Şu An Okunan
Nuri Bilge Ceylan’la Kış Uykusu Üzerine

Nuri Bilge Ceylan’la Kış Uykusu Üzerine

Nuri Bilge Ceylan’la Altın Palmiyeli Kış Uykusu’nun tüm evrelerini masaya yatırdık. Çekim sürecinden son sahneye kadar uzanan, neredeyse filmin süresiyle yarışan özel bir sohbet çıktı ortaya. Cannes’dan sonra verdiği bu ilk söyleşide Ceylan, Çehov’dan nasıl beslendiğini, filmin ana karakteri Aydın’a bakışını, bol diyaloglu bir anlatımı sinemasıyla nasıl örtüştürdüğünü ve çekim sırasında ortaya çıkıveren sahneleri anlattı.

Söyleşi: Senem Aytaç, Berke Göl, Fırat Yücel

Fotoğraf: Fırat Yücel

Kış Uykusu’nun senaryosunda Çehov’un ‘Karım’ ve ‘İyi İnsanlar’ adlı öykülerinden parçalar var. Çıkış noktanız bu öyküler miydi?
‘Karım’ öyküsü 10-15 yıldır kafamda dolanıp duran bir öyküydü. Bol miktarda iç düşünce ve betimleme barındırdığı için sinemaya uyarlaması pek kolay görünmüyordu. Bunlar çıkınca elinizde kuru bir olaylar dizisi kalıveriyordu. Ama hikâyenin, ondan vazgeçmeyi bir şekilde benim için olanaksız kılan tarifi zor bir ruhu vardı ve bu ruhu sinemada canlandırmanın mümkün olup olmadığı düşüncesi, korkuyla karışık tuhaf bir çekicilik yaratıyordu. Belki Bir Zamanlar Anadolu’da’da Çehov öyküleriyle yoğun bir şekilde hemhal olmuş olmamız, hem Ebru’ya hem bana bir tür güven vermiş olabilir. Orada da Çehov’dan aldığım bölümleri ve diyalogları öykümüze ve karakterlerimizin ağzına oturtabilmek için Ebru ile sabahlara kadar epey uğraşmıştık. Sonuçta işe giriştiğimizde iç düşünceler ve tasvirlerden arda kalan öykünün çatısı bize yeterli gelmeyince Kış Uykusu’nun senaryosu giderek dallanıp budaklanmaya başladı. Yeni olaylar, başka karakterler ve hatta başka bazı Çehov öyküleri işe karışmaya başladı. Bir noktada ‘İyi İnsanlar’ın Vera Semyonovna’sının kız kardeş karakterimize harika bir şekilde hayat verebileceğini, öyküde geçen “kötülüğe karşı koymama” felsefesinin de, Necla’nın kocasına dönebilmek için umutsuzca kendini kandırma ve inandırma çabasına girişmesine neden olabilecek son derece uygun bir felsefe olabileceğini düşündük. Öyküde ayrıca bu konuda harikulade iyi yazılmış diyaloglar vardı. Hem bunları hem de ‘Karım’ öyküsündeki birtakım sözleri ve saptamaları diğerlerinin içinde sırıtmayacak şekilde senaryoya yedirmeye çalıştık. İç düşünce ve tasvirlerde yer alan ama kullanamadığımız bazı önemli ayrıntıları da diyaloglara dönüştürüp hikâyeye dahil etmeyi denedik. Ama başlangıçta bizi asıl motive eden, hikâyenin ruhu diyeceğim tarif edilmesi zor şey filme gerçekten geçebildi mi, onu tam bilemiyorum şimdi. Umarım bu bir nebze de olsa başarılabilmiştir.

Senaryonun çatısı ve öykünün yapısı tamamen değiştiği, öyküler filmin sadece bazı bölümleriyle ilgili kaldıkları için “Çehov öykülerinden esinlenilmiştir” ibaresini kullanmıştık. Ama bu yeterli gelmediği için ve birtakım diyaloglar öykülerden aynen alındığı için, jenerikte ‘Alıntılar’ ibaresi altında ekstra bir kalem daha açtık. Çehov adını burada bir kez daha zikrettik. Alıntı yaptığımız diğer yazarların adlarını da buraya ilave ettik. Gerçi Çehov ne yazarsak yazalım yeterli hissedeceğimiz bir yazar değil bizim için, o hemen hemen bütün filmlerime katkılarda bulunmuş, hatta bunun ötesinde bana nasıl yaşamam gerektiğini öğretmiştir. Kasaba’da, Mayıs Sıkıntısı’nda, ama özellikle de Bir Zamanlar Anadolu’da filminde en az bu filmdeki kadar yararlandığımız ve alıntılar yaptığımız bir yazardır.

Cannes’daki basın toplantısında sokak dilinin artık sinemada çok kolay yeniden üretilebildiğini, kitabi bir dili sinemaya aktarmanınsa daha zor olduğunu belirttiniz. Senaryo aşamasında ve oyuncularla çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz?
İnsanın her yeni filmde birtakım meydan okumalara, aşılması zor görünen engellere ihtiyacı oluyor motive olabilmek için. Bunun yarattığı endişe insanı çalışmaya sevk ediyor. Bu filmin de benim için en meydan okuyan tarafı, senaryonun zaman zaman edebî, hatta felsefi denebilecek konuşmalarla yüklü olmasıydı. Aslında baştan beri bu filmin edebî bir tadının olmasını istiyordum. Edebî eserlerden, felsefi metinlerden ve tiyatrodan aldığım hazzı bir şekilde bu filme taşımak istiyordum. Bunun daha önce yapılmamış olmasından değil de, böyle bir şey benim tarzımla, yöntemlerimle bir araya gelirse ne olur gibi bir merak vardı daha çok. Bir kere, en ağır diyaloglara sahip iki karakterden birini aktör emeklisi, diğerini çevirmen yapmak suretiyle işimizi kolaylaştırmaya çalıştık. İkincisi, oyuncu seçimleri hayati önem taşıyordu. Basit okumalar yaparak bazı oyuncuların diyaloglarla ne derece bütünlük sağlayabileceklerini hissetmeye çalıştık. Bir oyuncu çok iyi olabiliyor ama bazen ses tonu, vurguları veya konuşma sürati gibi nedenlerle belli diyaloglara uyum sağlayamayabiliyor… Çekimde ise artık eldeki elemanlar ile bir çorba pişirmek zorunda olduğunuzun bilinciyle hep birlikte yapabileceğinizin en iyisini yapmaya çalışmaktan başka çareniz yok. Edebiyatın dili sinema için kolay değil. Çehov’un ve hele de Dostoyevski’nin dili ise çok daha zor. ‘Ecinniler’deki Fedka bile son derece akıllıca felsefi sözler sarf eder. Çehov genellikle Dostoyevski’ye göre daha sade, daha hayata yakın, daha gerçekçi bir zemine otursa da onda bile sık sık bir köylü karakterin bir anda üç beş sayfalık bir tirat attığı çok olur. Aklıma hemen ‘Yolda’ hikâyesi geliyor mesela. Liharev, bir handa karşılaştığı bir kadına gece yarısı birdenbire o şartlarda pek mümkün olmayacak kadar organize bir şekilde düşüncelerini aktarmaya başlar. Sekiz dokuz sayfa sürer. Ama ne kadar etkileyicidir! Artık orada “yav bu adam böyle konuşamaz, kendini bu kadar iyi ifade edemez” falan demek ya da “orada konuşan Liharev falan değil Çehov’un ta kendisidir” demek kendi önümüze gereksiz bir set çekmekten başka bir şey değil. Gerçi böyle şeyleri edebiyatta kabul edebiliyoruz da alışkanlıklar nedeniyle sinemada çok daha zor kabulleniyoruz. “Bu karakter böyle bir şey söylemez” ya da “ bu sosyal sınıftan biri böyle konuşmaz” dediğimiz anda hemen keyfimiz kaçıyor ve neredeyse bütün filmden anında soğuyuveriyoruz. Böyle olunca bu ağır diyalogları inandırıcı, hayata ait kılabilecek oyuncularla çalışmak iyice önemli hale geliyor.

Bu oyunculuk tarzı provalarda mı netleşti yoksa Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Tamer Levent gibi tiyatrodan gelen oyuncuları seçerken de aklınızda mıydı?
Bir kere dediğim gibi senaryodaki uzun diyalogları çatır çatır, inandırıcı bir şekilde söyleyebilecek oyuncular istiyorduk. Biraz okuma yapar yapmaz da diyalogların ağızlarına yakışıp yakışmayacağı hemen hissediliyordu. Ben her çeşit oyuncuyla çalışmış bir insanım. En amatörüyle, hatta bazen kandırarak, gizli çekimler yaparak çalıştığım da oldu. En profesyonel olanlarla da çalıştım. Bu filmde profesyonellerin en iyileriyle çalışmam gerektiğini baştan biliyordum o yüzden. Yazdığınız diyaloğu amatör oyuncu ağzına oturtamaz. Muhakkak onun kendi diyaloğunu yaratmasını sağlamanız gerekir. Onun için bin takla atarsınız, kandırırsınız. Diyalogları eskiz olarak yazmanız ve sürekli değiştirmeniz gerekir amatörle çalışırken. Ama yazdığınız şey hiç değişmeden inandırıcı hale gelsin istiyorsanız onu hakikaten çok iyi oyuncular becerebiliyor. Senaryoyu yazarken Aydın için Haluk Bilginer tek seçenek olarak hep aklımızdaydı. Ama Haluk başta meşguldü, kabul edemedi. Programı çok önceden yapılmış oyunları vardı. Başka oyuncu arayışlarına da girdik ama sonuçta biz Haluk’un programına uyarak çalışma kararı aldık.

Haluk Bilginer’in alternatifi kimdi peki?
Çok fazla oyuncuyla görüştük ama isim vermeyeyim. Ama başkası olsaydı muhakkak senaryoyu ona göre değiştirmemiz gerekecekti. Örneğin görüştüğümüz bazı oyuncular daha gençti, o durumda Nihal’le aralarındaki yaş farkı az olacaktı ve bu da senaryodaki birçok şeyin değişmesi anlamına gelecekti. Haluk anti-kahramanı da canlandırabilen ender oyunculardan biri. Kendini ya da imajını korumuyor, kollamıyor. O yüzden lastik gibi her kıvama hesap kitap yapmadan girebiliyor. Bir de, karakteri çok hızlı anlayabiliyor. Ben genelde oyuncularla karakter analizleri yapmam, ne demek istediğimi söylemem. Yanlış şeylere sebep oluyor bazen; oyuncu söylediğiniz bir şeyi yanlış anlıyor ve orada kemikleşebiliyor. Ama Haluk’la entelektüel olarak da çok hızlı anlaşabildiğimi gördüm. O yüzden hemen taktik değiştirdim ve niyetlerimi doğrudan söylemeye başladım. Bu konularda kafası iyi çalışan çok zeki bir oyuncu olduğunu gördüm. İşimi çok kolaylaştırdı. Çekimler boyunca sürekli “Haluk olmasa ne yapardık” düşüncesinin hep bizimle birlikte olduğunu söyleyebilirim. “Artık bunun da altından kalkamaz” dediğim, şimdi filmin son halinde olmayan çok daha karmaşık diyaloglar vardı; onları bile son derece inandırıcı bir şekilde söylemenin yolunu hemen buluyordu. İyi oyuncunun şöyle bir tehlikesi var yalnız: Yazdığınız diyalogların iyi olup olmadığını onların üzerinde duruşundan anlayamıyorsunuz. Oyuncu her şeyi çalıştırdığı için bazen kötü bir diyalog da iyiymiş gibi görünüp araya kaynayabiliyor. Dikkatli olmak gerekiyor.

Atı yakalayan adamın sahnesinde olduğu gibi, natüralist oyunculuk tarzının araya girdiği örnekler de var…
Atçı Ekrem bana hayatta çok şey öğretmiş bir adam oldu. Çok nev-i şahsına münhasır bir insan. Sürekli hayret ederek bakıyordum ona. Zaten taşrayla ilişkimde –buna kendi memleketim de dahil– en önemli duygularımdan biri hayret duygusudur. Sürekli hayret ederim insan doğasının şaşırtıcı zenginliğine… Ekrem’in rol yapamayabileceği olasılığına karşı baştan gizli bir çekim yapayım istedim. Kamerayı yerleştirdik ama çekime başlamamışız gibi davranıyoruz. Ben kalktım biraz uzaklaştım oradan, kameranın başında kimse yok falan, gizlice kayda girdik. Haluk ve Ayberk (Pekcan) ile de özellikle hiç tanıştırmadık onu, ilk defa geliyorlar gibi olsun diye. Sonra işaret verdim, Haluklar benim komutlarım doğrultusunda geldiler, oturup ona sorular sormaya başladılar. Oh dedim, gayet doğal oldu; iyi ki gizli çekmişim, bir sonraki denemede o doğallığı yakalayamayız, diye düşünüp sevindim. Sonra haberli çekmeye başladık, ama hayret, hiçbir şey değişmedi! Adam gizli çekimde neyse yine aynısı, en ufak bir değişiklik yok. İnanamadım. Genellikle amatör oyuncularla gizli çekim yaptığım zamanlarda, “tamam şimdi çekime giriyoruz” dediğimde kaskatı kesilirler, hiçbir şey alamazsın, “iyi ki önceden habersiz çekim yapmışım” dersin. Burada da öyle olacak sandım. Yakınlara giriyorum, açıyı değiştiriyorum, adam zırnık değişmiyor, tümüyle aynı performansı veriyor; bu kadarını ne profesyonel ne amatör, kimsede görmedim doğrusu.

Daha teatral başlayan filme sanki eski filmlerinizin, mesela Mayıs Sıkıntısı’nın ruhu geliyordu bu sahnede. Bu oyunculuk farkları sizi kaygılandırıyor muydu?
Hayır. Halktan biraz kopuk bir entelektüelin halktan biriyle konuştuğu zaman, konuşma tarzlarında ortaya çıkabilecek bir farklılık tam tersine işime bile gelebilir.

“Aydın’ı tümüyle negatif görmüyorum, hepimizden izler taşıdığını düşünüyorum.”

Tunca Arslan Radikal Kitap’taki yazısında, filmde Çehov’dan çok Sabahattin Ali etkisi gördüğünü söylüyor. 19. yüzyıl Rus yazarlarının metinlerini, diyaloglarını bugüne ve Türkiye’ye uyarlarken yaklaşımınız nasıldı? Türkiye’de bu temalara eğilen –sizin de ilişki kurduğunuzu belirttiğiniz– pek çok yazar var. Taşra, aydın vb. meselelerin Türkiye’ye özgü boyutları açısından onların metinlerinden yararlandınız mı?
Çok yararlandığımızı söyleyemem. Çehov’un ‘Karım’ hikâyesini ilk okuduğumda, karakterin çevremdeki bazı insanlara şaşırtıcı derecede benzediğini düşünmüştüm. Ebru’nun da benim kuşağımdan insanları anlama, betimleme ve hicvetme konusunda inanılmaz bir yetisi vardır. Evde epey konuştuğumuz bir konudur. Biz daha çok öyküdeki o karakteri ele alıp kendi bildiklerimiz ve yaşadıklarımızla harmanlamak istedik. Birtakım alıntılar dışında, başka kaynaklara fazla da ihtiyaç duymadık. Çehov’un hikâyelerinin üzerine kendi deneyimlerimizi ve yakından veya uzaktan tanıdığımız bazı insanların iyi bildiğimiz özelliklerini eklemleme düşüncesi vardı, işin pratiği daha çok oradan ilerledi.

Tunca’nın yazısını okudum. Bir eserin herkesin dünyasında farklı çağrışımlar yapması kaçınılmazdır. Herkes kendi açısından istediği gibi görebilir ve haklıdır da. Bu iyi de bir şeydir. Birtakım yazarlar, sanatçılar arasında kan bağından ya da toprak birliğinden çok daha güçlü bir akrabalık, bir ruh birliği olabilir. Ve bu, bana göre, kültür birliğinden daha önemli bir akrabalıktır. O nedenle Tunca’nın böyle hissedebilmesi son derece doğal bir şey. Aynı sebeple 100-150 yıl öncesinden, başka kültürlerden olayları ve diyalogları bugüne ve bu topraklara uyarlamak belki o kadar da zor olmuyor. Eğer ruh birliği yoksa, anlatılan şeyleri ruhunun derinliklerinde hissedemiyorsan, bırak kendi ülkenden bir yazarı, kardeşinden bile uyarlasan kendini yabancı topraklarda hissedebilirsin. Ama ruh birliği varsa, sezgiler idareyi ele alır, her şey reflekslerle, adeta kendiliğinden gelişir gider.

Çehov ya da etkilendiğinizi söylediğiniz bir başka yazar olan Sait Faik, karakterlerine yaklaşımlarında size göre daha şefkatliler aslında. Kış Uykusu’nda karakterlere yaklaşım keskinleştirilmiş gibi. Daha sert, acımasız bir bakış var.
Dediğiniz doğru mu bilmiyorum ama karakterlerime sevgi ya da şefkat göstermem gerektiğini düşünmüyorum. İnsan kendinden zayıf, kendinden güçsüz gördüğü canlılara karşı sevgi ya da şefkat duyar daha çok. Çehov ya da Sait Faik’te de dediğiniz gibi olduğuna emin değilim. Eğer bir eser üretmek, gerçekten insan ruhunu anlamaya çalışan bir yolculuk olacaksa, tabii ki kendimize ve karakterlerimize karşı son derece acımasız olmak zorundayız diye düşünüyorum. Ama gerçek bir anlama çabası kolay hüküm vermemek gerekliliğini de beraberinde getiriyor. Yola çıktığımız Çehov hikâyesi daha çok iç sesler ve betimlemeler üzerinden ilerliyordu. İç sesler sinemada kullanılabilen bir şey olsa da kullanmak istemedik. Biraz kolaycılık olacak diye düşündük. Betimleme kullanma şansınız zaten yok. Bu durumda elinizde bir tek öykünün aslında pek de ilginç olmayan olayları ve tabii bir de bazı diyalogları kalıyor. Oysa edebiyatta o adama boyut katabilecek çok fazla yardımcı anlatım aracı var. Okuyucunun hayal gücünü işe katabilmesini söylemiyorum bile. İç düşünceden bir şey söylüyor karakter mesela, hemen akabinde tam tersini yaptığını görüyorsun. Bunu sinemada nasıl göstereceksin? Sinemanın kendine has zorlukları var. Tabii ki filmime sizin gözünüzle bakamam ama şu kadarını söyleyebilirim: Ben filmle ilgili çıkan yazılardaki kadar acımasız bakmıyorum Aydın karakterine, hatta onu anlıyorum. Kendimi dışta tutarak bakmıyorum ona. Biraz fazla ötekileştirmeye yönelik bir bakış görüyorum genellikle filmle ilgili yazılarda. Filmde Aydın’ı anlamayı zorlaştıran bir bakış geliştirdiğimizi de düşünmüyorum nedense. Aydın’ı tümüyle negatif görmüyorum, hepimizden izler taşıdığını düşünüyorum. Kendimden taşıdığı izleri de inkâr etmiyorum. İklimler’de de benzer bir şey olmuştu, İsa bence hak ettiğinden fazla ötekileştirilmişti. Herkesin yapabileceği şeyler bunlar ama insanlar kendi hayatlarında böyle şeyler yaptıkları zaman yeterince gerçekçi değerlendirmiyorlar olan biteni. Fazla korunaklı davranıyorlar. Aydın’la ilgili gerçekten kötü olan şey nedir, söylerseniz, ben o konuda muhtemelen Aydın’ı savunabilir, onun avukatlığını yapabilirim. Yaptığı çoğu şeyi, uygun şartlar oluştuğunda benim de, sizin de yapabileceğinizi savunabilir, hatta kanıtlayabilirim belki… Henüz hayatında öyle bir durumda kalmamış olman bunu yapmayacağın anlamına gelmez. Bir kere kız kardeşine karşı oldukça anlayışlı; bıçak kemiğe dayanana kadar çok sert tepkiler göstermediğini, ağır eleştirilere karşın onu idare etmeye çalıştığını görüyoruz. Ona mesafeli davranan, onu düzenlediği toplantıdan bile açıkça kovan karısına karşı, yine de anlayışlı, fazla sert değil; yine de mantıklı görünen çözümler üretmeye çalışıyor… Ya da sen sanki bir kiracın var da kirasını ödemeyince “durumun uygun değil, önemli değil, ne zaman istersen o zaman ödersin” deme fedakârlığını gösterdin de mi hemen Aydın’ın bu tavrını acımasızlığının ve bencilliğinin bir kanıtı gibi görüyorsun? İster bir karakteri değerlendirirken, ister yaratırken, kendi ruhumuzun gerçek potansiyellerini doğru değerlendirmeden, zayıflıklarımızla güçlü bir ilişki kurmadan yeterince adil olabileceğimizi sanmıyorum… Şefkatli, sevgi dolu ya da hoşgörülü olmak değildir gerekli olan burada. Samimi, dürüst, gerçekçi ve acımasız olmaktır. Nietzsche’den bir alıntı yaparsak, “kendini bilgiye adayan kişi için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir” icabında.

Aydın karakterine bir ‘aydın’ olarak da bakmak istemiyorum aslında. İsmini Aydın koyduğuma da pişman oldum biraz. O zaman ‘o karakter üzerinden aydın meselesine bakıyoruz’a indirgeniyor film. Öyle değil. O bir karakter; hepimiz gibi iyi ve kötü tarafları olan bir insan. Sonuçta aydınlar da bir kalıptan çıkmış, birbirine benzeyen homojen yaratıklar değiller. Birisine bir özelliği yüzünden sinir olursun, bir başka özelliği yüzünden de hayranlık duyarsın. Biz tüm karmaşıklığıyla bir insan yaratmak istedik. Ebru da ben de, hiçbir zaman, karakterin her söylediği ya da yapıp ettikleri, belli bir aydın tipolojisini desteklesin, bu şablona hizmet etsin gibi bir düşünce içinde olmadık. Hatta bu teoriyi desteklemeyecek bir özelliği aklıma geldiğinde, onu senaryoya katmaktan daha büyük bir haz duyarım. Peki bu durumda bir karakteri keyfîlikten ve rastgelelikten ne kurtaracak, denebilir. Yaratıcının sezgileri kurtaracak. Öyle olmak zorunda. Ama kesinlikle bilgi değil. Bilginin bir karakterin detaylarını oluşturmada çaresiz kalacağına, sezgilerine yeterince güvenmeyen bir yaratıcının çuvallayacağına ve biraz didaktizme kayabileceğine inanıyorum. Bir insanda belli bir edimi yapabilecek bir potansiyelin olup olmadığı konusunda, insan ruhunun gizil güçleri konusunda kendi ruhundan hissettiği önsezileri pusula olarak benimsemeyen birinin karakter yaratımında belli bir çizginin ötesinde derinleşebileceğini sanmıyorum. Çünkü insan ruhu söz konusu olunca hiçbir şey formüllere bağlı değil. Ben Aydın’ı temelde iyi bir insan olarak görüyorum ve öyle çektim. Ama yanlış anlaşılmasın. Bu bizim onu, sinir olduğumuz veya eleştirdiğimiz bir yığın özellikle donatmadığımız anlamına gelmiyor. Sadece bu negatif özelliklerden kendimizin muaf olduğunu düşünmemize neden olacak formülasyonlara bu kadar kolay girişmeyelim. Dediğim gibi ona sevgi göstermediğim gibi, onun için sevgi ya da şefkat de talep ediyor değilim. Artık bundan sonrası seyircinin elinde tabii. Herkes kendi ihtiyaçlarına ya da kendilerini koruma miktarlarına göre onu bir yere oturtacak. Bu konuda da bir şey yapamam.

Aslında bütün karakterlerin zaafları ve birbirlerine yaptıkları haksızlıklar ortaya çıkıyor filmde. Aydın kadar karısı ya da kız kardeşi için de geçerli bu. Aynı şekilde imamın da ikiyüzlülüğünü görüyoruz örneğin. Nihal’in parayı vermeye gittiğinde ağzının payını alması, Necla’nın Aydın’la tartışmasının sonunda durduğu yer… Film, karakterlerin zaaflarını yüzlerine çarparak bitiriyor öykülerini…
Bir film yaparken, bir roman yazarken karakterlerin zayıf tarafları sizin en büyük yardımcınız. Onları kimseyi kayırmadan göstermek zorundasınız. Onların zayıflıklarını gösterme fırsatı yakaladığımda kaçırmam. Ama tabii şu da var: Hayatta bir insanı birtakım nitelikleriyle değerlendirir, bir yere koyarsınız, ama sonra öyle bir durumla karşılaşırsınız ki utanırsınız. Biraz bu durumu da hissettirmeye çalıştık bazı yerlerde. Gururu, onuru, bu kavramların gerçek anlamlarını kurcalamak istedik. İsmail (çocukla beraber) filmin en gururlu insanı ama bu yüzden aynı zamanda en sorumsuz ve bencil insanı belki de. İmam belki gururunu en ayaklar altına alan insan ama öte yandan en sorumluluk sahibi olan. Bu kavramları başka şeylerle bir arada ele almak gerekiyor. “Ne gururlu adam, helal olsun!” diye bakabilecek bir insan değilim. Hangisine daha çok saygı duyarsın? Birinin paraları ateşe atabilme kahramanlığı göstermesine mi yoksa Hamdi’nin gururunu hiçe sayıp annesine, ailesine bakıyor olmasına mı? Gerçek fedakârlık hangisi? Gerçekten değerli olan hangisi? Hayat her ayrıntısıyla insanı şaşırtıyor, peşin hüküm vermek kolay değil. Peşin hüküm verebileceğimiz durumların içinde insanı şaşırtacak ayrıntılar olabileceği kuşkusunu sürekli taşımamız gerektiğini düşünüyorum. Hayat beni devamlı böyle durumlarla karşı karşıya bırakıyor. Taşradaki insanlar beni daha çok şaşırtıyor. Burada (İstanbul’da) çok yakın arkadaşlarım oldu, beş sene boyunca masada konuşuyorsun. Sonra bir gün beraber bir iş yapmaya kalkıyorsun, bir anda küsüyorsun. O kadar pratikten kopuk bir ilişki biçimi var ki. Oysa taşrada bütün düşünceler birtakım gerçek pratik olaylara bağlı. Hemen ortaya çıkıyor her şey, hızla. Burada çıkmıyor. Hakikaten bir sürü arkadaşımla –bunların içinde sinema dünyasından insanlar da var– bir tek ortak iş yapmaya kalktığımızda beceremedik. Ama yıllarca dünyanın en iyi anlaşan insanları gibi dolandık ortalıkta. Duyguların, fedakârlığın ortaya çıkması gereken ilk anda sözlerin başka, eylemlerin, edimlerin başka olduğunu anlıyorsun. Onun için belki taşra insanından bahsetme eğilimim daha fazla. Ya da onları katmadan buradakileri de bir yere oturtamıyorum. Benim taşrayla olan bağlarım güçlüdür. Orada büyüdüm. Devamlı gidip gelirim hâlâ. Akrabalarıma uğrarım, eski arkadaşlarıma… Ve oradaki insani değerlerin bu kadar çıplak bir biçimde görünür olması benim için inanılmaz bir besin kaynağı. İnsanın ne olduğunu orada anlıyorum, bu kadar zenginliği orada görüyorum.

Kış Uykusu insanlara güncel siyaseti en fazla çağrıştıran filminiz oldu. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde de vardı belki ama oradaki daha genel anlamda “memleket meselesi”ydi. Buradaysa yorumlar çok daha somut bir hal aldı. Aydın’ı Kemalistlerle bağdaştıranlar ya da tersine ‘çapulcu’ kelimesini kullandığı için onda siyasi iktidarın otoriterliğini görenler oldu. Sizin niyetinizden bağımsız olarak, referansını reel siyasetten alan birçok farklı yorum yapıldı.
Türkiye’de yaşayıp da, özellikle Cihangir’de, hele bir de taşra tarafınız varsa, bazı şeyleri görmemek imkânsız oluyor. Mesela, 1999 seçimleri miydi, sokağa bakan balkonda sigara içiyorum, gençler sokağa afiş falan asmaya geliyorlar. Beş altı tane ÖDP’li genç geldi, boyunlarında fularlar var filan, karşı duvara afiş asmaya çalışıyorlar. Hepsi birden uğraşıyorlar ama bir türlü olmuyor, afiş düşüyor, yeniden uğraşıyorlar bu sefer afiş kırışıyor, düzeltmeye çalışıyorlar, yırtılıyor. En sonunda yamuk yumuk olsa da asmayı başardılar. Arkadan bir MHP’li genç geldi, tek başına, ‘şrak’ diye asıp geçti elindeki afişi. Alakası yok tabii ama insan o an elinde olmadan bunlar iktidara gelse “koca ülkeyi nasıl yönetecekler” falan diye düşünmeden edemiyor. Bugün CHP’nin de halkın gözünde biraz böyle bir duygu uyandırıyor olabileceğini düşünüyorum. Ama ideolojiden çok bugünkü kadrolarla ilgili bir durum bu belki.

Söyleşinin ikinci bölümünü okumak için: Nuri Bilge Ceylan’la Kış Uykusu Üzerine – Bölüm II

Söyleşinin üçüncü bölümünü okumak için: Nuri Bilge Ceylan’la Kış Uykusu Üzerine – Bölüm III 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.