İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması
Ulusal Belgesel Yarışması’ndaki filmlerin yönetmenleri, belgesellerin ortaya çıkma sürecini, kahramanlarını ve hikâyelerini anlatıyor.
Araf
Didem Pekün
Bu filme dört sene evvel November Paynter’ın bir sergi desteğiyle başladım. O zaman da yine Saraybosna, Mostar ve Srebrenica’dan geçerek filmdeki yolu yapmıştık. İlk seyahatin Srebrenica ayağına geldiğimde Ocak ayıydı, her yer kar altındaydı ve etrafta hiç kimse yoktu. Soykırım anıtının oraya gittiğimde tek
bir kişi gördüm, fabrikayı görebilir miyim diye sorduğumda “dur, sana bekçiyi çağıralım” dediler. Az sonra bir adam geldi, Azir, oranın rehberiymiş. Başladı anlatmaya: “Ben katliamda buradaydım, kadınları ve erkekleri ayırdılar…” O anlattı ben dinledim. Biz oradan ayrılırken “çok teşekkürler geldiğiniz için, anlatın, başkaları da gelsin” dedi. Bu ilk araştırmadan sonra bana kalan hisle ilgili bir film yapmak istemiştim, yapabilmem üç seneyi buldu. Savaşın detaylarına “o taraf bu tarafa şunu yaptı” üzerinden bakmak yerine savaşın izlerini, bıraktığı hisleri, savaş yüzünden evini kaybetmenin, göç etmenin nasıl şeyler olduğunu düşünmek istedim bu filmle. Öbür tarafın içinden çıkmak mümkün değil, siyaset bilimci de değilim sonuçta. Benim derdim bu şiddetin insanlara ve coğrafyaya ne yaptığıydı. Ayrıca şiddet de diğer evrensel kavramlar gibi ulusötesi bir durum. Bu filmde anlattığımız hikâye bir yanıyla Bosna’ya özgü ama bir yanıyla da son derece evrensel. Filmde leitmotif olarak bir mitolojik figür kullanmamın bir sebebi
de buydu; gördüğümüz şeyleri başka coğrafyalar, başka toplumlar üzerinden de düşünebiliriz ne yazık ki. Son olarak bir
de tabii ailemde, baba tarafımda Boşnaklık var, ister istemez onun da peşinden gittim.
Bu film bu uzunlukta üçüncü filmim. Hepsi ‘birinci şahıs belgesel’ ailesinin farklı üyeleri diyebilirim. Tülay German: Kor ve Ateş Yılları (2010) filminde Didem olarak tarihe birinci ağızdan baktım, orada kişiyi kurmaca bir kılığa sokmaya çalışmadık. Zarlar ve İnsanlar’da (2015) yine Didem’in bakış açısı vardı ama kendine ait olanı anlatan değil de dışarıya, sosyale bakan bir anlatıcı yaratmıştım.
Bu iki film de arşiv görüntülerinden yararlanan, minimal ekip ve ekipmanla çekilmiş işlerdi. Araf’ta bir yandan aynı formu devam ettiriyor, yine birinci şahısın ağzından anlatıyorum hikâyeyi ama hikâyeyi anlatan şahıs, Nayia, kurmaca bir karakter. Filmin formu belgesel, kurmaca, biraz da sürreel arasındaki sınırları esnetme derdinde. Arşiv görüntüleri kullanmadık, harika bir görüntü yönetmeniyle çalıştım, Petros Nousias. Prodüksiyon adına da diğerlerine göre çok daha büyük bir filmdi bu. Yapımcılarım Maria-Thalia Carras ve Olga Hatzidaki Atinalı olmaları sebebiyle ekip uluslararası oldu ve on sekiz kişiye çıktı, nasıl bu kadar büyüdük bilmiyorum, film kendini böyle empoze etti! Ama bu süreç bana filmin ekip işi olduğunu yeniden hatırlattı; o yollardan beraber geçmek çok daha keyifli ve anlamlı.
Başka Tren Gıdı Gıdı
Yası̇n Alı̇ Türkerı̇
Başka Tren Gıdı Gıdı’nın çıkış noktası, geçmişte Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’na ait olan ‘Gıdı Gıdı’ isimli bir trene dayanıyor. Fabrika çalışanlarının yanı sıra Nazilli halkını da ücretsiz olarak taşıyan bu trenin, çocukluk anılarım arasında özel bir yeri var. Arkadaşlarımla birlikte havanın güzel, güneşli olduğu zamanlarda, şehrin merkezinden fabrikaya güle oynaya gidip gelirdik Gıdı Gıdı’yla. Bu tren, Sümerbank’ın Nazilli’ye bir armağanıydı. 1937 yılında kurulan fabrika o zamanlar için fakir denilebilecek bir Anadolu kasabası olan Nazilli’yi ekonomik ve sosyal yönden kalkındırmış, âdeta yeni baştan yaratmıştı. Sanırım Nazilli’nin rengârenk basmalarını, çizgili pijamalıklarını bilmeyen yoktur Türkiye’de. Annemin rahmetli babam için kendi elleriyle diktiği çizgili pijamayı hâlâ saklarım. Sümerbank’ın önlüklerini, ayakkabılarını giyerek büyümüş bir kuşaktan geliyorum ben.
Fabrika zarar ettiği gerekçesiyle 2002 yılında Başbakanlık Özelleştirme İdaresi tarafından kapatıldı ve Adnan Menderes Üniversitesi’ne devredildi. Gıdı Gıdı ise son nostaljik seferini 2006 yılında yaptıktan sonra fabrikadaki istasyonda, güneşin, yağmurun altında bir başına çürümeye bırakılmıştı. Koca bir fabrika, koca bir tarih, makineler, rengârenk kumaşlar âdeta kaderine terk edilmişti. Bu terk edilmişlik hem beni hem de tanıdığım birçok insanı derinden etkiliyordu. Filmde, fabrikanın ve Gıdı Gıdı’nın tarih içindeki yolculuğunu Türkiye’den Rusya ve Yunanistan’a uzanan insan hikâyeleriyle, tanıklıklarla anlatmaya çalıştım.
Önceki çalışmalarımda, insan hikâyelerine daha çok odaklandım. Değişen müzik ve eğlence anlayışlarına rağmen kendini tutkuyla kanto yapmaya adamış Samatyalı Ankine’yi, kendisi hayattayken şarkıları anonimleşmiş Makedonyalı Hayri Demirovski’yi anlattığım filmlerdi bunlar. Bu filmdeyse birçok insanın hikâyesine, tanıklığa, fabrikanın kuruluşu öncesinden bugüne uzanan bir zaman dilimi içinde yer verdim. Ulaşabildiğim arşiv görüntüleriyle, fotoğraflarla, belgelerle dönemlerin karakterini de yansıtmaya çalıştım.
Fındıktan Sonra
Ercan Kesal
Ankara’da duayen bir hoca vardır, Prof. Bilsay Kuruç. Beni ilgi ve muhabbetle izler. Doktora öğrencisi Melek Mutioğlu’nun tezi önüne geldiğinde “bunu Ercan Kesal okumalı!” demiş. Melek bana tezini maille gönderdi. Okudum ve hemen Melek’i arayarak bunun belgeselini yapmak istediğimi söyledim. Mayıs ayıydı galiba. Fındık hasadı Ağustos’taydı ve zaman kalmamıştı. Görüntü yönetmenimiz Metin Kaya’yla birlikte ön çalışma
için köye gittik. Bazı çekimler yaptık. Sonra küçük bir ekip oluşturarak hasat zamanı köyde kalarak bir haftada çekimleri bitirdik.
Fındıktan Sonra’nın çıkış noktası bir yüksek lisans tezi. Akademik üslupla baş edebilmek için anlatıcı olarak kendi aktör kimliğimle yer aldım filmde. Bunun mekânsal ve kurgusal olarak belgeselimi kurmacaya yaklaştırabileceğini düşündüm. Sözlü tarih çalışmasını kullanmaya karar verdim. Görüşmecilerin birkaçı hariç çoğu hayattaydı. Onlarla buluşup röportajlar yaptık. Morgan Freeman’ın Freedom: A History of Us (2003) belgeselinde yaptığını örnek aldım diyebilirim. Belgesel kurmacaya yaklaştıkça daha iyi anlaşılıyor, aynı şekilde kurmaca belgesele yaklaştıkça daha da güçleniyor. Kiarostami’nin çoğunlukla, Tarkovski’nin de bazen yaptığı gibi.
Fındıktan Sonra Çiçekpınar köyünde ekonomiyle birlikte farklılaşan hayatları anlatıyor. Bu hikâyede bana cazip gelen ne oldu? Mikro düzeyde de olsa sıkı bir kapitalizm eleştirisi taşıyordu. Benim önüme bir akademik tez çalışması olarak gelmişti ama tezi yazan akademisyen o köyde doğup büyümüş biriydi ve meseleye hem içeride olup hem de dışardan bakmayı becermişti. Fındıktan Sonra benim ilk yönetmenlik deneyimim. Sinemaya Üç Maymun’la (2008), senarist kimliğimle girdim, ardından oyunculuk geldi. Birçok uzun metraj filmde senarist ve oyuncu olarak çalıştım. Yakında çekeceğim kendi filmimin hazırlıkları sürerken ilk filmimin bir belgesel olacağı pek aklıma gelmezdi. Hayırlı bir tesadüf olduğu muhakkak!
Güzel Adam Süreyya
Gökçe Kaan Demirkıran
Süreyya Soner Türkiye’deki
futbol tarihinin ve Beşiktaş tarihinin canlı tanığı. Üstelik futbolcu, teknik direktör veya idareci değil, bir futbol emekçisi ve çok tanınmış bir kişi. Bir yıldız futbolcu gibi, memleketin her yerinde biliniyor. Bu yönüyle ilgi çekici bir hikâyeydi zaten. Bunun dışında, Süreyya Soner bir İstanbul delikanlısı. Sokakta büyüyen nesillerden. İşçi. Önce matbaa işçisi, sonra Yeşilçam’da set işçiliği yapıyor. Orada yoğruluyor ve öyle geliyor Beşiktaş’a. Beşiktaş’a gelmek için de epey uğraşıyor. Bir taraftar
ve amatör futbolcu ama Beşiktaş’ta malzemeci olmayı hayal ediyor. Farklı biri. Ben uzun yıllardır toplumsal tarih çerçevesinde belgeseller yapıyorum. Müzik tarihi, kent tarihi ve spor tarihi, çalıştığım alanlardan birkaçı. Süreyya Soner, çok hızlı değişen iki olgunun tam ortasında, değişmeyen bir insan. Bir tanesi şehir, bir tanesi futbol. Her şey çok hızlı değişirken o, karakterinde topladığı tüm değerleri, inandığı şeyleri, futbolun içindeki o yaldızlı hayatta hiç değiştirmeden sürdürüyor. Bu benim için çok değerli ve anlatılması gereken bir hikâyeydi. O, sürdürülebilirliğin de bir karşılığı bizce.
Benim sekizinci uzun belgeselim olan Güzel Adam Süreyya, İstanbul Film Festivali’ne katılan ikinci belgeselim. İlk kez bir biyografik belgesel yaptım. Bugüne kadar ağırlıklı olarak olgular üzerine çalıştım. Ancak yaptığım filmlerin hepsinin temas noktası toplumsal tarihtir. Bu film de, biyografi olmakla birlikte böyle bir çerçeve içinde ilerliyor. O nedenle Güzel Adam Süreyya sadece Beşiktaşlıların değil, futbol tarihine, kent tarihine meraklı olan insanların da izleyebileceği bir belgesel diye düşünüyorum. Tabii ki Beşiktaş tarihi merkezde ancak bunun üzerinden kolektif bir hafızanın da izlerini sürüyoruz.
Onun Filmi
Su Baloğlu, Merve Bozcu
Sinema-TV yüksek lisansı yaparken bir yandan da seçtiğimiz sektörün içinde irili ufaklı tecrübeler ediniyor ve kameranın arkasında kalan dünyaya dair sık sık sohbet ediyorduk. Bu sohbetler sırasında sinema sektöründe kadın olarak var olma çabasından ürkerek akademik kariyer yoluna girmiş olduğumuzu fark ettik. Setlerde kadın sayısının bugüne oranla çok daha az olduğu bir dönemde kırka yakın sinema filmi yönetmiş Bilge Olgaç’ın deneyimlerini, var olan bir iki kaynaktan okumaya çalışarak yönetmen pozisyonundaki kadının kendini var etme çabasına kafa yormaya başladık. Filmlerin hikâyeleri ve biçimsel yaklaşımları üzerine çeşitli analizlere ulaşmak mümkün oluyor fakat işin yapım tarafı ve bunun iç dinamikleri, set ortamında cinsiyet ayrımı üzerinden yapılan eylem ve söylemler çoğunlukla konuşulmayan, üzerine pek yazılıp çizilmeyen, nadiren konferanslarda ya da sektör içi sohbetlerde dile getirilen konular olarak kalıyor. Onun Filmi’nin çıkış noktası bu konunun üzerine gitme ve bunu yaparken önce kendi film yapma tecrübemizi belgeleme isteğiydi. İki kadın olarak cevabını merak ettiğimiz soruları kendimize de yöneltmemiz gerektiğine karar verdik. On dört yönetmen kadınla yaptığımız sohbetlere, bu filmi yapma sürecimizin her ânını kayıt altına alarak, kendi yolculuğumuzu da dâhil ettik. Bu belgeselin bizi en çok heyecanlandıran yanı konunun kişisel bir yerden çıktığı bilgisini izleyici için film boyunca canlı tutabilmek oldu.
Parçalar
Rojda Akbayır
12 Eylül’le ilgili bir film yapma fikri hep aklımda vardı. Ancak Parçalar, kendi zamanını ve kendi anlatım dilini belirledi. Otuz üç sene sonra bir telefon görüşmesiyle ailemin hikâyesi tekrar karşıma dikildi. Telefonda, hiç tanışmadığım babamın kanser olduğu haberini aldım, babam ve onun ailesi benimle tanışmak istiyordu. Telefonu kapattığımda içimde acı, öfke ve merak duygularının hepsini birden hissettiğimi hatırlıyorum. Sonra babamın partneri beni Facebook’ta arkadaş olarak ekledi. Ben babamı ve yeni hayatını görmeye başladım paylaştıkları fotoğraflardan. Tuhaf ve güçlü bir duygu hissediyordum. Facebook’ta izlediğim babamın yeni hayatı, geçmişte bir yerde bizim yaşayabileceğimiz bir olasılıktı. Ve ben yıllar sonra bu olasılığı izleme fırsatı bulmuştum. Babam ’80 Darbesi’nden hemen önce yurtdışına kaçmıştı, o gittiğinde ben daha bir yaşındaymışım. Ve onu bir baba olarak otuz üç yıl sonra Facebook’ta bulmuştum. Filmin hikâyesi böylece oluşmaya başladı. Türkiye’nin doğusunda, Kürt, Alevi ve sosyalist kimlikli bir kasabada başlayan bu hikâye, Almanya ve Fransa’da devam etmiş ve orada başka bir eşe ve yeni çocuklara aktarılmıştı. Ardında yoksun çocuklar ve kırgın bir eş bırakmıştı.
Parçalar projesinde, yönetmen olarak kendi kişisel tarihime ait parçaları tamamlamak, ailemle yüzleşmek ve babamla hesaplaşmak için bir yola çıktım. Aile, göç, yerinden olma, yüzleşme kavramlarını irdelemeye çalıştım. Bu uzun yolculukta sadece kendi geçmişimle değil aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihiyle de yüzleştim. Türkiye’de 1980 Darbesi’nin ağır izleri kaldı ve henüz darbeyle tam anlamıyla yüzleşilmedi. Filmin çekimleri henüz bitmemişken 15 Temmuz ve ardından sivil darbe gerçekleşti. Tarih sürekli tekrar ediyor bu ülkede. Türkiye’de eşitlik, özgürlük, adalet ve insan hakları ihlallerini yaşadığımız bugünlerde, geçmişimizi hatırlamanın ve yüzleşebilmenin yarınlarımız için çok hayati olduğunu düşünüyorum. Biz, yüzleşmeyi bilmeyen bir ülkenin yüzleşmeyi bilmeyen vatandaşlarıyız. Ne yazık ki bireysel travmalarımızla da yüzleşemiyoruz. Devlet geleneğimizden gelen reddetme, inkâr etme, yok sayma gibi şeyler, bireysel hikâyelerimizde de karşılığını buluyor. Yüzleşebilmek gerçekten zor ama üzerini örtmek, konuşmamak ve unutmak daha zor.
Parçalar benim yönetmenliğini yaptığım ilk film. Daha önce birçok belgesel filmin yapım ekibinde, farklı görevlerle çalıştım. On yıl Belgesel Sinemacılar Birliği’nde çalıştım, 8 yıl 1001 Belgesel Film Festivali’nin ekibinde yer aldım. Belgesel filmle ilgili birçok atölyeye katıldım. Belgesel çok uzun zamandır hayatımın tam ortasında sanırım.
Turtle Shells
Tuna Kaptan
Almanya’da gazete okurken bir başlık gözüme çarptı: Cebinde kaplumbağasıyla 3 bin kilometre yol alan Suriyeli bir kadın, Alman polisi kaplumbağasına el koyunca ortadan kaybolmuştu. Bu hikâyenin masalsı yönü beni çok etkiledi. Kadını bir mülteci kampında bulduğumda, kendisine yardımcı olacağımı söyledim
ve çekime başladık. Kaplumbağası Ayşe, Münih’teki sürüngenler kurtarma merkezinde bakıma alınmıştı. Orada Alman askerleri tehlikeli sürüngenlerle antrenman yapıyordu ve bu durum çok ilgimi çekmişti. Yıllardır dünyanın savaş bölgelerine giden insan ile savaştan
yeni kaçmış bir insanın hikâyesi beni bu konuyu absürd bir minyatür kapsamında yansıtmaya yöneltti. Daha önceden
sosyal ve politik temalarla ve özellikle sınır konusuyla ilgileniyordum. Biçimsel olarak da deneysel belgesellere yakın, şiirsel bir anlatımla çalışmak istedim. Kahramanlarımın çeşitli bakış açılarını bir minyatür içinde birbiriyle çarpışabilir hâle getirip meseleyi izleyicinin yorumuna bırakmayı tercih ettim. Bu deneme beni estetik anlamda zenginleştirdi. Mekânın getirdiği kısıtlamalar da filmin temasına daha fazla konsantre olmamı sağladı.
Zavar, Çocuk ve Keklik
Zeynep Keçecı̇ler
Uzun yıllardır TRT için belgeseller
çeken bir belgesel yönetmeniyim. Zavar, Çocuk ve Keklik de âna tanıklık eden, olayları izleyiciye gerçeklikle aktarmaya çalışan bir belgesel. 2012’de uzun yıllardır birlikte çalıştığım görüntü yönetmenim Ahmet Ferah’la birlikte, TRT adına Çanak Çömlek Patladı isimli belgeselin çekimleri için yolumuz Afganistan’a düşmüştü. Çanak Çömlek Patladı çatışma, iç savaş ve terörün yaşandığı ülkelerde çocukların gözünden geride kalanların öyküsünü anlatmayı hedefleyen bir projeydi. Söz konusu projeyi Afganistan’ın kuzeyinde, Hindikuşlar’ın tepesinde Çardeh denilen bir dağ köyünde gerçekleştirmiştik. İşte Afganistan’daki keklik avı ve dövüşü geleneğinden de bu sırada haberdar olduk. Daha sonra çekimler bitti, Türkiye’ye döndük ama aklımızın bir köşesinde bu proje hep vardı. Uzun bir mutfak çalışmasından sonra nihayet 2017’de Zavar, Çocuk ve Keklik’i çektik. Bu proje için elli beş gün boyunca Afganistan’da kaldık. Sultan Zavar ve ailesi bizleri bu süre zarfında misafir etti ve böylece onların hayatlarına dâhil olduk, onların dünyalarını anlamaya gayret ettik. Zavar, kırk bir sene boyunca savaşta bire bir mücadele etmiş, Afganistan’ın yaşadığı bütün iç çatışmaları, savaşları görmüş ve
en sevdiklerini bu süreçte kaybetmiş bir adam. En sevdiklerini kaybetmesine, bedeller ödemesine rağmen bir umudu ve amacı var: savaşta babasını kaybetmiş yeğeni Rezzak… Esasında Sultan Zavar, yeğenine hem bir baba hem de hayatın kıyıcı akışı içinde onu ayakta tutmaya çalışan, ona mihmandarlık eden bilge bir kişi.
Afganistan’da insan olmak çok zordur. Bu tür coğrafyalarda yapılan çalışmalar ağırlıklı olarak kadınlar ve onların erkeklik rejimiyle ilişkileri üzerinden anlatılır. Biz Zavar, Çocuk ve Keklik’te çok fazla yapılmayan bir şeyi yaparak Afganistan’da sadece kadın olmanın değil, erkek olmanın da ne denli zor olduğunu anlatmaya çalıştık. Afgan coğrafyası zorlu bir coğrafyadır, hem gündelik yaşam pratikleri açısından hem de fizikî olarak zor bir yerdir. Bütün bu bariyerleri aşmak ve hayatın içinde olmak için erkek çocukları çok güçlü olmak zorundadır. Keklik avı da çocuklar ve aileleri için çok önemlidir çünkü Afgan kültüründe keklik avı “erkekliğe” ilk adımı atmanın önemli bir aşaması olarak kabul edilmektedir. Biz belgeselde Rezzak’ın gözünden kekliğinin kazanıp kazanamayacağını göreceğiz ama film bunun ötesinde bambaşka bir şey anlatıyor. Kazanmak ya da kaybetmek yok aslında, sürekli hayatın içindeki mutluluğu aramak var. Çünkü tek gerçek, hayatın içindeki az ya da çok olan mutluluğu koruyup devam edebilmek.
Zavar hayatı çok derinlerde yaşayan bilge biri. Filmin anlatım dilini inşa ederken de biz sadece Zavar’ı takip ettik ve doğruyu söylemek gerekirse, her şeyi Zavar oluşturdu. Onun hayatı anlama, algılama ve aktarma biçimi bizim anlatım dilimiz oldu.
NOT: Ulusal Belgesel Yarışması’nda bu filmlerin Ersan Bayraktar’ın Saraybosna Yürüyüşü ve Özgür Fırat Kınay’ın Yerel TV belgeselleri de yer alıyor.