Gezi’den Sonra: Gezi Direnişi Belgeselleri
9. İşçi Filmleri Festivali seçkisinde yer alan Gezi Direnişi belgeselleri, Gezi’nin bir tarihi yazılacaksa, iktidarın bas bas bağıran buyurgan sesiyle değil, direnişin öznelerinin çoksesliliğiyle yazılacağını gösteriyor.
Ortam şiire acaip müsait Efendimiz
Çünkü sahibini görmediği sesleri şiir sanır insan
Didem Madak
Geçtiğimiz yıl, Gezi Direnişi henüz tüm yakıcılığıyla devam ederken hazırlamaya başladığımız Temmuz-Ağustos sayımızda direnişin el çabukluğuyla hazırlanan kısa video, film ve kliplerinin bir derlemesini 1 yapmış; sokaklarda kameralarıyla birlikte direnen bir grup arkadaşımızla da direnişi kaydetmenin etik ve estetiği üzerine bir sohbet gerçekleştirmiştik 2. Aradan tam bir yıl geçti. Gezi Direnişi üzerine üretilen ilk işler, yani çoğunlukla direniş sırasında çekilen ve anında internete yüklenen videolar, genellikle haber verme, teşhir ve ifşa etme işlevleriyle ön plandaydı elbette. Fakat bu tez elden yapılan kimi filmler arasında dahi (Bunu Ben Kırdım Çünkü…, Gezi Yazı: Başkaldırının 140 Vuruşu, Gezi Havası, Tornistan gibi) direnişin çokça bahsi geçen mizahını, sosyal medyayı aktif bir araç olarak kullanışını ya da kendine özgü ritmini/hissini, anlatımına biçimsel ve kavramsal olarak yediren işler yok değildi. Aradan geçen zamanda, artık yavaş yavaş daha uzun, bir anlamda daha bütünlüklü filmler de ortaya çıkmaya başladı diyebiliriz. İnternet üzerinden yayınlanan sayısız belgeselin yanı sıra, Başlangıç gibi dvd’si çıkan filmler oldu, Kolektif Sinema tarafından hazırlanmış Ali: Düşlerinde Özgür Dünya gibi belgeseller çeşitli üniversite ve festivallerde gösterildi. İlk olarak !f İstanbul’da gösterilen Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda’nın ardından İstanbul Film Festivali ise İstanbul United, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek ve –Gezi Parkı’yla ilişkisi dolaylı da olsa– Trans X İstanbul gibi belgesellere programında yer verdi. Şimdiye kadar yapılan en geniş kapsamlı Gezi filmleri seçkisi ise, bu yıl dokuzuncusu düzenlenen İşçi Filmleri Festivali’nde gerçekleştirildi. İrili ufaklı, uzunlu kısalı onlarca filmden oluşan program bugüne kadar yapılmış filmlerin çoğunu toplu olarak izleme fırsatı sundu.
Hatırlamak Unutmaktır
Hatırlamanın her daim unutmayla iç içe işleyen bir mekanizması olduğu malumumuz. Hafızamızda kimi şeyler yer ederken, kimileri hızla siliniyor; çünkü hatırlamak illa ki aynı zamanda unutmak da demek. Neleri hatırlayıp neleri unuttuğumuzun karmaşık işleyişini bir kenara bırakırsak, açık olan şey tekrarlananın hafızamızda –elbette sürekli şekil değiştirerek– diri kaldığı belki de. Aile içinde sürekli tekrarlandığından sözde ‘hatırladığımız’ çocukluk anılarından birilerinin kaleminden çıkan tarihsel anlatılara; aktarılan her hikâye aracılığıyla, kişisel/toplumsal tarihimiz sürekli yeniden yazılıyor. Kişisel hafıza zaman içinde giderek toplumsal olarak üretilen söylemlere bırakıyor yerini. Eninde sonunda yazılanlar, çizilenler, çekilenler o toplumsal hafızanın taşıyıcısı ve aktarıcısı haline geliyorlar. Tüm anlatılarda olduğu gibi, Gezi Direnişi’nin deneyimlerden örülü kolektif tarihi de, işte en çok bu üretilen eserler tarafından belirlenecek, özellikle de uzun vadede.
Daha ilk gününden itibaren, direnişin toplumsal olarak kaydının tutulmasında verilen büyük savaş, iktidar ve onun aygıtı olarak işleyen anaakım medyayla sokakta yüzlerce farklı gözün ürettiği videolar arasında verildi; verilmeye de devam ediyor. Bir türlü kaydı ortaya çıkmayan Kabataş görüntülerinden ‘kırmızılı kadın’ fotoğrafının fotomontaj olduğunu ispat etmeye çalışan ikna gücü düşük denemelere, camide gezinen bira kutusu görselinden Samanyolu televizyonunun direnişçiler ve dış mihrakları canlandıran tuhaf dizilerine ve AK Gençlik tarafından servis edilen karşı propaganda video’suna3 kadar, iktidar birinci elden kendi görüntülerini servis etmeye ya da var olan görüntüleri kendi ideolojisinden tarafa bükmeye çalıştı. Bahsi geçen AK Gençlik videosunun 13. dakikasında kadrajın alt köşesinde unutulmuş olan 21.05.2010 tarihini kaldırmayı akıl edemeyişleri gibi manipülasyonu açık eden detaylar, muktedirlerin görüntüleri manipüle etmedeki beceriksizliklerini de ortaya döküyordu. Fakat daha da önemlisi, o videonun üzerine döşenmiş olan ve muktedirin sesini temsil eden otoriter üst seste de vücut bulan ‘tekseslilik’ ile çoğunu kimin çektiğini dahi bilmediğimiz ve her biri bambaşka tınılar barındıran on binlerce videodan yükselen ses arasındaki farktı. Bu yazıda adını andığımız ya da anamadığımız sayısız videonun/filmin çoksesliliği, direniş sırasında atılan tweet’lerden birinin de sarih bir biçimde açıkladığı şeyin karşılığı aslında: “Bir kişi için sokağa çıkmakla herkes için sokağa çıkmak arasındaki fark ne güzel.”
Herkes İçin Sokağa Çıkmak
İşçi Filmleri Festivali’nin sunduğu seçkideki filmler de, ister bir kolektifin ya da siyasi örgütlenmenin elinden çıkma olsun ister parktaki farklı kesimleri temsil etme iddiasında olsun, isterse de tek bir kişinin kişisel deneyimini aktarsın, hepsi birbirinden değerli işler bu anlamda. Bu yazının amacıysa bu filmleri bir arada ele alırken, henüz yeterince mesafe alınamamış bir toplumsal olay üzerine üretilen taze ürünlerin bir kısmının söylemlerine kısaca ve kabaca bir göz atmak, hatta sadece derli toplu bir biçimde listelemek şimdilik.
Tüm bu filmler arasından sadece bir tanesi, diğerleriyle aynı toplamda anılmayı “hak etmiyor” aslında. O da İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Farid Eslam ve Olli Waldhauer imzalı İstanbul United. Gezi Direnişi sırasında bir arada olan bin bir renk arasından adı belki de en çok anılanı, ezelden beri birbirlerine rakip/düşman olan taraftar gruplarının yan yanalığıydı. İstanbul United, adı üzerinde, bu taraftar gruplarının bir araya gelişlerinin belgeseli sözde. Filmin uzun uzun gösterdiği, statta bol küfürlü slogan atan taraftar görüntüleriyle bir arşiv taraması yapma zahmetine dahi katlanmadan, Youtube’dan alelacele toparlanmış sokak çatışması/polis saldırısı görüntüleri birbirine dahi eklemlenmiyordu. Filmde üç büyük takımın taraftarlarının bir arada göründüğü tek bir karenin bile olmadığı, Fenerbahçelilerin Çarşı’ya destek olmak üzere yürüyerek Boğaziçi Köprüsü’nü geçmelerinin yer almadığı, filmde yer alan Galatasaray taraftarının ‘UltrAslan’ grubundan olması ve Fenerbahçe taraftarlarının yazdığı Ali İsmail Korkmaz marşının bir videodan sadece cılızca duyuluyor olması gibi somut bilgileri sıralamak, sanırım filmin yapmak istediğinin yanına bile yaklaşamadığını anlatmak için yeterlidir. Taraftarlık meselesi bir yana, projeyi gerçekleştirenlerin Gezi Direnişi’nin neden cereyan ettiğine ya da Gezi’de ne olduğuna dair en ufak bir fikirlerinin olmadığı da filmin perspektif ve bağlam yoksunluğundan anlaşılıyor. Yurtdışından gelen bir ekibin hiçbir fikir sahibi olmadan ve kuvvetle muhtemel kimseye de danışmadan yaptıkları bu belgesel, “Arap Baharı” filmleriyle ilgili olarak da çokça tartışılan bir meseleyi tekrar gözler önüne seriyordu: Konunun sıcaklığı ve cazibesi yüzünden festivallerin bu başlıklardan nemalanan filmleri gösterim programına fazlaca düşünmeden almaları. Oysa, Gezi Direnişi’nde yer alanların elinden çıkan, yapım kaliteleri yüksek olmasa dahi irili ufaklı binbir videodan oluşan bir seçki her anlamda daha kıymetli olacaktır.
Dışarıdan bir bakışın ne kadar problemli sonuçlar doğurabileceğinin bir örneği olan İstanbul United bir yana, İşçi Filmleri Festivali seçkisinde yer alan filmlerin çoğunun aslında aksi yönde bir dezavantaja sahip olduğu da söylenebilir. Filmlerin dikkat çeken ortak özelliklerinden biri, çoğunun, belki de “fazlaca içeriden” filmler oldukları için, genel bir bağlam sunma gereği duymamış olmaları. Dikkat çeken unsurlardan bir diğeriyse, filmlerin tarih vermek ya da kronolojik bir akış takip etmekten imtina etmeleri. Gerçi, kronolojik bir akış takip etmemenin Haziran günlerinin doğasına uygun olduğu da düşünülebilir. Gündelik hayatın akışının tamamen sekteye uğradığı Haziran günleri, herkes için ardı ardına dizilen günlerin ve gecelerin birbirine karıştığı, bildiğimiz gündelik zaman akışının çok dışında, biraz “buğulu” bir deneyimdi. Fakat bu zaman akışının kırılmasını bilinçli bir biçimde kurgusuna yediren bir film olduğunu söylemek de mümkün değil.
İçeriden Bakmak
Çoğu genel bağlam vermekle ilgilenmeyen bu filmler arasında “dışarıdan” olmayı bir avantaja dönüştüren filmlerden biri, direnişe denk geldiği için gerçekleştirilemeyen –ya da parka taşarak gerçekleştirilen diyelim– Documentarist’e konuk gelen Tomaş Doruşka ve Akile Nazlı Kaya’nın birlikte çektikleri Ağaçlarla Başladı: Gezi Parkı’nda İsyan isimli belgesel. Akile Nazlı Kaya’nın zaman zaman kamera önünde de yer aldığı ve yaşadığı deneyimi kendi üst sesiyle aktardığı film, arşiv görüntüleri ve sokak röportajlarını da kullanarak, aslında sokakta olan birçoklarının deneyimlediği gibi, direnişe yavaş yavaş uyum sağlamanın güzel bir belgesi. Direniş yöntemlerini hızla öğrenmenin, gaz bombalarından korunmak için kullanılan ekipmanları giderek artırmanın, aynı zamanda polis şiddeti karşısındaki korkunun giderek azalmasının ve parkta filizlenen hayatın derli toplu ve “samimi” bir dökümü.
Kaya ve Doruşka’nın filminde de olduğu gibi, gösterilen filmlerin çoğunda kullanılan ve son jenerikte referans verilen arşiv görüntülerinin tekrar tekrar adı geçen sahiplerine dikkat çekmekte de fayda var. Festivalde, çektiği kısa videoların toplu bir gösterimi de yapılan foto muhabiri Fatih Pınar bu isimlerin başında gelenlerden. Sakinliği ve kararlılığıyla direnişin (daha birçok başka toplumsal olayda da olduğu gibi) önemli kameralarından biri haline gelen Pınar’ın çektikleri birçok belgeselci tarafından sıkça kullanılan görüntüler arasında. Aynı şekilde Radikal muhabiri Serkan Ocak da, hem birçok belgesele malzeme tedarik eden hem de Resist filmiyle seçkide yer alan isimler arasında. Ocak’ın belgeseli kendi çektiği görüntülere ek olarak Mimarlar Odası’nın avukatı Can Atalay, kentsel dönüşüm haberleriyle öne çıkan Radikal muhabiri Elif İnce ve Hürriyet Daily News’dan Stefan Martens gibi isimlerle yaptığı röportajlardan oluşan ve gazeteciliğin avantajını kullanan bir haber belgeseli.
Bir diğer haber belgeseliyse, Agence Le Journal’de foto muhabiri olan Emin Özmen’in, başına bir açıklama olarak “Bu görüntüler Gezi Parkı’nda yaşananları anlamaya çalışırken bir foto muhabiri sorumluluğuyla tanık olduğum anlardan ibarettir” ibaresini koyma gereği hissettiği Gezi Tanıklığı. Emin Özmen’in fotoğraf ve videolarını kendi üst sesinden anlattığı ve yönetmenliğini Barış Koca ve Soner Emanet’in üstlendiği Gezi Tanıklığı siyah beyaz bir anlatımı tercih ediyor. Var olan haber belgesellerinin çoğu gibi, polis şiddeti ve sokak çatışmalarının ön planda olduğu siyah beyaz filmin, halihazırda zaten oldukça dramatik olan görüntüleri kimi zaman yavaş çekimle kimi zaman da görüntüleri bastıran bir müzik eşliğinde sergilemek gibi zayıf anlatım tercihleri olsa da, kolluk kuvvetlerinin kendi aralarındaki gerginliği yansıtan çarpıcı görüntülere tanıklık etmek gibi artıları da oldukça fazla. Benzer bir biçimde, Getto Sinema Kolektifi ve Anadolu Müzik Grubu tarafından hazırlanmış olan, yönetmenliğini Cem Uğur ve Kenan Ağbulut’un yaptığı Çapulcu Zamanlar da ara ara ânın dramatikliğine gölge düşüren bir müzik kullanımına ve yavaş çekimlere başvursa da, hem sokak çatışmaları hem de parkın içindeki hayattan kesitler ve tanıklıklarla ilerleyen ve direnişin ruhunu seyircisine aktarabilen bir yapım.
Seçkide yer alan bir diğer haber belgeseliyse, çok erken bir tarihte, dünyanın birçok yerinden bağımsız habercilik yapan Vice (www.vice.com) imzalı, 11 Haziran’da hazırlanıp internette dolaşıma girmiş Turkey’s Civil Riot: İstanbul Rising.
Tanıklıklar
Gezi Direnişi sırasında ve akabinde çekilen filmlerin çoğunun, halen direnişle bağlantılı onlarca davanın sürdüğü bir zamanda, delil teşkil edebilecek değerleri olduğu da su götürmez bir gerçek. Gezi Direnişi sırasında polis tarafından öldürülenlerin isimleri elbette belgesellerin neredeyse tamamında geçiyor; çoğu onlara ithaf edilmiş durumda. Sokak ortasında polisler tarafından dövülerek öldürülen Ali İsmail Kormaz üzerine çekilmiş olan Ali: Düşlerinde Özgür Dünya, eylemler sırasında Ali İsmail’in yol arkadaşları, ailesi, avukatları ve dövülme görüntülerini ortaya çıkaran gazeteci İsmail Saymaz’ın da tanıklıklarıyla belki de gerçeğin asla su yüzüne çıkmayacağı ve suçluların cezalandırılmayacağı davanın tüm detaylarını gözler önüne sererek, tarihe sahici bir not düşüyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Şafak Pavey imzalı Anne de,Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, Hasan Ferit Gedik ve Berkin Elvan’ın annelerinin evlatlarını kaybetmenin acısını paylaştıkları röportajlardan oluşan bir kısa belgesel olarak seçkideki yerini alıyor.
Tanıklıklarla ilerleyen ve öldürülen direnişçilere dair filmler arasında ön plana çıkan ise Berkan Aktepe imzalı Direnen Sevgi. Direnen Sevgi’yi diğerlerinden ayıran en önemli özellik, ara sıra Türkiye’nin diğer kentlerindeki direnişlere değinseler bile neredeyse tamamı İstanbul odaklı olan belgeseller arasında başka bir kenti, Antakya’daki direnişi anlatan yegâne film olması. Ali İsmail Korkmaz’ın ailesinin yaşadığı, Abdullah Cömert ve Ahmet Atakan’ın öldürüldüğü kent olan Antakya’daki direnişin sebepleri arasında en önemlilerinin diğer kentlerden farklı olarak hükümetin Suriye politikaları ve Reyhanlı katliamının olduğunu da açık bir biçimde gözler önüne seriyor. Ahmet Atakan’ın direniş sırasında verdiği bir röportajla belgeselin erken bir noktasında yer alıyor olmasıysa, izleyicisinin boğazında koskoca bir düğüm bırakıyor.
Farklı Sesler ve 90 Kuşağı
Gezi Direnişi’ni Türkiye’deki diğer muhalif hareketlerden ve direnişlerden ayıran faktörlerden biri olarak sıklıkla, daha önce yan yana dahi gelmemiş olan bir kitlenin bir aradalığı dile getirildi. Özellikle 1990 kuşağının direnişin önemli öznelerinden biri olarak algılanması, “daha önce sokağa çıkmamış” bir kitlenin barikatlarda mücadele etmesi ve parkta birbirinden çok farklı kesimlerin neredeyse ilk kez birbirleriyle temas kurarak bir yaşam pratiği geliştirmesi, Gezi Direnişi’nin tanımlayıcı özelliklerinden sayıldı. Seçkide direnişin bu “yeni” yüzüne vurgu yapan belgeseller de mevcut.
Şirin Bahar Demirel’in Leviathan’la Yaşamak adlı kısa belgeseli, direnişin eril diline bir eleştiri getirerek ve bir kadının (İngilizce) üst sesiyle “çatık kaşlı solcuların” yerine mizahın dilini kullanan bir kitlenin bu direnişin sesi olduğuna vurgu yapıyor. Arada isabetli tespitleri de olmakla birlikte, belgeselin ‘Devlet Baba’ya yazılmış bir mektup olarak tasarlanmış olması ve “tanısa bizi severdi” ya da “sizi asla affetmeyeceğim” derkenki naif ve küskün kız çocuğu tavrı, kendisini belki de hiç niyet etmediği bir pozisyona sürüklüyor.
Direnişin sesine ya da daha doğrusu ritmine dair bir diğer belgesel ise Michelangelo Severgnini ve Güvenç Özgür imzalı Gezi’nin Ritmi. Belgesel, özel olarak bir eylem grubu olarak bir araya gelmiş olmayan ama Gezi Parkı’nda da mevcudiyet gösteren ritim grubu ‘Sambistanbul’ üzerine. Grupta yer alanlarla yapılan röportajlar ve Gezi’den arşiv görüntüleriyle ilerleyen film, özellikle grup üyelerinden biriyle yapılan yakın plan, uzun röportajla, odağını direnişin kendisinden tek bir özneye doğru kaydırarak kendi ritmini bozma hatasına düşüyor olsa da, sokak gösterilerinde kitlenin enerjisini yükseltmeye ve topluluk hissini kuvvetlendirmeye yarayan ritim gruplarının fonksiyonuna dair zihin açıcı bir belgesel.
Kolektif bir belgesel olan beş yönetmenli Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda, işte hep bahsi geçen bu yeni kuşaktan gençlerin ve onların ailelerinin kendi ağızlarından direniş deneyimlerini dinlediğimiz bir uzun metraj. Gezi Direnişi’nin kendisinden çok, yeni kuşağın hatta belki onlardan da çok ailelerinin direnişe bakışlarına ses veren belgesel Gezi Direnişi’nde “ortaya çıkan” bu yeni eylemcilerin kimler olduğuna yakından bakma fırsat sunuyor. Toplumsal muhalefetle yeni tanışan ve birçoğumuz gibi hayatlarının en büyük deneyimlerinden birinden geçmiş olan gençlerle, onların bu direnişte aldıkları konumu destekleyen ailelerini bir arada görmek, iki kuşak arasındaki farktan ziyade uyumu vurguluyor. Hep başkaları tarafından anlatıldıkları için söz hakkını kendilerine tanımaya karar veren genç bir ekibin elinden çıkma belgeselin en kıymetli tarafı da bu kendi sesini ortaya koyma çabasında gizli.
Programdaki en bütünlüklü uzun metraj belgesel ise, yönetmenliğini Reyan Tuvi’nin yaptığı Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek. Diğer belgesellere kıyasla parkın içindeki hayata daha geniş yer veren belgesel, Gezi’deki farklı gruplardan temsilî karakterlerle yapılan röportajlarla ilerliyor. Antikapitalist Müslümanlardan lgbti’lere, Çarşı taraftarlarından Kürtlere, örgütlü solculardan ‘ulusalcı’lara, engellilerden 90 kuşağına, parkta bulunan farklı gruplardan seçtiği karakterlerle izleyicisine geniş bir ‘örneklem’ sunuyor. Ayrıca, sadece parkın içindeki yaşama değil, forumlardan Onur Yürüyüşü’ne, yeryüzü sofralarına, direnişin genişleyerek parkın dışına taşan yönlerine de yer veren tek belgesel. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in en önemli özelliği de bu: çoğu belgeselin ağırlık noktasını oluşturan polis şiddeti görüntülerine kıyasla parkta yaşanan ve dışına taşan deneyimi daha çok görünür kılmayı başarması. Çünkü sokaklarda mütemadiyen gaz ve tazyikli su yemeye devam ettiğimiz ve polis şiddetine artan miktarlarda maruz kaldığımız bugünlerde dahi parkta bir ihtimal olarak beliren o yeni yaşam alanını hatırlamaya ve umudumuzu beslemeye ihtiyacımız var. Çünkü gündelik hayatımızda giderek daha da silikleşen ‘insanca yaşam’a en yakın deneyimimiz Gezi Parkı. Onun sesinin yükselmesi şüphesiz hepimize iyi geliyor, gelecek.
Burada adı geçen filmler ve daha birçoğu, Gezi Direnişi’nin farklı seslerini çoğaltmaya devam edecek. Diğer yandan, izleyeceğimiz hiçbir film, direnişin göbeğinde kimin yazdığını bilmediğimiz bir duvar yazısına (sahibini görmediğimiz bir sese) rastlamanın gücüne sahip olamayacak belki. Bu da Gezi’yle ilgili, Gezi’ye dair bir film yapmanın en zor tarafı olsa gerek. Bütün kentin şiire büründüğü bir zamanın kaydını tutabilir, hikâyeleştirebilir, hafızalarımızı tetikleyecek görüntülerle diri tutmaya ve bu anlatıyı ‘resmî tarih’e inat gündeliğin diliyle kurmaya çalışabiliriz, çalışmalıyız da. Geçtiğimiz Haziran’ı yaşamayanlara onu anlatabilir, deneyimlerimizi onlarla paylaşabiliriz, hissettiklerimizi onlara aktarabiliriz; fakat deneyimi yaşamış olanların, hafızalarındaki görece taze kayıtlarla henüz herhangi bir belgeselin yarışması mümkün değil gibi görünüyor.
NOTLAR
1“Kente Başka Bir Gözle Bakmak: Bir Gezi Albümü,” Altyazı, 23 Temmuz 2013, erişim 20 Mayıs 2014, <goo.gl/Mw3p18>.
2 “Gezi Parkı Kayıtları,” Altyazı (130), 68.
3 <goo.gl/1L5wqm>
ADI GEÇEN FİLMLER
Bunu Ben Kırdım Çünkü… (2013)
Gezi Yazı: Başkaldırının 140 Vuruşu (2013) BAHÇEYAZI
Gezi Havası (2013) YÖN: AHMET NÜVİT BİNGÖL
Tornistan (2013) YÖN: AYÇE KARTAL
Başlangıç (2013) YÖN: SERKAN KOÇ
Ali: Düşlerinde Özgür Dünya (2014) KOLEKTİF SİNEMA
Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda (2014)
YÖN: AYRİS ALPTEKİN, ALBİNA ÖZDEN, FEHİME SEVEN, NAZLI BULUM, SEFA TOKGÖZ
İstanbul United (2014) YÖN: FARID ESLAM, OLLI WALDHAUER
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) YÖN: REYAN TUVİ
Trans X İstanbul (2014) YÖN: MARIA BINDER
Ağaçlarla Başladı: Gezi Parkı’nda İsyan (2013)
YÖN: AKİLE NAZLI KAYA, TOMAŞ DORUŞKA
Kısaca Haziran Direnişi (2013) YÖN: FATİH PINAR
Resist (2014) YÖN: SERKAN OCAK
Gezi Tanıklığı (2014) YÖN: BARIŞ KOCA, SONER EMANET
Çapulcu Zamanlar (2014) YÖN: CEM UĞUR, KENAN AĞBULUT
Turkey’s Civil Riot: İstanbul Rising (2013) VICE
Anne (2014) YÖN: ŞAFAK PAVEY
Direnen Sevgi (2013) YÖN: BERKAN AKTEPE
Leviathan’la Yaşamak (2013) YÖN: ŞİRİN BAHAR DEMİREL
Gezi’nin Ritmi (2014) YÖN: GÜVENÇ ÖZ
ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi gördü. 2004’ten itibaren yazılarıyla katkıda bulunduğu ve 2006-2017 arasında editör olarak çalıştığı Altyazı Aylık Sinema Dergisi’ndeki yayın kurulu üyeliğini sürdürmekte. Altyazı Sinema Derneği’nin kurucu üyelerinden olan Aytaç, İstanbul ve Berlin'de sinema yazarlığı, küratörlük ve editörlük yapmaya devam ediyor.