Şu An Okunan
İlgi Alanı: Müstakil Bir Morg

İlgi Alanı: Müstakil Bir Morg

Jonathan Glazer’ın Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü ve FIPRESCI Ödülü ile dönen filmi İlgi Alanı, kamp komutanı Rudolf Höss’ün Auschwitz’in bitişiğinde yaşadığı “huzurlu” aile hayatından bir kesit sunuyor. Martin Amis’in aynı adlı romanının serbest bir uyarlaması olan film, buz gibi gerçekliği ve etkileyici ses tasarımıyla daha önce izlediğimiz hiçbir Auschwitz filmine benzemiyor.

Nazi toplama kamplarına dair kolektif hafızaya işlemiş görüntülerin çoğu siyah-beyazdır. Sadece gözümüzün önüne gelen fotoğraflar ve belgeseller sebebiyle değil, birçoğu renkli olsa da geçmişin dokusuna tamamıyla teslim olmuş, zamanı 1940’lara sabitlemiş filmler sebebiyle de. Steven Spielberg’ün negatif bir denizyıldızı hikâyesinin kahramanı olarak kullandığı meşhur kırmızı paltolu küçük kızı bir kenara bırakırsak, renkli çekilseler dahi bu filmlere dair renkli bir imge hatırlamak çok zor. Çünkü tarihin karanlık bir dönemini anlatan tüm bu filmler, sadece ve sadece tarihin o karanlık dönemine ait oldukları fikrini üstlerinde bir madalya gibi taşırlar. Eskinin soluk ve yıpranmış renklerini kucaklar, bugünün keskin renkli dünyasıyla aralarına yüksek bir duvar örerler. Ta ki bahçeli, havuzlu, müstakil bir morgda geçiyormuş hissi bırakırken, kendinden önce gelenlerin tam tersine, izlediklerimizi daha bugün, az önce yaşanmış gibi portreleyen İlgi Alanı’na (The Zone of Interest, 2023) kadar. Bu filmi sadece Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla tanımlayamayız. Biri kötülüğün biyometrik fotoğrafını çekseydi, aşağı yukarı böyle bir şey çıkardı. 

İlgi Alanı, The Zone of Interest

Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss ve ailesinin kamp duvarlarının bitişiğinde pastoral bir hayat sürdüğü gerçeğine hemen inanmak çok zor. Bu öyle bir şey ki, ironiyi kuvvetlendirmek için uydurulan kurmaca bir detay olsaydı inandırıcılığa zarar verdiği için belki de rafa kaldırılırdı. Ama değil. Jonathan Glazer’ın elinde mantık sınırlarını zorlayan işte böyle bir malzeme ve seyircinin hayretle karışık dehşet duygusunu baştan sona diri tutacak, güçlü bir fikir var. Hiç görmeyip sadece uğultusunu işittiğimiz bir cehennemin ortasına bırakılmış, yapay bir “cennet bahçesi” fikri. Aslında yukarıda açıklandığı gibi bu fikrin orijinali Glazer’a ait değil. Bu, Rudolf-Hedwig Höss çiftinin “Alman rüyası”, yani Hitler’in büyük vaadi. İlgi Alanı’nın sesini kısarsanız, bir fabrikanın yanına konuşlanmış, güneşli bir banliyöde yaşayan Höss ailesinin günlük hayatını izlediğinizi düşünebilirsiniz. Anne mutfakta arkadaşlarını ağırlıyor, baba işe gidiyor, işten geliyor, hizmetliler dört bir yana koşturuyor. Köpekler mutlu, çocuklar mutlu, kuşlar, böcekler, çiçekler mutlu. Gözleri acıtacak kadar aydınlık, aile huzuru saçan imgeler peş peşe diziliyor. Kabul edilmiş güzelliklerin göze bu kadar soğuk ve çirkin göründüğü daha önce olmuş mudur acaba? (Filmde yakın plan görüntülenen kırmızı bir çiçek, bir anda kana batırılmış gibi ekranı kırmızıya boyuyor. Filmin belki de tek gereksiz sahnesi bu olabilir. Tüm sinema dili imalar ve küçük işaretler üzerine kuruluyken, güzelliğin arkasında saklanan dünyaya dair bu kadar net bir mesaj vermeye neden gerek olsun?) Filmi sesli izlerken zaten güzellikleri görmeme isteği öyle ağır basıyor ki, Glazer ne isteyeceğimizi bilirmiş gibi filmin açılışında bize uzun ve simsiyah bir açılış armağan ediyor. Bu açılış, gözlerimizi karanlığa, kulaklarımızı göreceklerimizin arka planında devam eden bir başka filme alıştırmak için. Yeri gelmişken ekleyelim: İlgi Alanı, En İyi Ses kategorisinde mutlaka Oscar almalı. Başka bir ihtimali kabul etmeyelim. 

İlgi Alanı, The Zone of Interest

Höss’ün çocuklarının bahçedeki kaydıraktan kayarken attıkları mutluluk çığlıkları, bebek zırıltıları, havuza girip çıkan küçük ayakların çıkardığı şıpırtılar, taze otlara basılırken duyulan hışırtılar ve yerlerinde duramayan köpeklerin kesik kesik nefes alıp verişlerinin arasında; arkada bir yerde hiç kesilmeyen bir gürültü var. Bir sanayi bölgesinde duyulacak türden yoğun bir makine gürültüsüne, silah sesleri, bağırışlar ve arada sırada çığlıklar karışıyor. Asla konuşmaları duyamayacağımız kadar baskın değil, ama hep orada bir yerde. Özellikle de geceleri, ortalık sessizleşince. Glazer, 24 saat bir ölüm makinesi gibi işleyen, evin bulunduğu konumdan tüten bacalarını gördüğümüz kampın duvarlarını hiç aşmıyor. Çoğunlukla ailenin evinde, bahçesinde, serasında, havuz kenarında ya da yakınlardaki gölün kıyısında geziniyor. Duvarların ardında yaşananları görmek için duvarların ardına geçmeye ihtiyacımız yok zaten. Ama duvarların güvenli tarafında olmak daha önce düşünmediğimiz bir şeyi düşündürtüyor: Bizim onları duyduğumuz gibi, onların da çocukların mutlu çığlıklarını duyma ihtimallerini.

Zaman Ayarlı Bir Düzmece

Tuhaftır, filmin uyarlandığı aynı adlı Martin Amis romanını okurken de kulaklarınız değil, burnunuz giriyor devreye. Glazer’ın kitaptaki aşk hikâyesini ve diğer yan hikâyeleri almadan, serbest bir şekilde uyarladığı romanda, Amis’in sarsıcı anlatımından kopup gelen, ağır bir koku var. Kamptan yükselen ceset, gaz ve is kokusu. Hikâye için bir detay belki, ama hep burnunuzun ucunda. Komutan kilometrelerce uzağa gitse de kokudan bir türlü kurtulamıyor. Filmle roman arasında kurulan en güçlü bağ, gözle görünenin zaman ayarlı bir bomba misali zaman ayarlı bir düzmeceden ibaret olması. Tıpkı filmdeki cennet bahçesi gibi. Trenler boşaltılırken insanlara sakin bir sesle giysilerini çıkarmalarını, duşlara yönelmelerini ve çıkışta her birini makul bir öğle yemeğinin beklediğini söyleyen subaylar için kampın selameti bu performansın ikna ediciliğine bağlı. Ancak günün birinde trenlerden inenler bu yalana inanmamaya başlıyor. Belki gittikçe ağırlaşan kokudan, belki beklenenden geç varan önceki trenin vaktinde temizlenemeyen kalıntılarından, belki de kitaptaki kurmaca komutanın aklından geçtiği gibi, gidenlerin bir daha dönmemesinden. Filmin dünyasındaysa kampa ve trenlere yer yok. Ama en son güvenmemiz gerekenin görme duyumuz olduğunu çok iyi biliyoruz.

Hedwig’in, büyük bir aşkla besleyip büyüttüğü biricik evinin pastoral gerçekliğine, tıpkı seyirci gibi ansızın konuk olan biri var: Annesi, Bayan Hensel. Bayan Hensel karakteri, ağzından çıkan birkaç cümle ile yakın geçmişle ansızın çok sarsıcı bir bağ kuruyor. Kamp duvarlarına bakıp “Belki Esther Silberman oradadır. Hani evini temizlediğim kadın. Perdeleri için sokaktaki mezata katılmıştım ama karşı komşusu kaptı. O perdeleri çok beğenirdim.” Hedwig’in annesine büyük bir gururla evini gezdirdiği ve bu konuşmanın geçtiği sahne, filmin en çarpıcı sahnelerinden biri. Geniş planda kampın durmaksızın tüten bacalarını görürken, çerçevenin ön kısmında evin sunduğu ayrıcalıklı imkânları dinliyoruz. Aynı zamanda bir sınıf atlama hikâyesi bu. O sahneye kadar Sandra Hüller’in beden diliyle ima ettiği ama asla altını kalın çizgilerle çizmediği bir ani yükselişin öyküsü. Sonradan görme, ürkütücü bir kıvanç patlaması. “Rudi (Rudolf) bana Auschwitz’in kraliçesi diyor” diyor gülerek. Hedwig’in gülüşünde çok tedirgin edici bir maniklik var. Bayan Hensel kızının kazanılmış unvanıyla gurur duyuyor ama gördüklerini bir kenara bırakıp evin zehirli havasını solumaya başlayınca seyircinin tarafına geçiyor. Seyirci de yapabilseydi, pılını pırtısını toplayıp Hedwig uyanmadan toz olurdu.

Gıcır Gıcır Bir Soğuk Gerçek

Filmin soğuk gerçeklik duygusunu canlı tutan en önemli şey, görüntü yönetmenliğinin yeniye olan bakış açısı. Filmin dijital dokusu, karakterlerin giysileri, evin iç ve dış mimarisi, çimenler, sandalyeler, oyuncaklar, yemek takımları, her şey yepyeni. Leke tutmaz, gıcır gıcır bir soğuk gerçek. Fazlasıyla alıştırıldığımız 1940’lar dokusuna taban tabana zıt bir evrendeyiz. Her şeyin çok eskiden değil daha bugün yaşandığını ve yarın da pekâlâ yaşanabileceğini hiçbir şey söylemeden anlatmanın en kısa yolu bu. Aynı zamanda Auschwitz’in etrafında kurulan bu dünyanın eskiye ait değil, aslında sadece birkaç yıllık olduğunu da hatırlamanın tam zamanı. Rudolf ve Hedwig’in kampın bitişiğinde elbette ayrıcalıklı ama sıradan hayatlar sürebildiği gerçeği, kötülüğü canavarlaştırmaktan özenle kaçınan yönetmenin en büyük dayanaklarından biri. Çocuklarına masal okuyan, onlarla balığa çıkan, ailesini yüzmeye götüren, eşiyle yastık muhabbeti yapan, doğum gününde kadeh kaldıran bir komutan Rudolf Höss. Kanlı çizmeleri bir köşede yıkanırken, bazen uzun uzun düşüncelere dalıyor. Yeni bir krematoryuma onay vermekle iyi mi yaptı, yoksa kötü mü? Diğer yandan herkes gibi sevecen bir baba, herkes gibi kayınvalidesinin hikâyelerine pek katlanamayan bir damat, herkes gibi sevinçlerini ve üzüntülerini paylaşan bir eş. Evin içindeki yaşamın bir parçası gibi konumlandırılan, mümkünse yakın plandan kaçınan ve çoğu zaman güvenli bir mesafeden gözetleyen kameranın işaret ettiği üzere, herkes gibi yaşayan bir aile onlar. Bu yüzden herkes olabilirler. Biz bile. 

Rudolf Höss bir sahnede kızına bir Alman masalı olan Hansel ve Gretel’i okuyor. Onca masalın arasında, içinde korkunç günahların bedelinin ödendiği, kötü cadının diri diri yandığı ve dev bir fırının, evet bir fırının olduğu tek örnek. “Gretel cadının aklından ne geçtiğini anladı ve şöyle dedi: ‘Lütfen bana da göster, nasıl yapıldığını bilmiyorum.’ Cadı küreğin üzerine oturdu ve Gretel onu fırının içine doğru itti. Cadı, korkunç günahlarının bedelini diri diri yanarak ödedi.” Gerçek hayatta Höss ailesi korkunç günahlarının bedelini diri diri yanarak ödemedi. Ama filmin sarsıcı finalinde gördüğümüz gibi, geride ne şeker ve çikolatayla kaplı evine dönmek isteyen Rudolf kaldı ne de o eve tırnaklarıyla tutunan Hedwig.


İlgi Alanı, Başka Sinema salonlarında vizyona girdi. Seanslara dair detaylı bilgi edinmek için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.