Avrupa’da Yorgun Bir Hayalet: İki Gün ve Bir Gece
Dardenne Kardeşler tavizsiz adımlarla ve tekrara düşmeden günümüz işçi sınıfının sorunlarına eğilmeye devam ediyorlar. Başrolünde Marion Cotillard’ın yer aldığı İki Gün ve Bir Gece bir fabrika işçisinin işini geri kazanma mücadelesini konu alıyor.
Bu yazı, Altyazı’nın Aralık 2014 tarihli 145. sayısında yayımlanmıştır.
Bu yazı, filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
Dardenne Kardeşlere ilk Altın Palmiye’lerini kazandıran Rosetta (1999), hayattaki tek isteği düzenli bir işte çalışmak olan Rosetta’nın işten çıkarılmaya ayak diremesiyle açılır. Bu ayak direme metaforik değil, düpedüz bedenseldir. Patronu onu yaka paça dışarı atmaya çalışırken Rosetta kendini odalara kilitler, un çuvallarına sarılarak yerlere atar, mekânı fiziksel olarak terk etmemek için bir yerlere tutunur, yerlerde sürüklenir. Sanki fiziksel olarak orada tutunabilmeyi başarabilirse, işinden de atılmamış olacaktır. Ormanlık bir alan içindeki bir karavan parkında yaşayan Rosetta’nın tek arzusu sıradan bir işte çalıştığı, sıradan bir hayat sürmektir ve gerçekten de bunun için göze alamayacağı şey yoktur ama hayat buna kolay izin vermez, çünkü Rosetta merdivenin en alt basamağında hatta neredeyse dışındadır ve o merdivene tırmanmanın çalışmakla, çalışmak istemekle ya da daha çok çalışmakla doğrudan bir ilişkisi yoktur.
Rosetta, Dardenne Kardeşler sinemasında bedenselliğin en yoğun hissedildiği filmlerden biridir; Rosetta’nın var olma mücadelesi onun film boyunca bir ağırlığı olduğunu hissettirmeye çalıştığı bedeninde ve o yapayalnız, tekil bedenin temas ettiği, onu yaralayan (ve belki nihayetinde onu iyileştirme gücüne de sahip olan) diğer bedenlerle ilişkisinde görünür hale gelir. Film boyunca, “kişisel ahlak” denen şeyin ne mene bir şey olduğunu sorgularız; Rosetta hayatta kalabilmek için her şeyi yapar, gözü kendisinden başka kimseyi görmeden hırçın ve yırtıcı bir biçimde ilerler fakat sonlara doğru yorulur, artık böyle devam edemeyeceğini hisseder. Hayat tüm ağırlığıyla üzerine çöker fakat Rosetta’nın ölmek için dahi para ve çaba sarf etmesi gerekmektedir.
İki Gün ve Bir Gece’nin (Deux Jours, Une Nuit, 2014) Sandra’sını Rosetta’yı bıraktığımız yerden devralsak, Rosetta’nın işinden atılmamak için yerden inatla kaldırmadığı bedeninin yanına Sandra’nın uğruna mücadele etmek zorunda olduğu işi için yataktan bir türlü kaldıramadığı bedenini koysak, göreceğimiz resim daha da genişleyecek sanki.
Sandra, Rosetta’dan olsa olsa bir üst basamaktadır o merdivende, daha yukarıda değil. Sandra, sosyal konutlardan çıkıp kendilerine krediyle ev almış iki çocuklu bir ailenin annesi. Yani hem evin kredisi hem de çocuklarının geleceği için hayatının sonuna kadar çalışmak zorunda olduğu bir “toplumsal kontrata” imza atmış durumda. Yani Rosetta’nın dişini tırnağına takarak sahip olmak istediği o sıradan hayata Sandra sahip. Rosetta görmezden gelinen, kenara köşeye itilen, “nüfus fazlası” görülen bir “hiç”. Sandra ise hem bir anne hem de bir işçi olarak toplumun bir parçası haline gelmeyi “başarmış”; dahası kredi borcu sayesinde bankalar tarafından da varlığı ispatlanmış biri. Kısacası, Rosetta makinenin çarkları arasına girmeye çalışıyor, Sandra ise çarkın dişleri arasında ezilmekte.
Mavi ya da Beyaz
Sandra, geçirdiği psikolojik rahatsızlık yüzünden bir süre işinden izin almak zorunda kalmıştır. Sandra her sabah uyanıp yataktan kalkacak, mücadele edecek, hatta yaşamaya devam edecek gücü kendisinde bulamaz. Nefesini düzenlemekte zorlanır, ağlamasını durduramaz, “güçsüzlüğünü” gizleyemez, bir de üstüne tüm bunlardan, “güçsüzlüğünün görünürlüğünden” utanır. Tam kullandığı ilaçlar yardımıyla ayağa kalkıp işine geri dönmek üzereyken ise işten çıkarıldığını öğrenir ve aynı semptomlar vakit kaybetmeden su yüzüne çıkar.
“İşsizlik, yalnızca geçinme güçlüğü, borçlanma ve ‘yaşam standardı’nın düşmesi anlamına gelmez, aynı zamanda duygu dünyalarını ve kendilik algılarını etkiler ve dönüştürür. Ücretli çalışmanın ekonomik ve sosyal hakların bir bileşeni olarak tanımlandığı bir dünyada topluma katılmanın temel mekanizması çalışmaktır”1 diyor Aksu Bora, “işsizin duygu dünyası” konulu makalesinde. Makalede aktarılan vakalar her ne kadar beyaz yakalı çalışanlardan olsa da, tarif edilen duygular –kendini değersiz, başarısız hissetme, özsaygı kaybı, geri çekilme, görünmez olma arzusu, intihar fikri– İki Gün ve Bir Gece’nin Sandra’sının duygu dünyasıyla birebir örtüşüyor. Zaten, aynı kitaptan alıntılayacak olursak: “İşsizliğin yapısallaşması ve prekarizasyon, beyaz yakalıların mavi yakalılaştığı bir süreçtir”2 diyor Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan. Kısacası prekarizasyonun, yani güvencesiz ve esnek çalışmanın beyaz yakalıları da mavi yakalılaştırdığı gerçeğinden yola çıkarak, güneş paneli fabrikasında çalışan Sandra’nın ruh halini çok daha geniş kapsamlı bir ‘ücretli çalışan’ grubuna atfetmenin de mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Dardenne Kardeşlerin Marion Cotillard gibi yıldız bir isme oynatmakta beis görmedikleri Sandra karakteri sadece bir fabrika işçisi değil, rahatlıkla bir hizmet sektörü çalışanı, bir akademisyen, bir sağlık çalışanı, bir plaza çalışanı da olabilirdi. Sandra rahatlıkla herhangi birimiz olabilir; Sandra’nın ruh hali ise bugünün, bu zamanların ruh hali.
Arka Plan
Sandra’ya ve filmin hikâyesine dönmeden önce, İki Gün ve Bir Gece’nin neden bu zamanın ruhunu mükemmelen yansıtan bir film olduğunu açabilmek için sırtımızı teoriye biraz daha yaslayalım. Bora ve Erdoğan, yukarıda alıntıladığım kitapta, kapitalizmin içinde bulunduğumuz evresindeki çalışma koşullarını sarih bir biçimde özetliyorlar: “Üretim zincirinin halkalarının sadece fabrika mekânında değil global coğrafi mekânda fragmantasyonuna imkân sağlayan esnek üretim örgütlenmesi, istihdamın ve işçilerin üretim sürecindeki sosyalliğinin fragmantasyonunu beraberinde getirdi. Bu koşullarda sendikalar ve sosyal hak talepleri, hızla güç kaybına uğradı. Çalışma koşulları güvencesizleşti, geçici ve ‘eğreti’ istihdam süreçleri yaygınlaştı, çalışan yoksullar ve emeğin prekarizasyonu denen olgular ortaya çıktı. Çalışanların konumu, sadece büyüyen işsiz kitlesinin ‘tehdidi’ nedeniyle değil, emek rejiminin toplam dönüşümü sonucunda, yapısal olarak güvencesizleşti.”3
Buradan da hızla Richard Sennett’ın ‘yeni kapitalizmde işin kişilik üzerindeki etkileri’ni örnek vakalar üzerinden incelediği ‘Karakter Aşınması’ kitabına geçiş yapalım. Bora ve Erdoğan’ın bahsettiği esnek ve güvencesiz çalışmanın doğrudan insanın karakterini ve insan ilişkilerini nasıl aşındırdığını inceleyen Sennett şöyle diyor: “‘Bana kim ihtiyaç duyuyor?’ sorusu, modern kapitalizmde yoğun saldırı altında. Sistem insanlara kayıtsızlık aşılıyor. Bunu, örneğin ‘kazanan-hepsini-alır’ piyasalarında, risk ve ödül arasındaki ilişkiyi kopartıp, insanın çabasını nafile hale getirerek yapıyor. Organizasyonlarda karşılıklı ihtiyacı ortadan kaldırarak da güvensizlik aşılıyor. Ayrıca, kurumları yeniden tasarlayıp, bütün çalışanları her an vazgeçilebilecek bir duruma getirerek bunu yapıyor. Bu uygulamalar, insanın önemli ve başkalarına yararlı olduğu duygusunu apaçık ve vahşi bir biçimde baltalıyor.”4
Beni Seçin
Sandra’nın durumu, “her an vazgeçilebilir olma”nın bir adım ötesi, artık fiilen ihtiyaç duyulmayan biri hale getirilmiş olmasından kaynaklanıyor. Böylelikle ‘kendi’ imgesi de yok olmaya yüz tutuyor, kendisini bir ‘hiç’ addediyor. Daha vahimi, diğer işçilerle onların bin avroları arasındaki bir engel artık Sandra. Başkalarına yararlı olmak bir yana dursun, başkalarına zararlı olduğu hissettiriliyor Sandra’ya. Haliyle o da hiç var olmasa, tamamen geri çekilse bu yükten kurtulabileceğini düşünüyor. Fakat bu yükten kurtulmak demek, bu sefer iki çocuğu ve kocasını yeni evin kredi borcuyla baş başa bırakmak demek. Bu yüzden, beraber çalıştığı 16 kişiden ulaşabildiği kadarına tek tek “benim işim mi, yoksa senin bin avroluk primin mi” sorusunu sormak ve dahası onlara “beni seçin” demek zorunda (Bir televizyon şovu formatının toplumsal düzenin ta kendisi haline geldiği distopyaların gelecekte geçtiğine kim inanır?).
Sandra’nın yokluğunda, işverenlerin ve ustabaşının, işçilerin bir kişi eksilse de fazla mesaiyle aynı işi yapabildiklerini keşfetmeleri, Sandra’nın hiçbir özlük hakkının bulunmaması ve işverenin Sandra’yı işten atma sorumluluğunu dahi üzerine almayarak bunu işçilerin vicdanıyla ilgili bir mesele haline dönüştürmeyi başarmış olması İki Gün ve Bir Gece’nin ana eksenini oluşturuyor. Dahası, Sandra yapılan ilk oylamada işçilerin 16’sından 14’ünün onun gitmesi yönünde oy kullandığını bilerek bu yolculuğa çıkmak zorunda; yani ‘istenmediği’, ‘ona ihtiyaç olmadığı’ baştan yüzüne söylenmiş durumda. Ustabaşının, eğer Sandra işe geri alınırsa onun yerine bir başkasının işten atılacağı yönündeki tehdidi de cabası. Sandra böyle bir ruhsal çöküntü içinde, adeta tüm prekaryanın yükünü omuzlarında taşıyarak (bu noktada Marion Cotillard’ın beden diline şapka çıkarmak gerekiyor) tek tek işçilerle yüzleşmek zorunda kalıyor. Dardenne Kardeşler bir gerilim filmi gibi, her kapı çalınışında karşımıza ne çıkacağını yüreğimiz ağzımızda beklediğimiz, nefes kesen bir takip sunuyorlar. Sandra ile birlikte bizim de nefes alıp verişlerimizi düzensizleştirmeyi başarıyorlar.
Sandra bir tür birlikteliğin ya da bir ‘biz’ hissi oluşturmanın mümkün olmadığı, dolayısıyla da ‘dayanışma’nın neredeyse imkânsız göründüğü koşullarda çalıştığı iş arkadaşlarıyla belki de ilk kez gerçek bir diyaloğa girerken biz de her birinin hayatına bir göz atıp çıkıyoruz. Her biri farklı bir duygusal tepkiyle karşımıza çıkan iş arkadaşlarının Sandra’ya yönelik tavırlarındaki çeşitlilik kadar hayatlarındaki aynılık da gözümüze çarpıyor. Haftasonları yapılan ek işler, ödenmesi gereken krediler, borçlar, yeni evlerin ve çocukların masrafları. Verilen tepkilerdeki çeşitlilik bir yana çalınan kapının ardındaki insan göçmen olsun ya da olmasın, karşımıza hep aynı hikâye çıkıyor. İki Gün ve Bir Gece Sandra’nın değil, kendileriyle bir benzerleri arasında yaratılmış, sahte bir seçim yapmak zorunda bırakılan, böylece de ‘tek’ ve ‘aynı’ olduklarını unutmuş bir sınıfın, parçalanmış bir bütünün hikâyesi. Çünkü, eninde sonunda hepsi birden kaybediyor.
Hatırlatma
Buradan bakıldığında Sandra’nın yolculuğunu da bir hatırlama yolculuğu olarak düşünebiliriz. Sandra düşe kalka devam ettiği bu yolculuğun sonunda ne kazanıyor? Zaten onun olanı başkalarından istemek zorunda bırakılan, kapı kapı, art arda kaç defa zaten onun olanı başkalarından çalıyormuş ya da dileniyormuş gibi hissederek paramparça olan Sandra, bu yolculuğun sonunda işini geri kazanmış olmuyor. Fakat daha “büyülü” bir şey oluyor; filmin son sahnesinde yüzündeki ifade değişen, omzundaki yükün bir kısmı adeta birdenbire ortadan kalkmış olan Sandra, yaşama gücünü ve arzusunu geri kazanıyor. Sandra’nın kazanımı yürüttüğü mücadele sonucunda 14 karşı oyu 8’e düşürmüş olması değil. Kimsenin ihtiyaç duymadığı bir ‘hiç’ olma duygusundan kurtulabilmiş olması. Bir tür örgütleme ve mücadele deneyimi sırasında kendini dönüştürebilmiş olması. İşverenler dönüp dolaşıp ona bir başkasının işi pahasına kendi işini geri verebileceklerini söylediğinde, bu teklifi geri çevirebilecek gücü kendisinde bulabilmesinde. Bu daha ahlaklı ya da daha vicdanlı bir davranış olacağı için değil asla; başka türlüsü imkânsız olduğu için.
Kendi başına gelenin iki gün bir gece sonra bir başkasının başına geldiği o an, artık bu sahte ikilikten (ben mi bir başka işçi mi?) kurtulabildiği ve böyle devam etmenin imkânsızlığını tüm açıklığı ve netliğiyle kavrayabildiği için. Kendisi ya da bir başkası için değil, kendisi de dahil herkes için mücadele etmenin iyileştirici etkisini hissettiği için. Yol üzerinde yüz yüze baktığı, sarıldığı, beraber ağladığı, yoldaş olduğu insanlarla beraber, uzaklarda bir ufuk gördüğü için belki de. Rosetta için umut onu yerden kaldırabilecek birindeydi sadece; Sandra ise koskoca ‘kolektif bir özne’nin hayaletiyle tanışıyor.
NOTLAR
1 Aksu Bora, “Çalışmakla Var Olacağım Gibi…,” Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, haz., Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011), 117.
2 Tanıl Bora ve Necmi Erdoğan, “Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin Mahcup Yoksulları,” Boşuna mı Okuduk? Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, haz., Tanıl Bora, Aksu Bora, Necmi Erdoğan, İlknur Üstün, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2011), 26.
3 Bora ve Erdoğan, “Cüppenin, Kılıcın ve Kalemin,” 16.
Yazının kendisinde bulunan dipnotta prekarizasyon kelimesinin kökü olan précaire, precarious, prekär şöyle tanımlanıyor: “Müşkül, güvensiz, istikrarsız, tehlikede olan, yarını belirsiz, iptal edilebilir.”
4 Richard Sennett, Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri, çev., Barış Yıldırım (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010), 154.
ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi gördü. 2004’ten itibaren yazılarıyla katkıda bulunduğu ve 2006-2017 arasında editör olarak çalıştığı Altyazı Aylık Sinema Dergisi’ndeki yayın kurulu üyeliğini sürdürmekte. Altyazı Sinema Derneği’nin kurucu üyelerinden olan Aytaç, İstanbul ve Berlin'de sinema yazarlığı, küratörlük ve editörlük yapmaya devam ediyor.