Fleabag’i Affedebilecek misiniz?
Yirmişer dakikalık altı bölümden oluşan İngiliz komedisinin hercai ve serseri başkarakteri Fleabag’i sevmemek mümkün mü?
Bu yazı Altyazı’nın 174. sayısında yayımlanmıştır.
İyi para kazanan, düşünmeden harcayan, alkol, seks ve uyuşturucuyla gününü gün eden orta yaşlarında iki bekâr kadının maceralarını anlatan 90’lı yılların kült BBC sitcom’u Absolutely Fabulous, TV tarihinde yepyeni bir damar açmıştı. Dünya çapında bir fenomene dönüşen Sex and the City ve onun antitezi olarak görebileceğimiz Girls gibi dizilerden önce, ekonomik özgürlüğünü eline almış, cinselliğini istediği gibi yaşayan (ya da yaşamaya çalışan) iki kadın karakteri TV izleyicilerine armağan etmişti. BBC ve Amazon’un ortaklığıyla çekilen ve yirmişer dakikalık altı bölümden oluşan Fleabag’i, Absolutely Fabulous ile açılıp Sex and the City, Girls ve Broad City ile devam eden bu damarın takipçisi olarak görmek mümkün.
Bu dizilerin komedi türü içinde bir alt tür oluşturduğu bile söylenebilir. Her biri farklı sınıftan ve farklı kuşaklardan kadınların hikâyelerine odaklansa da, bu dizilerde kadınlar cinselliklerini özgürce yaşıyor, müstehcen ya “ahlaksız” olarak nitelendirilen her şey tüm çıplaklığıyla ve sıradanlığıyla karşımıza çıkıyor. Kadın bedenine ve kadın cinselliğine dair konuşulmayan, saklanmaya çalışılan, ayıplanan her şey apaçık ortaya konuyor.
Türkçe anlamı ‘pislik’, ‘adi’ anlamına gelen ve dizideki karakteri tasvir eden bir sıfat olarak kullanılan ‘fleabag’, yukarıda bahsedilen öncüllerinin izinden giden fakat onlardan daha müstehcen ve daha “ahlaksız” anlatısıyla kendini benzerlerinden ayrıştıran bir kadın portresi. Kısa zaman önce en yakın arkadaşı, ortağı ve yoldaşı Boo’yu kaybeden, sahibi olduğu kafe iflasın eşiğindeki Fleabag, hırslı, güzel ve çok para kazanan ablasıyla anlaşamayan, üvey annesi ve babasıyla sürekli didişen, kendisine sırılsıklam âşık olan erkek arkadaşını “kullanan”, tek gecelik ilişkilerle onu sürekli aldatan ve ufak hırsızlıklar yapan biri. Böyle özelliklere sahip bir karakterin öyküsü kulağa ilk başta pek de çekici gelmeyebilir. Fakat dizinin başrolünde yer alan ve senaryoya da imza atan Phoebe Waller-Bridge, öyle bir anlatı yaratıyor ki Fleabag’e büyük bir şefkat duymamıza neden oluyor. Hızla en dibe doğru yol alan Fleabag’in boşvermişliği, bencillikleri ve arızaları mizahi öğeler olarak kullanılsa da, karakterin içinde bulunduğu ruh hâli diziye karanlık ve trajik bir boyut da katıyor. Nihayetinde de bir depresyon hikâyesine dönüşüyor Fleabag. Yaşadığı büyük travmayı hem çevresindekilerden hem de seyirciden saklayan Fleabag’in neden kendini yıkmaya çalıştığı ancak dizinin sonunda ortaya çıkıyor.
Bir seks bağımlısı olduğunu söyleyen Fleabag’in yaşadığı tek gecelik ilişkiler kendinden kaçmak için bulduğu yöntemlerden sadece biri. Derin bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu içinde debelenen Fleabag gündelik dertlerinden uzaklaşmak için herkesle flörtleşiyor. Hattâ bunu bir köpekle flörtleşmeye kadar vardırıyor. Yaşadığı cinsel deneyimleri en ince ayrıntısına kadar bizimle paylaşan Fleabag, kadın cinselliğine dair önyargıları da yıkmaya çalışıyor. Fleabag, ona nazik davranan ve onunla romantik bir şekilde sevişen erkek arkadaşıyla yaptığı seksten zevk almıyor. Onunla sevişirken, yattığı diğer erkeklerle ilgili deneyimlerini bizimle paylaşıyor. Erkeklerin cinsel objeye dönüştüğü Fleabag’de onları istediği gibi kullanan ve onlarla sadece cinsellik üzerinden ilişki kuran bir kadın karakter var. Ölen arkadaşı Boo ile derin bir duygusal bağ geliştiren ve aslında hayatını onunla paylaşan Fleabag tek gecelik ilişki yaşadığı ve kendi yakışıklılığına hayran bir adamla yakınlaşmaya çalışıyor gibi görünse de, aslında onu üvey annesini kıskandırmak için kullanıyor. Hayatını tekrar düzene sokmak için ideal bir erkek bulmayı bekleyen, içindeki duygusal boşluğu aşk arayarak doldurmaya çalışan yalnız bir kadın değil Fleabag. Onu tamamlayan bir erkeğin değil, bir kadının yokluğu yüzünden acı çeken ve bu yüzden öfkesini kendisinden ve çevresindeki herkesten çıkaran, kendinden nefret ettiği için kimseden ilgi beklemeyen ama büyük bir şefkat açlığı içinde bir karakter.
Fleabag, çevresinde bulamadığı ya da aramadığı şefkati öykü dünyasının dışında arıyor denebilir.Dördüncü duvarı sürekli kırarak seyirciyle konuşan Fleabag, bizimle en mahrem duygularını ve düşüncelerini paylaşıyor. Artık birçok filmde ve dizide kullanılan bu yönteminin kendi konvansiyonunu oluşturduğu ve pek de heyecan vermediği düşünülebilir. Fakat Fleabag’deki bu sahneler seyirciyi yabancılaştırmanın çok ötesinde bir işlev kazanıyor. Sahne devam ederken bir anda seyirciye dönüp konuşan, karşısındaki kişi konuşurken göstermediği duygularını mimikleriyle seyirciye aktaran Fleabag, kimi zaman da karakterlerin cümlelerini bize dönerek tamamlıyor ya da bir anlatıcı gibi sahnenin içinde olan bitenleri kendi perspektifinden tasvir ediyor. Seyirciyle yoğun bir etkileşim içinde olan bir karakter Fleabag. Bunun nedenlerinden biri ise dizinin yine Phoebe Waller- Bridge tarafından sahneye konan tek kişilik bir oyundan uyarlanmış olması. Tek kişilik oyunda seyirciye hikâyesini anlatan Fleabag, tiyatrodaki Brechtyen etkiyi TV uyarlamasında kameraya konuşarak yaratıyor.
Konvansiyonel anlatımda oyuncuların kameranın varlığından habersizmiş gibi rol yapması, seyircinin perdeye/ekrana yansıyan hayatları gözetler konuma gelmesine neden olur. Fleabag’de dördüncü duvarın kırılmasıyla, izleyici karakterle beraber etrafındaki kişilerin hayatlarını röntgenler hâle geliyor ve bizi suç ortağı hâline getiriyor. Fakat bu davetkâr üslubun aslında karakterin iç dünyasını bizden saklamak için de varolduğunu çok sonra anlıyoruz. Öykünün sonunda büyük sırrı ortaya çıktıktan sonra kaçacak bir yer arıyor Fleabag ve karşısına kamera çıkıyor. Kamera (izleyici) geçmesine izin vermiyor. Fleabag kafasını başka yere çevirmek zorunda kalıyor. Bizim önyargılı bakışlarımızdan kaçmak istiyor. Yaptığı hatanın utancıyla, yaşadığı suçluluk duygusuyla baş edemediğini, kendisine olan öfkesi yüzünden hayatını mahvettiğini o anda anlıyoruz.
Öykünün sonuna gelene kadar Fleabag’den nefret etmediyseniz, şimdi bir daha düşünün diyor âdeta Phoebe Waller-Bridge. Fleabag’in öykünün sonuna kadar yaptığı çeşitli “ahlaksızlık”lar keyfinizi bozmadıysa, bir de geçmişinde yaptığı büyük hatayı dinleyin diyor. Büyük yüzleşmesinin ardından Londra sokaklarında sabaha kadar ağlayarak yürüyen, ardından iflas eden kafesine gelip oturan Fleabag, geçmişiyle yüzleştikten sonra belki ilk defa hayatta ne yapacağını düşünmeye başlıyor. Tam o esnada, daha önce kredi başvurusunu reddeden banka görevlisiyle karşılaşıyor. İçini döken Fleabag’e yardım elini uzatan adamın ağzından onu rahatlatacak üç basit kelime dökülüyor: “Herkes hata yapar.” Bunu sadece Fleabag’e değil sanki izleyiciye de söylüyor banka görevlisi. Hâlâ Fleabag’e şefkat duyabilecek misiniz? Yaptığı hatayı affedebilecek misiniz? Hayatını çukura sürükleyerek kendini cezalandırmaya çalışan Fleabag’in ödediği kefareti kabul edebilecek misiniz?