Marriage Story: Ona Dair Sevdiğim Şeyler
Marriage Story‘nin başında Charlie’nin (Adam Driver) gözünden Nicole’ü (Scarlett Johansson) , Nicole’ün gözünden ise Charlie’yi dinleriz:
-Nicole hakkında sevdiğim şeyler: En utanç verici anlarda bile insana kendini rahat hissettirebilir. Biri konuşurken hakikaten dinler. Bazen gereğinden fazla bile dinler (…) Tuhaftır ama içmediği hâlde demlediği bir bardak çay sürekli vardır. Oyunu asla yarım bırakmaz. Bir şeyi bilmiyorsa, bir kitabı okumadıysa ya da bir filmi izlemediyse bunu mutlaka söyler, bense yalandan “çok uzun zaman oldu” filan derim.
-Charlie hakkında sevdiğim şeyler: Başkasının fikirlerinin kendisine engel olmasına izin vermez. Acelesi varmış gibi, sanki herkese yetecek kadar yemek yokmuş gibi yer. Ama acayip tertiplidir ve düzen konusunda ona güvenirim. (…) Aynaya pek sık bakmaz. Filmlerde kolayca ağlar. Acaba aynı yerlerde mi ağladık?
Not: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir.
Marriage Story‘nin ilk karesi: bir tiyatro sahnesindeyiz. Nicole karanlıktan seyirciye doğru yürürken yüzüne vuran ışık Bergman’ın yüzlere düşürdüğü türden. Scarlett Johansson’un saç kesimi Persona‘nın (1966) Bibi Andersson’unu anımsatıyor, edası ise Liv Ullmann’dan miras gibi. Filmde bir sahnede duvarda Bir Evlilikten Manzaralar (Scener ur ett äktenskap, 1974) afişini görüyoruz. Noah Baumbach, Frances Ha’da (2012) Fransız Yeni Dalgası’na ve Leos Carax’a selam ettiği gibi, burada da Bergman’ın oda tiyatrosuna benzer sıkışık alanlarda yüzlere uzun uzun bakarak ilişkileri incelediği filmlere selam ediyor.
Marriage Story bir Bergman filmine ancak aradan gürül gürül akan bir tatlısunun öte yakasından selam edebilir. İlişkiyi bir tiyatro sahnesine çeviren, bunun zaten her zaman mutlaka böyle olduğunu hissettiren, sahnede yılların duygusal yükünün yüzlerde kalmış tortusunu arayan, ilişkilerin her anından bir tür azap çekiyormuş ve bu azabı tahlil etmeyi ilişkinin kendisinden daha çok tutkuluyormuş gibi duran Bergman filmlerinden biri hiç değil Marriage Story (burada bir sataşma varsa Bergman’ın şahsına değil filmlerinin tesirine yönelik algılansın). Filmin başka ne olmadığından bahsetmek gerekirse, Baumbach’ın kariyerinin başından beri durmaksızın karşılaştırıldığı Woody Allen’ın çekeceği tarzda bir film de değil bu. Annie Hall (1977) gibi ‘bir kadını sevdim, onu dönüştürdüm ve şimdi beni beğenmiyor, heyhat!’ diyen ve nihayetinde narsisistik çekirdeğine, New York sokaklarına dönüp bu durumla barışmasını izlediğimiz Woody Allen filmlerinden biri değil bu (Annie Hall’u sevsek de burada sataşma doğrudan Woody Allen’ın şahsına yönelik algılanabilir). Woody Allen filmlerinin aksine burada anlatıcının sorgulanmaz perspektifi, onun kendi zekâsına hayran üst sesinin izleyiciyi yönlendiren ve eğlendiren baskınlığı yok. Film Charlie’nin Nicole’ü anlatan üst sesiyle başlıyor, Nicole’ün Charlie’yi anlatan üst sesiyle devam ediyor. Sonrasında kameranın değişken, karakterlerin duygusal iniş çıkışlarıyla uyumlu bir mesafesi var. Sanki New York’un avangard tiyatro ortamlarının bu ünlü çiftinin ayrılığı hakkında kulaktan dolma bilgilerle dedikodu yapan arkadaşlarının gözünden izliyoruz her şeyi; gıyabında konuşulan bir ilişkinin mesafesinden bakıyor çoğu zaman kamera. İkisinin birbirine karşı -acımasızlık ya da şefkat- ekseninde tümüyle dürüst olmaya karar verdikleri anlarda ise kamera bedenlerine yaklaşıyor, duygusal patlamalarına yine belli bir mesafeden ama bu kez onları yakından tanıyan merhametli bir dostun mesafesinden bakıyor. İkisinin birbirini neden sevdiğine dair yazdığı -bir nevi- aşk mektuplarıyla açılan film, baştaki bu tarafsızlığı başarıyla koruyor, işler sertleştiğinde, araya Amerikan hukuk sisteminin yabancılaştırıcı aracıları girdiğinde dahi iki karaktere karşı aynı hizadan bakmaya çalışıyor.
Baumbach çıkış yaptığı filmi Mürekkep Balığı ve Balina’da (The Squid and the Whale, 2005) olduğu gibi yine bir ayrılığın öyküsünü, duygusal sakınımlara, kariyer ve ilişki dengelerine, şehrin karakterler üzerindeki etkisine vurguyla anlatıyor. Bir çocuğun gözünden izlediğimiz o New York filmi, hayatının ilerleyen safhalarında, ayrılan iki yetişkinin gözünden iki ayrı perspektiften izlediğimiz bir -mecburi- Los Angeles filmine dönüşmüş. Bunun Baumbach için hayli kişisel bir hikâye olduğunu biliyoruz. Çocukluğundan ona miras, entelektüel, idealist New York yerine, Hollywood’un etkisiyle zoraki bir Los Angeles yaşamının dayatılmasından izler olabilir filmde. Yaşamından ona kalan her ne ise, deneyimlerini acı bir ironiyle, hıncını dışarı atan keskin bir mizahla değil, yaşanan her şeyi yumuşak bir kabullenişle hatırlayan birinin geniş görüsüyle anlatıyor Baumbach. Filmin ilişkilere dair küçük gözlemleri, beraber yaşamaya dair bulduğu nüanslar ve mutluluk anları öylesine kendiliğinden ve güzel ki, yumuşak kabulleniş bir zorlama bilgeliği, huzura zorla ermeye çalışan birinin inkârcı zihnini anımsatmıyor.
Bir senaryo ustası olan, mizahı kendinden çıkan tuhaf durumları yaratmakta üstüne olmayan Baumbach Marriage Story’de belki de bu maharetinin doruk noktasına çıkıyor. Nicole ve Charlie, birbirlerine kinlendikleri dönemlerden birinde, onları hukuki dilin duygudan arınmış bölgesiyle kuşatıp tüm dünyaya yabancılaştıran bir durumda kaldıkları bir anda, birbirlerinden kaçırdıkları bakışlarıyla bir duygusal ikilik kurabiliyorlar hızlıca. Kalabalığın ortasında, tek kelime etmiyormuş gibi gözükürken, birbirlerinin yerine yemek sipariş edebiliyorlar ya da berikinin saç kesimini beğenmeyip onu bir sandalyeye oturtarak saçını kesebiliyorlar. Bu anlar yeniden harlanan bir ateşin, yeniden atılmaya çalışılan bir kıvılcımın mizansenleri de değil; ara ara parlayan ve kendini hatırlatan, hiçbir zaman tümden atılamayacak olan bir bağın yansımaları. Charlie’nin boşanma sonrası New York’a, kendini ait hissettiği asıl yer olan tiyatro ekibinin yanına dönünce, piyanolu bir barda mikrofonun başına çıkıp söylediği şarkı kadar basit ve de karmaşık bir bağ. Filmin gözlemci tonunun bir nebze dışına çıkan ama bir yandan da filmi tamamlayan bu müzikal sahnede şöyle diyor şarkı: “Seni çok yakınında tutacak birisi / Seni çok derinden yaralayacak birisi / Senin koltuğunda oturacak / Senin uykularını kaçıracak birisi / Sana çok ihtiyaç duyacak / Seni gereğinden iyi tanıyacak birisi / Sana dünyanı şaşırtacak / Seni cehennemden geçirecek birisi… Yaşıyor olmak / Yaşıyor olmak / Yaşıyor olmak… Kafamı karıştırsın / Benimle ince ince alay etsin / Beni kullansın / Günleri birbirinden farklı kılsın…”
Stephen Sondheim’ın 1970’te sahnelenmeye başlayan Broadway müzikali ‘Company’den ‘Being Alive’ı söylüyor burada Charlie. Marriage Story’yi özel kılan bir dengenin benzeri bu şarkıda var. Şarkının sözleriyle tezat hâlindeki hafif, gönül ferahlatan bir ezgi. Öyle ki, sanki şarkının sözleri de ezgiyle birlikte yumuşuyor, ilk başta gözüktüğü kadar ağır değiller aslında. Henüz yeni bir Broadway müzikali yönetmiş ve başarısız olmuş yönetmenimiz Charlie sahneye çıkıp bir anda müzikalleri andıran bir sahne yaşatıyor bize. Hiç yadırgamıyoruz. Noah Baumbach film boyunca bunun gibi pek çok zorlu sahneyi zahmetsizce çekmiş izlenimi veriyor. Mürekkep Balığı ve Balina’daki Baumbach olsa, bu tür referansları daha çok kullanır, New York avangard tiyatrosuna atıfta bulunur, diyaloglarını Woody Allen’a öykünen zeka pırıltılarıyla çeşnilendirmeye çalışır, karşılıklı atışma şeklindeki nüktedan diyalogların kendisinden haz almamızı sağlardı. Oysa Marriage Story böyle değil. Öykünün getirdiği şekilde, gerektiğinde kelimelerini sakınan, gerektiğinde rengini belli eden, duygularını bazen de yüzünden, edasından tahmin ettiğimiz karakterler var. Onlara uygun şekilde mesafelenmiş bir kamera, her şeyi kendiliğinden anlatan garip durumların ortasına karakterleri atan ustaca yazılmış bir senaryo…
Marriage Story aşka, beraberliklere, ayrılıklara dair filmde kurulan bu ‘durumların’ öncesinde bir yargısı olmadığı, ilişkiler üzerine filmin içinde karakterlerle beraber düşündüğü için de farklı bir hisse sahip. Bir Bergman ya da Woody Allen filmi olmamasının getirdiği ferahlık en çok bununla ilgili sanırım. Muhtemelen en çok da bu kestirmeden yargı dağıtmayan, insanların birbiriyle ilişkilenme şekline dair kafasında katı teoriler olmayan hâli sayesinde hatırlanır olacak.
Filmin açılış sahnesiyse, filmin tümünden bağımsız bir şekilde, iki insanın bir arada yaşamaya dair tuttuğu en güzel notlar olarak hatırlanabilir, tekrar tekrar açıp izlenebilir. Bir ilişki terapistinin verdiği ödev sayesinde, Nicole ve Charlie’nin diğerinde neleri sevdiğini yazdığı sahneden bahsediyorum elbette. Defterden yırtılmış çizgili basit bir kâğıda dökülen bu cümleler, kolaylıkla iç gıcıklayıcı, zorlama bir edebi üst ses yaratabilecekken, bir ilişkinin iki tarafının da diğerini ne kadar iyi gözlemleyebildiğinin verdiği hayranlıkla izletiyor kendini. Sonra bu gözlemlerin bile bazı şeylere yetmediğinin iç burukluğu geliyor. Bir insanın diğerini gözlemlemeye ayırdığı zaman, onun alışkanlıklarını bir başkasına anlatırken duyduğu sevinç, tüm bunların yitip gideceğinin bilgisine rağmen bir tür mutluluk ve ümit veriyor. Marriage Story, iki karakterin birbirine yazdığı bu aşk mektuplarından çok uzak bir yerde bitiriyor ilişkiyi. Tüm filmi paranteze alan bu açılış sahnesinde söylenenler herhangi bir vakitte sahici olmuş muydu diye kendimize sormadan edemiyoruz bazen. Filmin bittiği noktada ise, yazılanların gerçekliğini sorgulamayı bırakıyoruz. Bir yanıyla başladığı yerden çok uzakta bir yanıyla da tam olarak başladığı yerde bitiyor film.
Bir ilişkiden kalanları azap ile değil, külleri yeniden harlamaya çalışarak değil, iç burukluğunun ve hiçbir zaman atılmayacak bağların varlığını kabullenerek hatırlamak… Finalde filmin hiç de ukalaca bir yere varmadan bulduğu küçük bilgelik ânı böyle bir şeye denk gelebilir. Güzel bir kabulleniş. Ve karşı konulmaması gereken iç burukluğu. Charlie’nin, Nicole’ün o çizgili kâğıda yazdıklarını okurken ikisinin de ağlaması. Bu kez birbirlerinden hiçbir şey talep etmeden ağlamaları. Bir öfke patlaması ya da karşıdakini kaybetme korkusuyla dökülen gözyaşları değil. Finalde çalan müzik de Charlie’nin söylediği şarkı kadar ferahlatıcı.
1984’te İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde Psikoloji ve Kültürel Araştırmalar eğitimi gördü. 2008 yılından bu yana başta Altyazı olmak üzere pek çok mecrada sinema yazıları yazmaktadır.