Benedetta: Gör de İnanma
Tüm kariyeri boyunca tartışma yaratan yapımlara imza atan Paul Verhoeven yeni filminde, küçüklüğünden itibaren irili ufaklı mucizeler yaratabildiğine inanılan ve zamanla azize mertebesine yükselen bir kadının öyküsünü anlatıyor. Benedetta inanç, iktidar ve arzu gibi kavramlara odaklanırken izleyicinin her şeyden şüphe etmesini isteyen oyunbaz bir film.
Gözlerimizle görmek ile göremediklerimize dair bir şekilde içimizde beslediğimiz inanma dürtüsü arasındaki sihirli ikilem, hem teknik yönleriyle hem de nihai deneyimi ele alındığında sık sık sinemayla ilişkilendirilebilecek bir konu. Bizzat şahit olunan ya da kulaktan kulağa anlatılan olayların sahiciliğinin sorgusu için de her daim uygun bir zemin beyazperde. Sinema tarihi içinde kendi yolunu çizmiş en müstesna yönetmenlerden Paul Verhoeven’ın yeni filmi Benedetta (2021) da tam olarak bu sorgulama oyununun içinde reveransını gerçekleştiriyor. 17. yüzyılda İtalya’nın Toskana bölgesinde yaşamış Benedetta Carlini’nin, çoğunluğu yazılı kaynaklar aracılığıyla günümüze ulaşmış hayat hikâyesinden uyarlanan film, dönemin kaotik atmosferi içinde bir inanç, düzenbazlık ya da özünde sadece bir hayatta kalma öyküsü anlatıyor. Cannes Film Festivali’nin yarışma bölümünde prömiyerini yaptığından bu yana yılın en ilgi toplayan filmlerinden biri hâline gelen Benedetta, seyircisini müphem kahramanın peşinde koşturan eğlenceli bir şüphe oyunu.
Eğer odak noktamızda şüphe yer alıyorsa, kuşkusuz ki oyunun bir manastırda oynanması da filme kendiliğinden bir derinlik bahşediyor. Hâli vakti yerinde ebeveyni tarafından temel bir eğitim verilmiş küçük yaştaki Benedetta’nın, dönemin koşulları altında kendisi için en uygun görülen gelecek planı doğrultusunda manastıra verilmesiyle başlıyor film. Manastır yolunda gerçekleşen minik çaplı bir mucize, izleyeceklerimize karşı tetikte kalmamız için daha en baştan bir işaret veriyor. Dini bütün bir ailenin küçük kızı Benedetta’yı her fırsatta Tanrı’ya, Meryem Ana’ya ve kutsal İsa’ya dua ederken, saflığından şüphe duyulmayacak bir inanç içinde görüyoruz. Ancak Verhoeven’ın burada aldığı pozisyon henüz manastıra atılan ilk adımda etraftaki melekleri savuşturuyor. Benedetta’nın babası ile başrahibe Felicita arasında gerçekleşen sohbet aracılığıyla bizi kilisenin kutsal imajının ardındaki fazlasıyla dünyevi gerçeklere tanık ederek daha ilk solukta niyetini açık ediyor. İzlediğimiz, masum bir azizenin ya da Tanrı’nın yolunu gösteren bir enstitünün hikâyesi olmayacak. Eylemin neredeyse her anlamını kapsayacak şekilde “inanmanın” üzerine giden ve çok da bir şey saklamamasına rağmen her şeyden şüphelenmemizi isteyen bir film Benedetta.
Tanrı’ya, Mucizelere ya da Verhoeven’a
Kariyeri boyunca inşa ettiği sinemanın kimliğini sık sık teşhirle ya da kadrajın içini doldurmayı tercih ettikleriyle zenginleştiren Verhoeven’ın, popüler anlatının dinamiklerini doğal bir albeniye dönüştürebilen sihirli değneği burada da işliyor. Hikâyesinin izlediği tüm bu ikircikli yolları bir süreliğine kenara bırakacak olursak Benedetta, kâğıt üstünde durduğu hâliyle provokatif bir rahibe filmi. Özellikle 1970’li yıllarda çokça örneği yapılan, nunsploitation adıyla anılan, merkezinde rahibe bir kahramanın yer aldığı istismar filmlerinin kalıbını taşıyor uzaktan bakıldığında. Çoğunlukla Katolik Kilisesi özelinde bastırılmış cinselliği ve münzevi yaşamın sınırlarını konu edinen bu olabildiğince spesifik alttürün sahip olduğu “hafif” ton, Benedetta’yı hem en beklenmedik ânında güldürebilen hem de her karesine dikkat kesilmeyi zorunlu kılan büyük prodüksiyonlu bir anaakım filmine dönüştürüyor. İstismar sineması dâhilinde gördüğümüz temsillerin yanı sıra sinema perdesine kazınmış efsanevi rahibe imajlarını da andırırken özünde hepsiyle benzer bir yola giriyor: Çocuk yaşta, o dönem çeyiz masraflarıyla kıyaslanınca daha ucuz kalan ve daha tasasız bir seçenek olarak İsa’nın eşi olma vaadiyle manastıra –deyim yerindeyse– satılmış bir kadının özgürlük arayışı. Ancak bu yolda Benedetta’nın benzerlerinden ayırt edici özelliği, içine hapsolduğu dünyanın kurallarını bütünüyle reddetmektense onlara oradaki herkesten çok daha büyük bir inançla sarılması.
Küçüklüğünden itibaren irili ufaklı mucizeler yaratabildiğine inanılan (belki de yaratan) Benedetta için bu dünyanın kurallarına göre oynamak hem daha eğlenceli hem de elinin daha kuvvetli olacağı bir ihtimal. Dört başı mamur bir manastır eğitimi alıp artık yirmili yaşlarına geldiğinde ise hayatını adadığı İsa’nın dünyasına dair sanrı nöbetleri başlıyor. Halüsinasyon, gündüz düşü ya da durugörü olup olmadığını bilmediğimiz bu nöbetler bir noktadan sonra Benedetta’nın bedeninde stigmata görülmesiyle azizeliğe giden yolun kapılarını da açıyor. Benedetta, bu gündüz düşlerinin yanında kâbuslar da görüyor. Ancak bu kâbuslar tam da Benedetta’nın görmek isteyeceği, hattâ kafasındaki kâbus tanımına tam oturan rüyalar. Tıpkı gördüğü güzel düşlerde olduğu gibi. Yani filmde, Benedetta’nın mucizelerine inanmak için olduğu kadar, her hareketinden şüphelenmek için de yeterli boşluklar mevcut. Eğer Verhoeven, filmini Benedetta’nın bir dolandırıcı mı yoksa bir azize mi olduğu sorusu üzerine kurmuş olsa, bu boşluklar, sendelemeden akan senaryo içinde seyirciyi sona dek taşıyan önemli bir etmen olarak rol alabilirdi. Öyle ki bu film, bittiği noktada dahi bununla ilgilenmeyip, onun yerine süregelmiş tipler ve kabullenilmiş doğrular (ve yanlışlar) arasından provokatif bir eğlence çıkararak en başta bahsini ettiğimiz amaca, inanmaya odaklanıyor.
Benedetta’nın Kalbi
Önce içinde bulunduğu topluluğa bağlı sosyal, fiziksel ve ahlaki sınırlarını, sonra da bedenini keşfediyor genç bir kadın olarak Benedetta. Başındaki otoriteye, onu geride bırakan ailesine ya da vebayla kasıp kavrulan topraklardaki kaderine karşı ne bir öfke ne de bir intikam duygusu besliyor. Girdiği yolda, bir azize olarak Tanrı’yı temsil ederken herkesi koşulsuz kucaklayan elçi rolünü oynamak için can atıyor. Tüm bunların sonunda elde ettiği ruhani ve hiyerarşik rütbeyle özgürlüğünü yaşadığı anda gerçekten de her şeyin bir palavra olduğundan şüpheleniyoruz istemsizce. Ancak yine de Benedetta’yı en yalnız kaldığı anlarda dahi inançsızken ya da kendini açık ederken göremiyoruz bir türlü. Sanki etrafındakilerin yanı sıra bize de tam mesai rol yapan bir dolandırıcıymış gibi görünen bu performans sebebiyle film, kahramanına güvenemediğimiz şüpheci bir anlatıya dönüşüyor. Emin olabildiğimiz tek şey, herkesin ona inanmasını istediği. Yalan söylememe ihtimalinde de, gerçekten bir düzenbaz olma ihtimalinde de Benedetta’nın tüm motivasyonu dünyadaki herkesin ona inanması. Tıpkı bir dinin ve müritlerinin bekleyeceği gibi. Verhoeven’ın inşa ettiği senaryo, bu noktada kahramanıyla özdeşleştirdiklerinin üzerinde temeline oturuyor ve Benedetta’yı sorguladığımız gibi onun etrafındaki dünyayı da sorgulamamızı bekliyor. Daha önce Diderot’nun ‘Rahibe’sinde, Godden’ın ‘Black Narcissus’unda ya da Ken Russell’ın Şeytanlar’ında (The Devils, 1971) şahit olduğumuz gibi.
Her ihtimaliyle Benedetta’nın içine düştüğü dünya da, çıktığı yol da kutsal olmaktan ziyade politik. İddialarının gerçek olması hâlinde dahi hayatını kontrol eden üstlerine karşı açtığı bir özgürlük ve hayatta kalma savaşı söz konusu olan. Dikizcilik ve teşhirle özdeşleşen bir sinema içinde hikâyenin kahramanının ve biz seyircilerin gördüğü rüyetler ise aslında bir başkaldırının aracı olmanın ötesinde anlam ifade etmiyorlar. Bu bağlamda filmin yapımcıları aksini düşünse de Benedetta’nın provoke ettikleri arasında bugün öfkelenecek, şoke olacak ya da hassasiyet gösterebilecek bir kitle olduğundan pek emin değilim. Verhoeven’ın ortaya koyduğu ofansif hicvin hedefinde belirli bir kurumun ya da Katolik Kilisesi’nin olduğunu iddia etmek kolaya kaçarak “zanlıyı” özelleştirmek olacaktır. Çünkü son sözde Benedetta, neye inanması gerektiğini söylemek dışında seyircisine perdede görmek istediği her şeyi veren, kendisine inanıldıkça güçlenen bir kahramanın hikâyesini, kendisine inanmaya bir an bile fırsat vermeden anlatan oyunbaz bir film.
1992'de İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Gazetecilik lisans eğitimi ve Radyo-Televizyon ve Sinema yüksek lisans eğitimi aldı. 2013 yılından beri çeşitli yayınlarda sinema yazıları yazıyor.