‘Benim Varoş Hikâyem’in yönetmeni Yunus Ozan Korkut ile söyleşi
Benim Varoş Hikâyem bir karakterler galerisi. Hepsi de birbirinden ilgi çekici öyküler anlatan ve Ceyhanlılığın kitabını yazan karakterler. Yunus Ozan Korkut, bu ilk filminin sıra dışı yapım serüvenini anlatıyor.
Söyleşi: Ayça Çiftçi, Berke Göl
Fotoğraf: Ali İhsan Elmas
Çulluk Yusuf, Rokko ve Çetesi, Keleş, Kaçakçı, Afilli, Benim Varoş Hikâyem’in inanılmaz karakterlerinden bazıları… Adana’da, Ceyhan ilçesinin sokaklarında, güçlü bir mekân duygusu taşıyan mizansenlerin içinde, bir dizi insanla karşılıklı oturmuşuz, onlar bize hikâyelerini anlatıyorlar sanki. Anlattıkları hikâyeler kadar anlatışları, kullandıkları jargon, kamerayla kurdukları yakın ilişki de etkileyici. Biri gönlünün salaşlığından bahsediyor, bir diğeri “simetrik bir kadın” olduğunu söylüyor. Çoğu iyi hikâye anlatıcısının yaptığı gibi biraz uydurup bire bin katıp katmadığını merak edebilirsiniz bazılarının. Ama tüm bu insanların gerçekten de Ceyhan’da yaşayan gerçek karakterler olduğundan bir an bile şüphe etmeniz için bir neden yok. Oysa filmin kendi öyküsü işleri biraz karıştırıp katmanlandırıyor: Benim Varoş Hikâyem, doğumundan önce popüler olmuş bir film. Neredeyse kendi yolunu açmış, yönetmenini bile kendi yapımı için zorlamış denebilir. Kendisi de Ceyhanlı olan Yunus Ozan Korkut’un yapım sürecine dair anlattıkları da filmin anlam dünyasını genişletip güçlendiriyor.
Benim Varoş Hikâyem’im kişisel bir yanı da olduğu için isterseniz sizi biraz tanıyarak başlayalım.
Ceyhanlıyım ben. On yedi-on sekiz yaşından beri film yapmak istiyordum. Babam çok film izlerdi. Ben de sanatla ilgileniyordum kendimce, radyo programı yapıyordum. Ama Ceyhan’da sinema salonu yoktu, kitapçı bile yoktu. Sadece televizyonda Baba (The Godfather, 1972), Cesuryürek (Braveheart, 1995) gibi daha anaakım işleri izleyebiliyordum. Evlatlık (Beshkempir, 1998) diye bir Kırgız filmi beni çok etkilemişti. Paramparça Aşklar Köpekler’i (Amores Perros, 2000) izlemiştim bir de. Ben de film yapmak istiyorum diye o zaman düşündüm. Sonra Ankara’ya üniversiteye gittim. Okul yıllarında günde beş-altı tane film izledim ve sürekli kitap okudum. Ziraat mühendisliği okudum ama sinema yapmaktan başka hiçbir şey istemiyordum. Başka bir şeyden de anlamıyorum açıkçası, hobim bile yoktu. Bir gün bir kamera aldık ev arkadaşımla beraber, kısa filmler çekmeye başladık. Sonra bir prodüksiyon şirketinde jimmy jib asistanlığı yaptım, bir televizyon kanalında çalıştım, reji asistanlığı yaptım, yönetmenlik yaptım. Sonunda bir prodüksiyon şirketine gidip, ben film yapacağım dedim. Onların işi yoktu o ara, anlaştık. Kamerayı alıp Adana’ya gittim.
Bu filmi çekme niyetiyle mi?
Hayır, aslında bu filmden üç yıl önce bir senaryo yazmıştım, ‘Günbatımından Ayrılıklar’ diye. Onu da şimdi çekeceğiz. O senaryoda benim Adana’daki arkadaşlarımın gerçek hayatlarından yola çıkan kurmaca bir hikâye olacaktı. Ön hazırlık için Adana’da bu arkadaşlarımla çekim yapmaya gittim. Onlara roller vermeye başladım, oyunculuk yaptırdım biraz. O çektiklerimi Antalya Film Festivali’ne yolladım. Orada sadece dokuz kişi izledi ama film haber oldu. Şu andaki filmin sadece yüzde onu vardı aslında Antalya’da gösterdiğim görüntülerde.
Hangi bağlamda gösterildi orada?
Belgesel özel gösterimi. Ben o gösterimden sonra biraz gaza geldim, üç defa daha gittim Adana’ya çekime. Ondan sonra Benim Varoş Hikâyem oldu. Aslında ‘Benim Varoş Hikâyem’ ismini de ben koymadım. Filmin Berlin’de market gösterimi yapılacaktı ve acilen bir fragmana ihtiyacımız vardı. İki saat içinde bir fragman yapıp internete koyduk. Aradan bir ay geçti, bir baktım bizim fragman patlamış, sosyal medyada yayılmış. Tabii yayılması iyi bir şey ama bir yandan da çok kötü bir geri dönüşü oldu bize. Çünkü Ceyhan’dakiler benim zengin olduğumu düşündüler. Arkadaşlarımın bir kısmı filmden çekildi. Bir tanesi benden üç milyon dolar para istedi. Bir süre onlarla uğraştık. Filmin İngilizce adı ‘My Suburban Stories’di. New York’ta mesela, biraz daha şehrin dışında oturup şehre çok bulaşmayan üst sınıftan insanların yaşadığı yerdir ya suburb, ben o anlamda kinayeli bir şey yapmak istemiştim aslında suburban kelimesini kullanırken. Ama bir gazetede haber çıkmış, filmin adını Türkçeye ‘Benim Varoş Hikâyem’ diye çevirmişler. Sonra bu isim filmin üstüne yapıştı kaldı, biz de değiştirmedik.
Ceyhan’daki çekim süreci nasıl geçti?
Filmi tek başıma çektim. Sesi, ışığı, her şeyi tek başıma yaptım. Bir tek müziği Bijen Rahim yaptı ama sahada
tek başımaydım ve inanılmaz düşük bir bütçem vardı. Maaşımın dörtte biri kadar bir parayla çektim ben filmi.
İlk başta ‘Günbatımından Ayrılıklar’da oynatmak istediğim insanları çektim. Bunlardan biri Hamit, biri Benim Varoş Hikâyem’de Devran olarak geçen Gökhan. Gökhan mümessil bir yerde. Jilet gibi takım elbisesiyle varoşta dolaşan bir adam fikri benim çok hoşuma gitmişti. Ondan sonra onu yönlendirmeye başladım, “Şöyle konuş, böyle biri yapalım seni” diye.
Sonuç olarak bu bir belgesel değil mi o zaman?
Adana’ya kurmaca film projesi için malzeme toplamaya gittiğinizden bahsettiniz az önce ama bunu biraz daha açar mısınız?
Şöyle anlatayım, ben yıllardır prodüksiyon yapıyorum, ukalalık yapmak istemem ama sinemayla ilgili çok şey biliyorum. Parlak bir iş yapmam gerekiyordu. O koşullarda, o ekipmanla, kurmaca bir film yapamayacaktım. Dedim ki, bu hikâyenin ‘gerçek’ olması gerekiyor. Onun için de
bu adamların röportaj yapıyor gibi olmaları gerekiyordu. Buradan yola çıktım aslında. Filmin biçiminin de, eksikliklerinin de sebebi bu.
Yani filmdeki insanlar kendilerini anlatmıyorlar, belli bir role mi bürünüyorlar?
Bazıları. Ama bunları ayıramazsınız. Adamın oynayıp oynamadığını bazen ben bile bilemiyorum. Gerçeklikle ilgili tanımlanamayan bir durum var bu hikâyede. Ama benim çok da umurumda değil gerçek olup olmadığı. Sadece inandırıcılıkla ilgileniyorum ve bu filmin, bu karakterlerin inandırıcı olduğunu düşünüyorum. Filmdekilerin bazılarına dizi teklifleri geldi. Bence çok yetenekli çocuklar.
Peki diyaloglar? Karakterlerin anlattıkları hikâyeler, anlatma biçimleri düşünülünce, çoğu önden yazılıp verilebilecek şeyler gibi görünmüyor.
Şöyle yapıyorduk; mesela Rokko’nun çetesini çekerken bir ay önce çocuklarla konuşmaya başladım. Şöyle adamlar olacaksınız, zenginden alıp fakire veriyor olacaksınız, üstünüzü çıkaracaksınız çekimlerde… Ama kendi cümleleriyle konuşmaları gerekiyordu. Önden alıştırmalar yaptık. Biraz gerçekliği de var çünkü hikâyelerin. “Sen böyle olsan ne yapardın?” sorusunu da kullandık. Kendilerinden, kendi hayatlarından bahsettikleri de oldu. Ama mesela tas tıraşı olayı var ya, onlara para verdik, tas tıraşı oldular. Filmdeki her şey gerçeklikten besleniyor. O adamların çoğu benim mahalleden arkadaşlarım. Çıkış noktam da biraz bu; benim arkadaşlarımın birçoğu ya vuruldu, ya hapse girdi, ya da terk etti oraları. Aslında bu film onların anılarına yapılmış bir şey. Mesela Çulluk Yusuf karakteri çok sevdiğim İsmet diye bir abimin pastişidir aslında, anlattığı bazı hikâyeler bizim İsmet abinin hikâyeleri.
Profesyonel olmayan aktörlere kısmen kendi hayatlarından da beslenen doğaçlama rol yaptırıyorsunuz yani.
Evet. Bu arada sonuç o kadar gerçekçi oldu ki, bakanlığı “bu adamlar rol yapıyor, gerçekte böyle değiller” diye ikna etmek zorunda kaldık. Çünkü elinde silahlı neşter çetesi var. O çetedeki çocuk mesela, benim asistanım aslında, yani arkadaşım. Biraz eğittim, ses falan aldık onunla beraber. Hiç öyle çeteyle falan işi olmayan, işinde gücünde bir insan. Ama fark edemezsiniz rol yaptığını çünkü adam Ceyhanlı. Onun da bildiği hikâyeler bunlar.
Tüm bu karakterlerle tanışmak çok ilginç, çok eğlenceli. Ama bir yandan da “Aa, ne garipler” diye seyretmek sorunlu olabilir, bu karakterleri o şekilde sunmanın beraberinde getirdiği etik tartışmalar da var.
Ona çok dikkat ettik. Karakterleri küçük duruma düşürebilecek hikâyeler çok vardı. Gülünmesine, dalga geçilmesine neden olabilecek şeyler… Bunu engellemeye çalıştık. İnsanlar filmi izlerken gülecekler ama karakterleri küçümsemeden, diye tahmin ediyorum.
Biraz da kurgu sürecinden bahsedelim. Önce çekimleri yapıp senaryoyu eldeki malzemeye göre kurgu sırasında mı çıkardınız?
Evet. Ama eldeki malzeme de çok değildi. Büyük rol yapan karakterler vardı, onların hepsini attık. Hikâyenin kurgusunda Özcan Vardar’ın çok etkisi var. Benim kafamda paramparça olan hikâyeyi biz Özcan’la beraber toparladık. En çok sevdiklerimi Özcan atmak istedi, attı da. Kavga ettik. Ama haklıydı da bir yandan. Çünkü filmin dokusunda, rol yaptığı anlaşılan herhangi birine yer yoktu. Bir de sonradan kendisi vazgeçenler oldu. Filmdeki en iyi karakteri çıkarmak zorunda kaldık.
Filmi görüp mü vazgeçti?
“Ben ünlü oldum, bana para vermen lazım” dedi. Filmin yüzde ellisini istedi. Tabii ki onun öyle düşünmesini de anlıyorum ama sonunda çıkardık onu. Bu sefer de hikâyeyi toparlamak zor oldu. Çünkü film onunla başlayıp, onunla bitiyordu. Hattâ dış ses de o yüzden var filmde, hikâyeyi toplayabilmek için.
Biz de onu soracaktık. Yönetmenin kendi hikâyesini anlattığı birinci tekil şahıs belgesellerin yapısını kullanmaya müsait bir film tabii. Ama sadece başta ve sonda ve çok kısa bir şekilde kullanıldığı için tam öyle bir yere de gitmiyor.
Ben dış sesten çok hoşlanmam açıkçası, Woody Allen yapmadığı sürece. Ama dediğim gibi, böyle bir şeye ihtiyaç duyduk. Daha fazla da kullanamadık anlatıcı sesi. Onu planlayarak çekmediğim için benim konuşmalarımı, anlattıklarımı görsel olarak destekleyecek materyal yoktu. Kurgu süreci zor oldu o açıdan. Zaten çekimleri bitirdiğimde cebimde hiç para yoktu. Bağış Erten’le görüştüm, sonra Emin Alper’le tanıştım. Bağış Abi ve onun arkadaşı Halil Ünlüeser ortak yapımcıları oldular filmin. Emin Abi de dedi ki, ben sana bir kurgucu bulayım, bu filmi halledelim. Özcan Vardar’la da öyle bir araya geldik. Üzülerek söylüyorum, Adana’dan hiç destek almadım. Herkes “hırsızların, gaspçıların filmini mi yaptınız” gibi şeyler dedi. Sen gidip kentli kafasıyla o adamları değerlendiremezsin, oradaki dinamikleri bilmiyorsun. Tarım politikaları değiştirilmiş, inşaata yönelinmiş, bütün gençler işsiz. Ne yapacak adam?
Kullanılmaz durumdaki koca fabrikayla birlikte bu toplumsal bağlam az da olsa giriyor filme.
Evet, onu yapmaya çalıştık. Ve uyuşturucu çok fazla kullanılıyor. Ama bu konuya nedenleriyle birlikte bakılmalı. Bu adam neden uyuşturucu kullanıyor, bu çocuklar neden buradalar, hep mi onlar suçlu, hiç mi bizim payımız yok?
Ama yine de toplumsal bağlama çok işaret etmiyor film.
Didaktik bir film yapmak istemedim. Bu bir eğitim
filmi ya da ‘bakın burada neler var’ hikâyesi değil. Ben arkadaşlarımı anlatmak istedim, onların hikâyelerinin anlatılmaya ihtiyacı vardı çünkü. Bir de, yapmak istediğim filmi yapabilmek için bu filme ihtiyacım vardı. Kim sallar beni, sinemaya hevesliyim falan diye… Bir şey göstermen gerekiyor ikna etmek için. Ben de bunu gösterdim.
Film yapmayı çok genç yaşlardan beri istediğinizi söylediniz. O yaşlardayken de kendi çevrenizdeki bu hikâyelerin sinema açısından kıymetini biliyor, seziyor muydunuz?
Hayır, bilmiyordum. Çünkü oradayken o hikâyeyi anlamanız imkânsız. Bunun için bir kentli bakışına ihtiyacım vardı. Bu biraz çirkin de bir bakış aslında, oportünist de bir tarafı var. O zamanlar arthouse filmler yapmak istiyordum. Sonra bu tür kısa filmler yaptım ve benlik değilmiş, onu gördüm. Yirmi beş yaşlarımda dedim ki, benim bir hikâyem var aslında. Herkesin iyi bildiği hikâyeyi anlatması lazım.
Çok ses getiren Sıfır Bir (2016 – ) dizisi de aklımıza geldi filmi izlerken.
Ben Sıfır Bir’den önce çekmeye başladım bunu. Hattâ benim filmin ilk adı ‘Sıfır Bir: Suburban Stories’di. Sonra bir baktım Sıfır Bir diye dizi çıktı. Filmin adını o yüzden değiştirdik. Hattâ afişimiz bile hazırdı. Sıfır Bir’i seviyorum ve destekliyorum. Ama teknik ve biçimsel açıdan sevmiyorum. Yine de o prodüksiyon şartları içinde çok cesur ve değerli bir iş.
Benim Varoş Hikâyem gibi otantik bir his veren, gücünü oradan alan bir dizi o da.
İyi keşfettiler onu; Adanalı olma hâlleri, o dar sokaklar falan. İzleyiciler artık ulusal kanallarda çıkan dizilerin gerçekliğini sorgulamaya başladı. Bence hikâyeleri mekânlarla beraber değerlendirmemiz lazım. Benim filmde yapmaya çalıştığım da buydu. İnsanları o mekândan çıkarttığın zaman, İstanbul’a koyduğun zaman çok mafyöz işler çıkıyor ortaya. Bizim film için de “Sıfır Bir’e mi özeniyorsunuz?” dediler ama öyle bir şey yok. “Tanrı Kent’e (Cidade de Deus, 2002) mi özendiniz?” de dendi, çok severim ama hiç aklıma gelmedi. Bir tek renk paleti konusunda Paramparça Aşklar Köpekler’i doğrudan örnek aldık.
Karakterlerin isimlerinin yazıldığı fontun kullanımının esinlendiği bir yer var mı?
İlk baştan beri ben o beyaz ve büyük fontu istedim. Çünkü o adamların hepsi benim için büyük adamlar.