3. Saul’un Oğlu / Saul Fia

Bir hayaletin peşinde bir hayale tutunmak… Macar Yahudisi Saul, Auschwitz toplama kampında, kendi ölümünü beklerken Nazilerin pis işlerini hâlleden ‘Sonderkommando’lardan biri. Bu ölüm merkezinde Saul ve arkadaşları yeni gelen kurbanların gaz odalarına sokulduğu, sonra kıyafetlerinin tasnif edildiği, ardından cesetlerin toparlanıp yakıldığı çıkışsız bir döngünün içinde hissizce işlerini yapıyorlar. Belki kendi infazlarını düşünemeyecek kadar yorgun ve ruhsuzlar. İşte o sırada Saul, kendisini yeniden hayata bağlayacak bir şeyle karşılaşıyor; gaz odasından mucizevi bir şekilde canlı çıkan küçük bir çocuğun kendi oğlu olduğuna inanıyor. Arkadaşları onun bir oğlu olmadığını söylese de, kollarında can veren çocuğu doğru düzgün gömebilmeyi kendine amaç ediniyor Saul. Ortağı olduğu suçun kefareti kadar yaklaşan ölüme sembolik bir direnç sayılabilecek bu arzuyla her şeyi göze alabilecek birine dönüşüyor. “Auschwitz’te yaşanan katliamın acısı temsil edilebilir mi?” sorusu yıllarca felsefi, etik, sanatsal açılardan tartışıldı. Pek çok kişiye göre bu imkânsızdı. László Nemes Saul’un Oğlu’nda bu soruya biçimsel yollardan bir cevap arıyor. Çok sığ bir alan derinliğine sahip uzun planlardan oluşan film, genel bir acıyı anlatmaya değil, tek bir adamın duygusunu takip etmeye odaklanıyor. Oğlunu toprağa kavuşturma amacının Saul’u her şeyden soyutlayan deneyimini, gerçekten kameranın ancak burnunun ucunun net olduğu kadrajlarla seyirciye de geçirmeyi deniyor. Saul kafasını kaldıramıyor, geneli göremiyor, imkânsız bir hayalin peşinde, gözümüzün önünde bir hayalete dönüşüyor. Kendi kanından olsun ya da olmasın, tıpkı Saul’un o çocuğun varlığına duyduğu sembolik inanç gibi, Saul da bizler için nefes almaya devam etmesini istediğimiz kalabalıkların arasındaki bir yüz aslında. Ve tıpkı Saul gibi, biz de ‘o kişi’nin çoktan ölmüş olduğunu biliyoruz.
>>>

Marmara ve Bilgi Üniversitesi’nde aldığı sinema eğitimini New York Üniversitesi Sinema Çalışmaları doktorasıyla tamamladı. İlk kurmaca uzun metrajı Mavi Dalga, prömiyerini 2014'te Berlinale’de yaptı. Teorik ve pratik üretimin iç içeliğinden beslenerek, yazarlık, eğitmenlik ve film üretimini birlikte yürütüyor.