38. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması
Ulusal Belgesel Yarışması’ndaki filmlerin yönetmenleri, belgesellerin ortaya çıkma sürecini, kahramanlarını ve konularına bakış açılarını anlatıyor.
MELEKLERİN KORUYUCUSU
Ensar Altay
2016 yılında TRT World televizyonunda belgesel yönetmeni olarak çalışmaya başladım. Yıllardır televizyon için kısa ve gündeme yönelik belgeseller yapıyordum ama bu benim için sanatsal açıdan yeterince tatmin edici değildi ve hep bir belgesel film yapma ihtiyacı hissediyordum. Tam bu zamanlarda LA Times’da Halley Branson Potts imzalı Muhammed Bzeek hikâyesini gördüm ve âdeta şoke oldum. Birkaç gün Muhammed’in hikâyesi aklımdan hiç çıkmadı. Yaşlı bir adam ölüme terk edilen çocukları kurtarmaya, onlara koruyucu baba olarak bir aile vermeye çalışıyordu. Yaşadığımız dünyayı göz önüne alırsak bu, olağanüstü bir fedakârlıktı. Önce Muhammed Bzeek’le Facebook üzerinden irtibat kurdum. Onu daha yakından tanımaya çalıştım, yakınlaştıkça onun hakkında bir film yapma isteği daha da güçlendi. Karar verdikten sonra TRT Genel Müdürü İbrahim Eren’le bu fikrimi paylaştım. O da en az benim kadar heyecanlandı ve filmi bitirinceye kadar, bütün yoğunluğuna rağmen inanılmaz derecede yardımcı oldu. Meleklerin Koruyucusu filmini bu sayede hayata geçirmiş olduk.
Düşünün ki beyninden rahatsız bir çocuk görüyorsunuz, ya da zihinsel engelli bir çocuk. Bu çocuğun anlama kapasitesi nedir? Doktorlar bile bu soruya yanıt veremiyor. Çocuk komaya giriyor ve size onun hikâyesi anlatılıyor. Kendisiyle konuşuyorsunuz. Sizi belki duyuyor, belki de duyamıyor ama bir şekilde sevgi yoluyla bağ kurulabiliyor. Onunla ufak bir zaman dilimi bile geçirseniz, yanında onu seven birinin olduğunu biliyor. Farklı bir yapısı, şekli olsa da bu aile olmaktır. Bu, tanımlamaların ötesinde bir nimet. Özellikle nefret söylemlerinin arttığı bir dünyada olağanüstü bir mücadele veren, zorlukları sevgiyle aşan, umutlarını hep canlı tutan ve her gün yaşadığı hayal kırıklıklarına rağmen ölmek üzere olan bir çocuğu hayatta tutmaya, onu mutlu etmeye çalışan bir adamın hikâyesini izlemek herkese daha iyi bir insan olmak adına ilham verecektir.
Meleklerin Koruyucusu insanlık hakkında bir film. Bence her yerde iyilikten ve kötülükten bir parça var. Maalesef dünyada savaşlar, kötülükler hiç bitmiyor. Bunun yanında iyilikler, güzellikler de hiç bitmiyor. Bir insan olarak hissettiğim sorumluluk iyiliğin yaygınlaşmasına ve çoğalmasına katkıda bulunmak. Bu, insanlık adına, insan olarak üstlenmek zorunda olduğumuz bir sorumluluk. İnsanlıktan daha evrensel bir şey tasavvur edemiyorum.
YAZ KIŞ DEMEDEN
Zeynep Güzel
Kendime Yaz Kış Demeden’in çıkış noktasını sorduğumda filmi yapma sürecinin çetrefilliğini ortaya koyan, çok katmanlı, geçmişimle bugünümün iç içe geçtiği yanıtlar buluyorum. Filmi çekmeye başladığım 2013 yılındaki merakım daha sonra kurguya başladığımda önümde bulduğum ve çözülmesi gereken bir yumağa dönüşmüştü. Aslında Ermenistan’a ilk yolculuğumu 2008’de yapmıştım ve o zamanlardan beri süregelen bazı soruların peşindeydim. Belgeselin içerdiği zamana olmasa da yapım sürecine dâhil edilebilecek on yıl boyunca Ermenistan’a sayısız seyahat yaptım. Bunlardan ilki başka bir yönetmene ait (henüz tamamlanamayan) bir belgesel içindi. Sonrasındaki iki yıl boyunca Ermenistan Türkiye Sinema Platformu’nun bir katılımcısı olarak orada sinema ve kültür sanat sektöründe çalışan pek çok insan tanıdım. Ardından Somnur Vardar’ın Türkiye ile Ermenistan arasındaki uzlaşma temasına odaklanan Yolun Başında adlı belgeselinin yapımcılığını üstlendim. Tüm bu deneyimler bana etrafında gezdiğim geçmiş, köken, kimlik, aidiyet, aktarılan hikâyelere duyulan sadakat gibi kavramları sorgulattı. Aynı zamanda sinemaya başlama nedenim olan ve çocukluğumdan beri olguları ve nesneleri takip etme heyecanı olarak tarif edebileceğim görsel yolculuklar yapma fikri; beni Ermenistan’a yaptığım ilk seyahatimde görsel olarak çarpan sarı renkli doğalgaz borularının sırrını çözme isteğine bağladı. Borulardan bu kadar çok etkilenmemin arkasında yatan sebepleri anlamak istedim. Bu merakı çocukluğumda anneannemden dinlediğim hikâyeler besliyordu. Gerçi bunların hiçbiri Ermenistan’da geçmiyordu ama Ermeniler hakkındaydı. Gizlenme, saklanma, ayrılık, kayıplar, yeniden buluşmak ya da kavuşamamak hakkındaki çoğu zaman acı, yer yer ise ironik anılardı bunlar. Ermenistan’ı tanıdıkça sanki anneanneme daha çok yaklaşacaktım. Buna bir de büyürken etrafımda olan yetişkinlerin Sovyetler Birliği’ne duydukları kolektif hayranlığa tanık olduğum çocukluk yıllarıma yaklaşma isteği ekleniyordu. İşte bu yüzden ilk filmim son derece kişisel ve şimdiye kadar biriken çeşitli karın ağrılarını bir filme dönüştürme çabasıyla ortaya çıktı. Film “Borular, tren yolları, kılcal damarlar, benliği saran kökler…” diye başlıyor. Kök ve köken mevzularına çok da fazla anlam atfedilmemesi gerektiği bilgisiyle büyüdüm ama bunların aslında ne kadar hayati meseleler olduğunu yeni anlıyorum, bu film kendi kimlik karmaşamı ve hattâ bunalımımı anlama yollarından sadece birisi. Sanırım bundan sonra yapacağım filmler de bu konuda kendimi sağaltmak ve deneyimimi dünyaya aktarabilmek üzerine kurulu olacak.
KÖPEK FİLMİ
Cem Hakverdi
Ben kedilerle ve köpeklerle beraber büyüdüm. Onlar kendi ihtiyaçlarını hiçbir insana muhtaç olmadan karşılayabilecek kadar müthiş canlılar. Duyguları var; seviyor, seviniyor, özlüyor, bekliyor, heyecanlanıyor, korkuyorlar. İnsanoğlu çevresini kendi menfaatleri doğrultusunda talan ederek onlara yaşayacak alan bırakmadı. Kediler, köpekler “bir kap su, bir kap mama”ya muhtaç hâle getirildi. Metaya dönüştürüldüler. Onlar üzerinden milyon dolarlarla ifade edilen bir endüstri oluştu. Bugün köpekler çeşitli bahanelerle sokaklarda istenmeyen canlılar. Yıllardır yaşadıkları mahallelerinden çöp gibi toplatılıp birkaç metrekarelik kafeslerde yaşamaya mecbur bırakılıyor, ormanlara, dağlara atılıyor, zehirlenip yok ediliyorlar. Kanunlar hayvanların yaşam haklarını gerçek anlamda güvence altına almıyor. Bu nedenle her gün akıl almaz haberlerle karşılaşıyoruz.
Bu hayvanların biraz daha iyi şartlarda yaşayabilmesi için kendi hayatlarından vazgeçmiş insanlarla tanıştım. Bütün yükü üstlenmişler, yapılabilecek ne varsa yapmaya çalışıyorlar. Oysa bu konuda hepimizin üzerine düşen görevler var. Devletin, belediyelerin, medyanın, vatandaşların, hepimizin sorumlulukları var. Bu “sorunla” hep beraber mücadele edemediğimiz sürece en iyi yasalar çıksa bile değişen bir şey olmayacak. Bu belgeselin arkasındaki temel düşünce özetle budur.
Bir önceki belgeselimde iki ana karaktere odaklanmıştım. Bütün belgesel aslında o iki karakter ile birkaç yan karakter etrafında dönüyordu. Hikâye çok basitti. Bazen hiçbir şey olmuyordu. Köpek Filmi’nde karakterlerin sayısı bir önceki belgeselime kıyasla çok fazla. Süreç içinde köpeklerle alakalı birçok olay yaşandı. Belgeselin ana karakterlerine karar verdikten sonra bile yeni insanlarla tanışmaya devam ettim, bir şekilde onları da dâhil etmeye çalıştım. Ancak karakterlerin artmasıyla beraber hikâyeyi takip etmek zorlaşıyordu. Çünkü eklenen her yeni karakter başka bir tartışma açıyordu. İki belgesel arasındaki en büyük fark bu trafik oldu aslında. Sanırım en önemli ilişki de bütün bu “kalabalığa” rağmen Köpek Filmi’nin de birkaç ana karakter etrafında dönmeye çabalaması.
BULUTLAR
Osman Nuri İyem
Bulutlar’ı ilk olarak 2014 yılında, Bulutlar ailesinin anlattıklarından derlenme kurmaca bir film olarak çekmeyi planlamıştım. Geçirdiğim bir sakatlık sonrası ailemin köyde bulunan evinde toparlanmaya çalışıyordum. Yüksek lisanstan dönmüştüm ve gerek lisanstaki hocalarımdan birinin “sen film çekme, kafanı başka yönde kullan, olmuyor bak” sözleri, gerekse de yüksek lisansta okuduğum teorilerin altında eziliyor olmak gibi sebeplerden dolayı film çekmekten uzaklaşmıştım. Daha çok fotoğraf çekiyordum.
Bir gün, Bulut ailesinin inekleri arasındaki sesli iletişime şahit oldum. Süt üretmesi için her sene düzenli olarak suni yoldan döllenen anne, sütü sağılmaya başlandığında hüzünle yavrusuna sesleniyordu. Bu bana neden film çekmek istediğimi hatırlattı. Fotoğraf şahane bir mecradır ama bazı şeyleri sadece filmle anlatabilirsiniz.
Kuzenimle beraber, Türkiye’nin yaşadığı sürecin, küçük bir köydeki yansımalarını, yakından tanıdığımız ve karakter olarak samimi ve enteresan bulduğumuz Bulut ailesi üzerinden anlatan bir senaryo yazdık. Bir bayram tatilinde ilk çekimler için yola çıktık. Aile, elimdeki senaryoyu çekmeye ne kadar istekli olsa da, bayram telaşı, gündelik meşgaleler derken sahneleri bir türlü çekemiyorduk.
Gönüllü gelen şahane ekibimden Oğuzhan Akalın’ın, ikinci başarısız çekim gecesi bana, Mardin’de Ezidiler üzerine bir belgesel çekimi sırasında yaşadıklarını anlatmasıyla işler değişti. Oğuzhan, Bulut ailesinin –tıpkı onların Ezidiler’le Mardin’de deneyimledikleri gibi– tüm çıplaklıklarıyla, acısıyla ve tatlısıyla hayatlarını açtıklarını, benim de artık bundan sorumlu olduğumu ve senaryomu bırakıp gerçekleri çekmem gerektiğini söyledi. Gece ekip uyuduktan sonra çektiklerimizi izledim ve karar verdim. O güne kadar zaten masa başında film yapma tecrübem daha fazlaydı. Yazdıklarımı kenara koyup gerçek hayatı masada kurgulayacaktım. Tabii o an, beş dakikalık bir kısa film için yola çıkmışken, beş sene süren ve sonsuz saatler masa başında geçirilen bir yolculuk beklemiyordum. Süreç boyu beni ve filmimi destekleyen herkese gerçekten minnettarım.
KÂZIM
Dilek Kaya
Kâzım, 2016’nın Haziran ayında İzmir Halkapınar Bitpazarı’nda bulduğum bir grup mektubun peşinden çıktığım, İzmir’den Artvin’e uzanan bir yolculuğun ve mektupların merkezindeki Kâzım’ın (19) hikâyesini anlatıyor. Şimdi artık yerinde olmayan Halkapınar Bitpazarı, neredeyse her Pazar günü saatlerce dolaştığım “kirli ve hüzünlü harikalar diyarı”ydı benim için. Orada her şeyi bulabilirdiniz ama ben özellikle yitip gitmiş yaşamların kalıntılarıyla ilgilenirdim. Eski fotoğraflar, yazılı eski ajandalar, hatıra defterleri, kullanılmış eski okul defterleri özellikle ilgimi çekmiştir. Filme sebep olan mektuplar, karmakarışık bir yer sergisi üzerinde gözüme çarptı. Hızlıca baktım ve 70’li yıllarda yazılmış olduklarını gördüm. Bu dönem akademik araştırmalarım kapsamında da daha önce ilgilendiğim ve çalıştığım bir dönem. Mektupların dönemin gündelik hayatını ve kültürünü sıradan insanların gözünden görüp anlamak açısından ilginç olacağını düşündüm. Biraz akademik, biraz da yitik insanların anılarına sahip çıkmak, koruyup kollamak gibi duygusal bir motivasyonla mektupların hepsini beş liraya satın aldım ve eve götürüp okumaya başladım.
Mektupları alırken içeriklerine dikkat etmemiştim ve tamamının birbirleriyle ilişkili olup beni merkezdeki Kâzım’a yönlendireceğini hiç düşünmemiştim. Mektupları okudukça, Kâzım’ı, arkadaşlarını, ailesini tanımaya başladım ve onlara sempati duydum. Bu tür detaylardan ben Kâzım’ı tam bir rock sever, çok yönlü, sportif, hayat dolu, meraklı ve maceracı bir genç olarak hayal ettim ve çok sevdim. Kâzım’ı internette aramama sebep olan şey ise 1974’ün Ağustos ayında Altıparmak ve Kaçkar Dağları’na düzenlenen bir dağ ekspedisyonuna onu da davet eden bir mektuptu. Her şeye ek olarak bir de böyle bir merakının olması, 70’li yıllarda bu gençlerin böyle şeyler yapması çok ilgimi çekti. Ancak daha ilk aramamda Kâzım’ın ismine “Türkiye’de dağlarda ölen dağcılar” gibi bir listede rastlayınca ve yer ve tarih bilgisinin de söz konusu davet mektubundaki bilgilere uyduğunu görünce şoke oldum. Daha sonra Kâzım’ın gerçekten de o dağ ekspedisyonunda düşerek vefat ettiğini aynı etkinliğe katılmış bir dağcıyı bularak teyit ettim. Kâzım’ın hayatının bu kadar kısa sürmesini ve bu şekilde sonlanmasını kabullenemedim. Onun için bir şey yapmak istedim ve bu belgesel film fikri ortaya çıktı. Mektupların sahiplerine, yani lise arkadaşlarına, abisine ve dağ ekspedisyonuna katılmış kişilere ulaştım. Onların anlatıları aracılığıyla Kâzım ve arkadaşlarının hikâyesini yeniden kurmaya çalıştım. Filmde bu hikâyeyi kendi arayış hikâyemle iç içe geçirdim. Yani film hem Kâzım’ın hikâyesi hem de benim hikâyem oldu. Aynı zamanda Kâzım ve arkadaşlarının hikâyelerini 70’li yılların siyasi ve sosyal bağlamı içerisine de yerleştirmeye çalıştım. Film hem kaybedilen Kâzım’ı hem de kayıp bir zamanı anlatıyor diyebiliriz.
Projeye mali destek bulmak adına, belgesel fikrini bir bilimsel araştırma projesi önerisine çevirdim ve mensubu olduğum Yaşar Üniversitesi’nin Proje Destek Ofisi’ne bu öneriyle başvurdum. Önerim kabul edildi ve mütevazı bir bütçeyle film üzerinde çalışmaya başladık. Proje, tamamı Yaşar Üniversitesi mensubu öğretim görevlisi, teknik uzman, araştırma görevlisi ve öğrencilerden oluşan küçük bir ekiple ve üniversitenin imkânlarıyla iki yılda gerçekleştirildi. İzmir, Ankara, İstanbul, Bodrum ve Artvin’de olmak üzere toplamda 27 kişiyle görüşme yaptık. Pek çok yeni insanla tanıştırdı beni Kâzım. Bunların arasında Amerika’da yaşayan bir bilim insanı da vardı, Artvin’de köyde yaşayan köylü de. Kâzım çok farklı çevrelerden insanların hayatlarından geçmiş ve her yerde, herkeste iz bırakmıştı. Tüm bunlar, beni bulan bu hikâye, bu film, hayatta başıma gelen en güzel şeydi aslında. Ve de büyük bir deneyim.
Yüksek Lisans yıllarımda kurgusunu yaptığım iki amatör kısa metraj canlandırma filmini ve Ahmet Uluçay’ın Epileptik Film adlı deneysel filmine yaptığım küçük asistanlığı saymazsak, Kâzım benim ilk filmim diyebilirim. Lisans eğitimim ekonomi üzerineydi, fakat 90’ların kısa film sever gençlerindendim. Film festivallerini takip ederdim ve birçok kısa film sever gibi ben de, o zamanların naif duygusuyla, kameram olsa kısa film çekebileceğime inanırdım. Hi8 kameralarından yararlanabilme fikriyle, Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım bölümünde sinema üzerine yüksek lisans yapmaya karar verdim. Ancak yüksek lisans ve takip eden doktora programının film yapımı değil film çalışmaları programı olması beni kuramsal alanda ilerlemeye sevk etti ve bu alanda uğraşırken film yapmayı düşünmeye bile vakit bulamadım. Bununla birlikte, öğretim hayatım sırasında çeşitli kuramsal sinema derslerinin yanı sıra, senaryo ve animasyon dersleri de verdim. Bir film akademisyeni olarak, çoğunlukla Türkiye’de sinemanın sosyal deneyimi üzerine tarihsel araştırmalar yaptım ve böyle bir formasyonla, tarihsel bir boyutu olan belgesel film yapımına daha fazla yakınlık duydum. Bir film yapma fikriyle başlamasa da bit pazarında bulduğum mektupların ve Kâzım’ın, 70’li yıllara bakan bir belgesel filmle sonuçlanması, dolaylı yoldan da olsa, beni esas hayalime kavuşturdu diyebilirim.
GULYABANİ
Gürcan Keltek
Gulyabani, doğaüstü güçleri olan müneccim Fethiye Sessiz’in hasta yatağında bu dünyadan ölüme geçiş yaptığı o belirsiz aralıkta, zihninin geçmiş ve gelecek arasındaki bütün filtrelerinin ortadan kalktığı o kısa zaman diliminde geçiyor. Yalnız, köksüz ve bu anlamda da tamamıyla özgür bir karakter Fethiye. Diğer yandan baskıcı sağ rejimlerin batıl inanca ilişkin saplantısı ve doğaüstüyle kurdukları tuhaf ilişki üzerine ne zamandır bir film yapmak istiyordum. Kendini yönettikleri toplumun üzerinde gören bütün baskıcı rejimler, ilahi bir kararla oraya getirildiklerine inanırlar. Bu anlamda 70’ler ve 80’ler döneminin devlet erkânının İzmir’de müneccim olduğu söylenen küçük bir kızı alıkoyup onu zorla köy köy, şehir şehir dolaştırmaları, onu aşırı milliyetçi paramiliter militanlara verip kilit altında tutmaları, taciz etmeleri anlatılmayı hak eden olağanüstü bir hikâyeydi. Bu bakımdan Gulyabani bir belgesel mi, çok emin değilim. Belki karşı-belgesel denebilir, ana karakterin zihnine yaptığımız kısa bir yolculuk.
BAŞTAN BAŞA
Aylin Kuryel, Fırat Yücel
Aylin Kuryel: Bir evde siyah valizlerin içinden çıkan saç kuyrukları, yemek masasının üzerine yığılmış, yere serilmiş gazetelerin üzerine konulmuş saçlar… Saçlara dokunan, onları tarayan, uzun-kısa, iyi-kötü diye ayıran eller. Baştan Başa’nın çıkış noktası bu imgeydi. Uzun yıllardır bu tür imgeler gündelik hayatımın bir parçasıydı ve bunlardan bir gün bir belgesel çıkabileceğini düşünerek Raşel Meseri’yle çekimler yapıyorduk. Türkiye’nin çeşitli illerinden toplanan saçları alıp onları İsrail’de Ortodoks Yahudi kadınların taktıkları peruklara dönüştüren perukçulara satan kişilerin, orada yaşayan iki teyzem olması çekim yapmamızı kolaylaştırıyordu hâliyle.
“Bu saçlar bu yemek masasının üstünde ne arıyor?” sorusu, yani temel yabancılaşma unsuru, zamanla başka sorulara yol açtı: Bu saçlar kimin saçları ve nereye, kimin başına gidiyorlar, bu yolculuk esnasında saç nasıl anlam değiştiriyor, nasıl değer kazanıyor, nasıl metalaşıyor, nasıl haram ya da koşer hâle geliyor, nasıl araçsallaşıyor? Saç ticaretinin prosedürel tarafıyla değil bu gibi sorularla ilgilendik.
Fırat Yücel: Saç ticaretini yıllardır sürdüren, dolayısıyla yaptıkları işe az ya da çok yabancılaşmış olması beklenecek insanların da bahsettiğimiz soruları kendilerine sorduklarını fark ettiğimizde bu belgeselin yapılabileceğine ikna olduk. Saçın kaynağına, anlamına, değerine ve bu yolculuktaki kendi konumlarına dair söyleyecek sözleri vardı.
Daha önceki işlerimizden, kolektif olarak yaptığımız ve Aylin’le birlikte kurguladığımız Hoşgeldin Lenin adlı kısa belgeselde de böyle bir boyut var: Bir objenin peşine düşmek ve onun etrafındaki hikâyeleri toplamak. Nasıl orada Lenin büstünün mülkiyeti ve heykellerin ölü mü canlı mı olduğu üzerinden işleyen bir anlatı varsa, burada da saçın ölü mü canlı mı, sentetik mi doğal mı olduğu ve kime ait olduğu üzerinden giden bir anlatı var. Belgeselin anlatım yöntemi de kafa karıştırmak üzerine kurulu: Kendi kafamızı da saçların bittiği (kelimenin iki anlamıyla) kafaları da karıştırmayı denedik, saça hayretle bakan gözleri takip ettik.
VARGİT ZAMANI
Orhan Tekeoğlu
Vargit Zamanı, bir baba-oğul ilişkisinde geç kalmışlığın yarattığı travmayı anlatıyor. 1990’lı yılların başlarında henüz on altı yaşındayken gasp ve uyuşturucu suçlarından üç buçuk yıl hapis yatan oğlunu hayatından silip atan Hasan, oğlunun amansız bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde çok geç kalmıştır. Bu kez, oğlunun son isteğini yerine getirmek için amansız bir mücadele içine girer. Vicdan, insanın iç dünyasında hissettiği bir acıdır. İtiraf ise, kişinin vicdan azabından kurtulmak ve bireysel iç huzura kavuşmak için atacağı ilk adımdır. Vargit Zamanı, babamın Almanya’da çalışma arkadaşı olan dindar ve muhafazakâr Hasan Atalay’ın, oğluna karşı yaptığı bir hatanın vicdan azabına dönüşme hikâyesidir. İnsanın bencil yanı nefsi, paylaşımcı yanı da vicdanıdır. Geçmişte nefsinin kurbanı olan Hasan Atalay’ın günümüzde vicdanının sesini dinlediğinde, pişmanlığının acıya dönüştüğünü hissederiz.
Babamın anlattığına göre dindar ve muhafazakâr bir yapıya sahip olan Hasan Atalay, 1990’lı yılların başlarında Almanya doğumlu oğlu Erdoğan’ın (16) gasp, soygun, uyuşturucu ve hırsızlık gibi suçlardan cezaevine düşmesini içine sindiremez ve oğlunu aileden dışlar. Onunla ilgilenmez. Hattâ üç buçuk yıl cezaevinde kaldığı dönemde oğlunu bir kez arayıp sormaz. Ben bu anlatılanları bir türlü mantığıma sığdıramıyordum. On altı yaşındaki bir çocuğun yaptığı bir hatanın bedeli ne olur ki? Babama, “Arkadaşın oğluna çok katı davranmış, sen olsan öyle mi yapardın?” dediğimde, babam “evet, ben de aynısını yapardım” deyince ciddi anlamda sarsıldım. Almanya’ya ilk giden Türk işçileri biraz araştırınca, Hasan Atalay ve aynı dönemdeki işçilerin Almanya’da bazı tarikatlara katıldığını ve oralarda aktif görevler aldıklarını öğrendim. Tarikat içinde seçkin bir yeri olan bir adamın oğlunun gasp, hırsızlık ve uyuşturucu gibi suçlardan cezaevine düşmesi, kolay kolay sindirilebilecek bir durum değildi. Ama ne olursa olsun, daha on altı yaşında bir çocuk.
Bütün bu yaşanmışlıkları Hasan Atalay’dan dinlemek istedim. Karşımda hümanist, muhlis, yardımsever birini bulunca bir kez daha şaşırdım. Bu ironiyi bir belgeselde anlatabilir miyim diye düşündüm ve fikrimi Hasan Atalay’a açtım. Ortada garip bir durum vardı. Bir baba, oğluna karşı yaptığı yanlışları bir belgeselde anlatacaktı ve bu baba hem dindar hem muhafazakâr ve hem de Karadenizli olacaktı. İşimin çok zor olduğunu biliyordum.
Hasan Atalay, beklemediğim bir olgunlukla, samimiyetle ve sabırla, bazen hüzünlenerek bazen de ağlayarak oğluyla hikâyesini anlattı. Bu bir ruhsal arınma olsa gerek diye düşündüm ve kayıt altına aldım. Karadenizlinin en hüzünlü mevsimidir güz mevsimi. Yaylalardan inme vaktinin geldiğini yağmur, yıldırım, şimşek ve fırtınalardan anladığımız mevsimdir. Hadi artık yaylalardan ‘gidin’ mesajını vargit çiçekleriyle veren mevsimdir. Hasan Atalay’ın oğlu Erdoğan’ın, ölmeden önce en çok yaşamak istediği sonbahardan bir gün ve vargit çiçekleriydi. Bu nedenle belgeselimizi ekim ayının ortalarında çekmek zorundaydık. Çünkü yüksek dağlarda vargit çiçeklerinin çıkış zamanını yakalamalıydık. Hikâyenin en dramatik anı, Vargit çiçeklerini doğaya merhaba dediği zamandı. Yağmur fırtınası, arkasından ilk kar ve havaların günde dört beş kez değiştiği zamanlardı. Bu nedenle devamlılık açısından oldukça zor günler yaşadık. Doğa, belgeseli çektirmemek için âdeta bize zorluk çıkarıyordu. Ama doğanın unuttuğu bir şey vardı. İnat ve azmi o vermişti bize.
Belgeseli Hasan Atalay’ın kendi köyünde çektik. Oğluyla ilgili anlattığı her hatırası Hasan Atalay’ı duygulandırıyordu. Acıyı âdeta yeniden yaşıyordu. Bu durum, beni ve çekim ekibini de üzüyordu. Kısacası acı çekerek belgeseli bitirdik. Hasan Atalay, belgesel çekimlerinde oldukça sabırlı davrandı. Yağmur, kar, çamur demedi bütün zorluklara göğüs gerdi. İlerlemiş yaşına rağmen biz çekim ekibi olarak ona ayak uydurmakta zorluk çektik.
İlk belgeselimiz İfakat’ta (2010) Doğu Karadeniz’in yüksek dağlarında, bir anlamda cennet gibi bir coğrafyada cehennem hayatını yaşayan kadınların hikâyesini anlattık. İkinci projemiz bir docudrama niteliğinde. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Karadeniz Bölgesi’ne ekmek parası kazanmaya gelen Rus kadınlarının dramını anlatan ilk uzun metraj filmim olan Öyle Sevdim ki Seni (2013) filmiydi. Yine Karadeniz Bölgesi’nde sıradışı yaşamları konu alan Sıra Dışı İnsanlar (2015) belgeselini yaptık. Yapımcım, aynı zamanda eşim Nurdan Tümbek Tekeoğlu bu projeleri gerçekleştirmede benim en büyük destekçim oldu.
AETHER
Ruken Tekeş
Ilısu Barajı’nın nerdeyse bitmiş olduğunun açıklanması, bölgeden olup o topraklara hep bir borcum olduğunu hissetmem ve ayrıca kızıma ve bu toprakları göremeyecek ve hissedemeyecek olan gelecek nesillere kendimce oranın bir parça da olsa duygusunu aktarabilme isteği filmin çıkış noktası oldu. Yakında yok olacak Hasankeyf’i ve Dicle Vadisi’ni gördüğüm ve hissettiğim gibi kayıt altına almak istedim. Fakat böyle bir filmi klasik bir belgesel olarak yapamayacağımı da biliyordum. Benim için o topraklar birçok şeyi temsil ediyor, oranın ruhunun bir parçasını küçük de olsa filme almanın ve yerin bize ne dediğini duymaya çalışmanın bir filmde nasıl olacağına dair bir fikrim de yoktu. Çok riskli ve deneysel bir proje oldu çünkü hiçbir plan ve program olmadan yerin önüme çıkardıklarından görebildiklerim ve duyabildiklerimle bir film yapmaya çalıştım. Gerek benim için gerekse tüm ekibim için bu filmin her aşaması çok özel bir deneyim oldu.
Aether benim ilk uzun metrajlı belgeselim. Bundan önce yaptığım bir kısa kurmaca filmim var Hevêrk (Çember). Sinema eğitimi almadım ve sinema sektöründe de çalışmadım. Benim esas işim insan hakları üzerine. Fakat sinemanın gücüne çok inandığım için uzun yıllardan beri insan haklarının sinema üzerinden anlatımını destekleyici birçok çalışmayı farklı şekillerde yurtdışında destekledim. Ama bir filmin nasıl yapılacağına dair hiçbir fikrim yoktu, ta ki ilk filmime kadar. Film çekmeye başlamam da tamamen hayatın cilvesi denecek kıvamda aslında. Bir kaza sonucu uzun süre yatağa bağlı kaldığım dönemde hikâyeler yazmaya başlamam ve eğer tamamen iyileşirsem ilk yazdığım hikâyeyi çekmeye karar verdim. Keşif gibi, el yordamıyla yolumu bulmaya çalışmak gibi, hem yeni birçok şey deneyimlediğim, öğrendiğim hem de çok keyif alarak yaptığım bir çalışmaya dönüştü film yapmak. Ama bir nokta benim için çok net; film yapmayı kariyer değişikliği olarak görmüyorum. Sadece esas işimi film üzerinden de yapmaya devam ediyorum.
Odakları farklı olsa da Aether ve Hevêrk arasında benzerlikler olduğunu düşünüyorum. İkisi de ezilmiş, haksızlığa uğramış olanın, yok edilmek istenenin ve bir bakıma kendini ifade edememenin hikâyesi. Hevêrk insan odaklı, çocuklar üzerinden bir anlatımla kendinden farklı olana yapılan ayırımcılığı ve bunun içindeki farklı sebepleri ve farklı aktörlerin rolünü anlatıyor. Aether doğa odaklı, bir yer üzerinden içindeki tüm varlıkların ilişkisini ve döngüsünü ve bunun küçük bir parçası olan insanın onu yok edene dönüşmesini anlatıyor. İki filmin birbirinden ayrıldığı bence en temel nokta ise yapım teknikleri. Hevêrk kurmaca temelli, diyaloglu ve lineer akışta olan bir film. Aether belgesel, diyalogsuz ve hikâye anlatımı olmayan, kendine has bütünlüğü olan bir film. İki filmin de seyredenin gördüğünü hissetmesi ve anladığı üzerinden kendiyle bir bağ kurma ve sorgulama alanını yaratması, yine ortak noktaları.
NOT: Ulusal Belgesel Yarışması’nda bu filmlerin yanı sıra Rena Lusin Bitmez’in Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne? ve Köken Ergun’un Şehitler belgeselleri de yer alıyor.