niasari’nin önemli bir konuya odaklandığı inkâr edilemez. Shayda’nın belki de en çarpıcı yönü, Avustralya’da burslu olarak tıp okuyan, İran’daki baskıcı ortamdan uzaklaşmış, sözde ayrıcalıklı ve eğitimli bir adamın bile ne kadar ilkel davranışlar sergileyebileceğini göstermesi. Ayrıca farklı Uzakdoğu ülkelerinden ya da İngiltere’den sığınağa gelen kadınların tüm kültürel farklılıklarına rağmen benzer biçimde şiddete maruz kalmış olmaları da dikkat çekici. Bu açıdan Shayda’nın durumunun maalesef evrensel bir boyutu olduğunu dile getiriyor Niasari. Filmin İran kültürünü dengeli biçimde betimlediğini, pek çok sorunlu medya temsilinin aksine tek bir adamın barbarca davranışlarını bütün bir kültürü yermek için kullanmadığını eklemek gerek. İran yemekleri, şiir ve müzikleri, Nevruz kutlamaları filmde önemli yer tutuyor. Shayda geçen yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Zar Amir Ebrahimi’nin güçlü performansından büyük destek alan, izleyiciyi pek şaşırtmasa da görülmeyi ve tartışılmayı hak eden bir film.
Bu bölümün bence daha yaratıcı olan bir diğer filmi ise alışılmadık bir aşk hikâyesi anlatan Litvanya yapımı Slow idi. Filmin ana karakterleri işaret dili çevirmenliği yapan Dovydas ile modern dans eğitmeni Elena. Yönetmen Marija Kavtaradze, çiftin ilk tanışmalarından bir ilişkiye başlamalarına kadar geçen süreci incelikle anlatıyor ve özellikle koreografinin, beden dilinin, dokunma hissinin ön plana çıktığı sahnelere ağırlık veriyor. Elena’nın stüdyosunda ya da bir masaj salonunda geçen bölümler diyalog yerine bedene ve harekete vurgu yaparak Slow’un görsel dokusunu belirliyor. İşaret dili filmde hem kendine özgü bir dans hem de başkalarıyla yakınlık kurmanın zorluklarına dair bir sembol olarak kullanılıyor. Öykünün esas kırılma noktası ise Dovydas’ın aseksüel olması, dolayısıyla gerçekten sevdiği Elena’ya karşı cinsel arzu hissetmemesi. Kavtaradze aseksüelliği çiftin aşması gereken bir engel olarak betimlemek yerine alternatif bir ilişki biçimi olarak yorumluyor. Böylelikle Slow, insan ilişkilerini belli rollere ve kalıplara sığdırmaya çalışan toplumsal normları sorguluyor, aşk ve sadakat gibi çok tanıdık konulara taze bir perspektiften bakıyor. Filmin son bölümü hikâyenin potansiyelini tam olarak değerlendiremiyor ve çok güçlü bir etki bırakamıyor belki. Kavtaradze’nin bir nebze tekrara düştüğünü ve filmin on, on beş dakika fazla uzun olduğunu da söyleyebiliriz. Ama bu tarz küçük pürüzlere rağmen Slow, umut vaat eden bir yönetmenin imzasını taşıyor ve insan ilişkilerine özgün bir noktadan yaklaşmayı başarıyor.
Amerikan belgeselleri yarışmasında izleyiciyle buluşan ilk film ise bir dönemin en önemli rock’n roll yıldızlarından Little Richard hakkında bir biyografiydi. Lisa Cortes’in yönettiği CNN/HBO ortak projesi Little Richard: I Am Everything, rock müziğine yaptığı büyük katkılara rağmen Elvis Presley ya da The Beatles gibi bir ikon hâline gelemeyen Richard’ın hikâyesi aracılığıyla alternatif bir popüler kültür tarihi sunuyor. 1950’lerin Amerika’sında toplumsal yaşamın her parçası ırk kökenli ayrımcılık üzerine kurulmuşken kuir bir siyah sanatçı olarak Richard’ın hakkının yenmesi maalesef şaşırtıcı değil. Richard’ın kendisi de daha sonradan eşcinsel kimliğini reddedip muhafazakâr bir kilise müdavimine dönüşerek müzik camiasına bıraktığı mirası daha karmaşık ve çelişkili hâle getirmiş. Cortes, Richard’ın gelgitli yaşam öyküsünü enerjik bir üslupla ve geniş bir arşivden destek alarak anlatırken sadece bu sanatçıya değil, beyaz yıldızların ödüllere boğulup milyonlar kazandığı yıllarda görmezden gelinmiş olan bütün siyah müzisyenlere saygı duruşunda bulunuyor. Filmin kimi noktalarda yüzeysel kaldığını, Richard’ın hiçbir ilişkisine geniş yer ayırmadığını, Richard’a övgüler yağdırılan bölümleri uzun tutup diğer konuları aceleye getirdiğini belirtmek lazım. Ama özellikle müzik tarihine ilgi duyan izleyiciler John Waters ve Mick Jagger gibi ünlü isimlerin de katkıda bulunduğu, Paul McCartney ve David Bowie’nin ilginç arşiv görüntülerinde boy gösterdiği bu belgeselden büyük keyif alabilirler.
Dünya sinemasından belgesellere ayrılan dördüncü yarışma bölümünden favorim ise Mumbai yakınlarındaki bir balıkçı köyünden iki arkadaşın öyküsü aracılığıyla çevresel konulara değinen Against the Tide. Geçtiğimiz yıl Sundance’te büyük ödülü kazanan ve şimdi Oscar favorileri arasında yer alan çevreci Hindistan belgeseli All That Breathes (2022), didaktiklikten uzak duran gözlemci üslubuyla beğeni toplamıştı. Yönetmen Sarvnik Kaur, nefes kesici su altı sahneleri de içeren Against the Tide’da benzer bir yapıya başvuruyor. Filmde uzmanlarla yapılan röportajlar, dış ses ya da grafikler aracılığıyla aktarılan makro ölçekli veriler yok. Ama Ganesh ve Rakesh isimli iki arkadaşın mütevazı öyküsü okyanuslara geri dönülmez şekilde zarar veren yasadışı balıkçılık tekniklerine, uluslararası firmaların büyük gemileri okyanus kaynaklarını tüketirken hayatta kalmaya çalışan köylülerin mücadelesine, zor durumdaki köylüleri borç batağına sürükleyen ekonomik sisteme ışık tutuyor aslında. Köyünden ayrılmayan Rakesh eski usul tekniklerle balıkçılık yapmayı sürdürürken Mumbai’de yaşayan Ganesh’in modern derin deniz balıkçılığına yönelmesi klasik bir gelenek-modernite çatışmasını beraberinde getiriyor. Fakat ele aldığı bütün politik, kültürel ve çevresel temaların ötesinde Against the Tide’ın esas meziyeti, insancıl bir bakış açısıyla hem Rakesh’i hem de Ganesh’i anlamamızı sağlaması ve tek bir doğru yol öne sürmekten özenle kaçınması. Bu hümanist yaklaşım Rakesh’in oğlunun doğumuyla başlayan ve Ganesh’in kızının doğumuyla sona eren filmin bütün akışını belirliyor. Rakesh’in oğlunun sağlık sorunları ile ilgili duygusal bölümler ya da iki adamın yakın dostluğunu betimleyen keyifli sahneler, Against the Tide’da çevresel felaketler ve toplumsal eşitsizlikler hakkındaki tespitler kadar büyük yer kaplıyor neredeyse.
Aslında genellikle Sundance programının en yüksek profilli filmleri yarışmalı bölümlerde değil de daha önceki filmleri ses getirmiş yönetmenlerin yeni çalışmalarına ağırlık veren Prömiyerler seçkisinde yer alır. Ancak bu yıl Prömiyerler bölümünün açılışını yapan filmin çok vasat olduğunu belirtmek gerekiyor. 2007 yılında Padre Nuestro filmiyle Sundance’te büyük ödülü kazanan Christopher Zella imzalı Radical, sefalet yüzünden potansiyelleri boşa harcanan öğrenciler ve onların hayatlarını değiştiren idealist bir öğretmen hakkında. Bu tarz hikâyelerin bütün klişelerini yeni hiçbir şey eklemeden kullanan filmin başrolünde, iki yıl önce Sundance ödüllerini toplayıp daha sonra En İyi Film Oscar’ına uzanan CODA’da (2021) da benzer bir rol üstlenen Eugenio Derbez var. Meksika’nın en fakir bölgelerinden birinde envai çeşit ailevi sorunla boğuşan çocukların durumu tabii ki üzücü, bu bölgeden mühendis olmaya hevesli genç bir dâhinin çıkması ise oldukça etkileyici. Ama bu tarz ilham verici gerçek hikâyeler daha önce o kadar çok kez anlatıldı ki bu demode versiyonun her adımı kolaylıkla tahmin edilebilir. Başarılı genç oyuncuların varlığına ve yönetmenin tüm iyi niyetine rağmen Radical, ne eğitim sistemindeki sorunlar ne de değerli yeteneklerin boşa harcanmasına sebep olan fırsat eşitsizliği hakkında dişe dokunur bir şey söylüyor. Derbez’in canlandırdığı öğretmen Sergio sık sık nutuk atıp filmin ne mesaj vermeye çalıştığını açıkça dile getiriyor ama çocukların baş ettikleri trajediler de elde ettikleri başarılar da yüzeysel bir melodramın malzemesi olmaktan öteye geçemiyor.
Yapımcılığını Sofia Coppola’nın üstlendiği Fairyland, başrolünde Gael Garcia Bernal’in yer aldığı güreşçi biyografisi Cassandro ve Isabelle Huppert’li Frankie (2019) ile Cannes’da yarışan Ira Sachs’ın yeni çalışması Passages önümüzdeki günlerde Prömiyerler bölümünü hareketlendirmesi beklenen filmler arasında. Sundance Film Festivali izlenimlerinin ikinci bölümünde bu filmlerden bazılarına değineceğiz. Bu yılın büyük Sundance keşfi olabilecek yeni yarışma filmlerinden de kısa kısa söz edeceğiz.
Amerika’daki Western Washington Üniversitesi’nde sinema dersleri veren ve festivaller hakkında araştırma yapan Odabaşı, Cannes Critics Week jürisinde ve iki kez Berlinale Talents programında yer aldı.