Bir Roy Andersson Portresi
İkinci Kattan Şarkılar ve Siz, Yaşayanlar’la sinemaseverlere özgün bir sesin gümbür gümbür geldiğini müjdeleyen Roy Andersson, 7 yıl aradan sonra çektiği ilk filmi İnsanları Seyreden Güvercin’le Venedik’te Altın Aslan’ı kucakladı. Ekim 2011 sayımızda İsveç sinemasının bu usta ismini sayfalarımıza taşımıştık.
Serdar Kökçeoğlu
Roy Andersson İsveçli bir sinemacı ve ülkenin sinema ikonu Ingmar Bergman’la karşılaştırıldığında, kesinlikle üretken bir sinemacı değil. Parasını reklamdan kazanan her sinemacı gibi, kariyerinde büyük boşluklar var. Mesela, şimdilik son filmi ve üçlemesinin ikinci filmi olan Siz, Yaşayanlar’ı (Du Levande) 2007 yılında izlemiştik. İyiydi ama İkinci Kattan Şarkılar (Sånger från andra våningen, 2000) kadar çarpıcı değildi sanki. Yoksa bunu beklememek mi gerekiyor? Onun kendine has, taklit edilemez bir tarzı var ve sadık izleyicilerini şaşırtmaya, onların karşısına beklenmedik bir hikâye ve estetik denemelerle çıkmaya niyeti yok gibi. Olmasın da. Zaten sorun onda değil bizde. Bir Roy Andersson filmiyle ilk defa karşılaştığınızda şaşırırsınız, sonra onun ikinci dönemine ait diğer filmlerini izlersiniz ve hepsi aynı filmin parçaları gibi gelir. Sadece görünüşte öyledir aslında, yoksa biri insan olmanın anlamına kafa yorar, bir diğeri çaresiz, metaforik hastalıklara. Biri daha politiktir, diğeri sıradan yaşamların yabancılaşma perdelerini indirir aşağı. Ama onun ikinci dönemine ait filmlerinin hepsi, gerçekten bir filmin parçaları gibidir. Yaşamı boyunca reklam filmi çekmiş bir yönetmen olarak, her nereden edindiyse benzersiz bir bilgelikle, dünyaya Batı’dan bakan ‘uygar’ insanı tersine dikilmiş bir heykel gibi ele alır. İnsan hayatı yanlış yaşamaktadır onun gözünde, Batı insanının sadece tarihi değil, uygarlığın dayattığı yaşam tarzı da hatalarla doludur…
Roy Andersson, ince, zekice bir mizah duygusuna sahiptir ve kaliteli mizahın karanlığın derinlerinden çıkacağını iyi bilir. Onun ilk bakışta hepsi birbirine benzeyen filmlerini ayrı ayrı incelemeden önce, izninizle garip bir bölümleme işlemi yapalım. Sinemacıların sinema kariyerlerini bölümlere ayırmak, her bölümü kendi içinde incelemek, böylece sinemacının geçirdiği değişimi mantıklı bir şekilde ortaya koymaya çalışmak şüphesiz işimize geliyor. Aslında kolay bir karar değil ve bunun kesinlikle doğru olduğunu savunamayız. Fakat bu yazıda Roy Andersson’un ikinci dönemi üzerinde duracağımızı belirtelim. Yani, ilk sinema filmi olan ve adını duyurmasını sağlayan En kärlekshistoria (A Swedish Love Story, 1970) ve Giliap (1975) üzerinde çok fazla durmayacağız. A Swedish Love Story İsveç sinemasında çok önemli bir mihenk taşı aslında, Giliap ise yönetmenin ikinci döneminin ipuçlarını veren ilginç bir deneme; ama ikisi de estetik ve tematik anlamda bildiğimiz, kabul ettiğimiz Andersson sinemasından uzak filmler. Yine yönetmenin kısa filmlerinden, ikinci dönemi içinde kabul ettiğimiz Something Has Happened (1987) ve World of Glory (1991) ilgi alanımıza girerken, yaratıcı öğrenci filmleri dışarıda kalacak. Yine de, ilk kısa filmi olan Visiting One’s Son’a olan hayranlığımızı belirtmemek de olmaz. 1967 tarihli bu kısa film, oğullarını ziyarete giden bir aileyi ve babanın oğlunun yeni yaşam tarzına karşı duyduğu hoşnutsuzluğu anlatan naif, sıcak ve komik bir denemedir. Belki diğer öğrenci filmlerine göre Andersson’un acayip mizahının ipuçlarını daha fazla gördüğümüz için daha çok dikkatimizi çekmiştir.
Batı Uygarlığı
Bir bakıma, başlangıçta İkinci Kattan Şarkılar vardı. Yönetmenin 80’lerin sonunda ve 90’ların başında iki kısa filmle temellerini attığı karanlık, absürd ve şiirsel sinemanın doyurucu bir uzunlukta keşfedilmesine izin verdi bu film. Demiştik, onun filmleriyle ilk defa karşılaştığınızda şaşırırsınız. Sabit kamerayla çoğunluğu stüdyolarda çekilmiş gibidir ve bir cehennem tiyatrosunu andırır. Bembeyaz yüzlerin (dâhice bir makyajla göz çukurları içinde gözleri belirsizleştirilmiş, hissizleştirilmiş ölü yüzlerin) yanında, mekânlar ve eşyalar da ölü gibidir, çoktan müzelik vaziyettedir. İşte Roy Andersson’un gözünden Batı uygarlığı. Filmde ekonomik hayat tüm vahşiliğiyle devam etmekle birlikte, insanın canlılığı sona ermiş gibidir. Duygusal tepkileri azalmış, belki en fazla ağlamaya ve sızlanmaya indirgenmiştir. Tarihî binalarda, soluk, minimalist tarzda döşenmiş evlerde yaşayanlar, az buçuk uygarlaşmış, en azından sosyal hayata uyum sağlamış ölüler gibidir. Roy Andersson’un beyaz yüzlü kahramanlarını ölülere ve hatta ağlayan zombilere benzetenlerin sayısı hiç az değildir. Zaten filmde ölüler de insanların arasında dolaşmaktadır. Ölüler ve canlılar arasındaki ayrım azalmıştır, bunda dünyanın çekilmesi zor bir cehenneme dönmesinin de etkileri vardır. Film üst üste trajedilerle başlar. Bir adam işini kaybeder, bir başka adam masumca bir arayışın sonunda sokakta sebepsiz bir şiddetin hedefi haline gelir. Sokaklarda trafik durmuştur ve işadamı görünüşlü bir grup şık, modern insan, tarikat ritüellerini anımsatır şekilde birbirini kamçılayarak bekleyen arabaların arasında ilerlemektedir. Yönetmen bize ne demek istiyor olabilir, ‘modern kölelik’ mi? O kadar basit değil. Andersson tarihin facialarını her zaman hikâyelerinin bir köşesine koymayı bilmiştir. Filmde İkinci Dünya Savaşı’nın ve tabii Nazi vahşetinin hayaletinin dolaştığı, ürpertici bir şekilde gezindiği pek çok sahne vardır. Burada kölelik, bir başka sahnedeyse kurban etme ayinleri çıkar karşımıza. Küçük bir kız, çeşitli kurumların temsilcileri önünde kurban edilir. Bugün, tarihin geç kalmış bir gösterisi gibidir.
Son günlerde sosyal medya sitelerinde izlediğimiz bir video var; bir grup müzisyen toplu taşıma aracında insanların arasında müziklerini sergiliyor/seslendiriyor. İşte bunun bir benzerini İkinci Kattan Şarkılar’da izliyoruz. Yönetmenimiz baştan sona tuhaf ve yabancılaştırıcı bir tür olan müzikali çok yaratıcı bir şekilde kullanmasıyla da biliniyor. İnsan ekonomik bir sinyale dönüşmüştür ve bu duruma katlanamadığını hissettiğimiz bir şair dünyaya panjurlarını çoktan indirmiştir. Trajedi üzerine trajedi. Anlatınca iç karartıcı oluyor değil mi? Halbuki sevimli ve şişman yönetmenimiz bu insanlık durumlarına gülmemizi istiyor. Tamam ölü gibiyiz, dünyayı cehenneme çevirdik ama hayatı başka türlü yaşamanın yolları da var. Olmalı! Roy Andersson aslında bize bildiğimiz, daha önce pek çok sinemacının hatırlattığı şeyler söylüyordu bu filminde. Ve fakat bütünüyle yenilikçi, benzersiz, bambaşka bir filmdir bu. Yakaladığı cansız, soluk ve ölü estetikle insanlık durumunun geldiği noktayı çok daha çarpıcı, hatta vurucu bir şekilde sergilemektedir. Yönetmen öncelikle kendi ülkesini ve tarihsel ortaklıklar nedeniyle Batı Avrupa’nın fiziksel (ve duygusal) rehavetini ele alıyor olsa da, evrensel bir noktaya ulaşmayı başarıyordu. Bir sonraki cehennem kartpostalını merakla beklemeye başladık ve maalesef yedi yıl sonra geldi. Eminiz pek çok hayranı da kısa filmlerini bu süreçte keşfetmiştir. Son derece önemli olan iki kısa filmine geçmeden önce, 2007 tarihli kartpostalındaki resme ve bize neler yazdığına yakından bakalım yönetmenin.
Herkes Kendi Mezarlığında
Siz, Yaşayanlar’ın başlarında, bir kadının erkeğini köpeğiyle beraber kovmasını izleriz. İçindeki acıyı önce müzikal bir şekilde sergileyip sonra o çarpıcı cümleye bağlar: “Beni kimse anlamıyor.” Bu dertten mustarip tek kadın o değildir; bir öğretmen sınıfta öğrencileri önünde ağlamaya başlar. Genç kuşaklar önünde daima güçlü duran o örnek kişinin çözüldüğü yerdir bu. Üstelik onu ağlatan kocasının söylediği kötü sözlerdir. Siz, Yaşayanlar da İkinci Kattan Şarkılar gibi kısa hikâyelerden oluşmaktadır. Bazılarında aynı karakterler çıkar karşımıza ve bize bir öykü bütünlüğü verir. Bazıları ise bu bütünlüğü bozan, akışın dışında hikâyeciklerdir. Yönetmenin esas derdi insan olmanın anlamı üzerine kafa yormaktır. Bu nedenle izlediğimiz kişiler rüyalarını ve zaaflarını paylaşır bizimle.
Filmin en çarpıcı hikâyelerinden birinde, bir işçi geniş bir ailenin tabak çanaklarla donatılmış masasını, masa örtüsünü hızla çekerek darmadağın eder. Masada tarihî yemek takımları vardır ve işçi elektrikli sandalye cezasına çarptırılır. Yönetmen insanlığın en derin zaaflarından biri olan sınıf çatışmasına radikal, Bunuel’ci bir gerçeküstücülükle yorum getirir. İnsanın materyalist zaafları ise sevişen bir çiftte kendisini gösterir. Alttaki adam sürekli ekonomik bir şeyler gevelerken, üstteki kadın tek başına inlemektedir. İnsanın maddi dünyadan uzaklaşma imkânı bulabileceği, aşkınlığı tadabileceği her yerde para konuşulmaktadır artık. Bu nedenle kahramanlar ‘kimse beni anlamıyor’ diye inlediğinde, kimse bunu satın almamaktadır. Herkes kendi mezarlığında umutsuzca inlemektedir!
Aslında Roy Andersson bu iki filmle, 2000’ler sinemasının en önemli yaratıcıları arasında kolaylıkla yer buldu kendine. Onu trajikomik insan hikâyeleri anlatan bir evren kurucu olarak kabul edenler var. Evren kuruculuk, evren kurmak şüphesiz başka bir şey ve işin fantastik bir boyutu var, ama Roy Andersson’a yakışmadığını da kim iddia edebilir? Ve o aslında bu iki filmle güçlenen evreni 80’lerin sonunda Something Has Happened ile yaratmıştı. AIDS üzerine eşi benzeri olmayan bir çalışmadır bu. AIDS ve hayat üzerine hatta… Yönetmen AIDS’e yakalanan ve hastalığının ne olduğunu tam olarak bilmediği için, profesyonellerin yorumlarına başvuran zavallı bir adamı anlatır. AIDS’in yayılma şekilleri, hastalıktan korunma yöntemleri ve nasıl çıktığına dair spekülasyonlar filmde ironik bir tonla ele alınır. Ve fakat yönetmenin asıl amacı henüz tartışma konusu olmuş bir hastalık üzerinden hayata bakmaktır. Aslında hayatın kendisi de tedavisi olmayan bir hastalıktır ve yavaş yavaş ölüme götürür. Yaşamın kendisi de söz konusu hastalık gibi nasıl başladığı belli olmayan, korkulan, profesyonel yorumlarla tadı kaçan bir hastalıktır. Çaresizce ölümü beklemek dışında bir şeyler yapmanın yolu olmalı…
Aynadaki Cesedimiz
Yönetmen 1991 yılında çektiği World of Glory ile bir adamın hayatını tüm sıradanlığıyla gözler önüne serer. Ortaya çıkan portre tüyler ürpertici derecede sıradan ve olağandır. Adam bize işini, eşini, kardeşini, arabasını ve sahip olduğu diğer olağan şeyleri gösterir. Bu sıradan adamı sıradışı kılan tek şey, geceleri duyduğu çığlıklardır. Bunları adamın yüzleşmek zorunda olduğu hayat sıkıntıları/uyarıları gibi düşünebiliriz. Adamın uykusu kaçtığında, karısı yarınki işi gücü hatırlatarak uyuması gerektiğini tembihler. Uyumak lazım, içten gelen uyarı seslerine kulak tıkamak ve uyumak lazım. Andersson aslında ikinci dönem sinemasını gayet güzel özetleyen bu kısa filmle, sıradan bir adamın gerçeküstücülük derecesinde sıradan hayatına yabancılaştırır bizi ve aynadaki cesedimizi hatırlatır bize. Uygarlığın yanlış bir şekilde organize edildiğinin ipuçlarını sadece tarihte değil, kendi kişisel tarihlerimizde ve hatta bugünümüzde görebiliriz. Roy Andersson mizahı, yanlış yorumlanan hayatları sergileyerek canlandırıcı bir etki yaratır. Onun filmlerine gülebilmek kolay değil, ama gülebildiğinizde, çok daha hayat dolu ve canlı hissedecek, hayatı doğru okumaya başlayacaksınız.
Son olarak, galiba söylemesek olmayacak, yönetmenin üzerine tarihî bir binada hizmet veren büyük bir prodüksiyon şirketi kurduğu önemli bir reklamcılık kariyeri var. Meraklıları için pek çok video paylaşım sitesinde reklamlarından örnekler bulunabiliyor. İnanılır gibi değil ama pek çoğu bildiğimiz cansız, soluk Roy Andersson dünyasında geçiyor bu kısa reklam filmlerinin. Sonu gelmeyen komik sigorta ve loto reklamları oldukça ilginç, yönetmen şirket hesabına çalışırken de, ölmeden mezara giren insanoğluna tepeden, bilgece bakmayı sürdürüyor ve gülebilmenin canlandırıcı etkisini hatırlatıyor.