Şu An Okunan
Rıza: Sırtüstü Debelenen Böcek Gibi

Rıza: Sırtüstü Debelenen Böcek Gibi

Rıza

Tayfun Pirselimoğlu, Vicdan ve Ölüm Üçlemesi’nin ilk ayağı Rıza‘da kamerasını İstanbul’un kenar mahallelerindeki yoksul yaşama çeviriyor. Bir uzun yol şoförünün dünyasına odaklanan film, âdeta Yılmaz Güney’in Umut‘unu günümüze taşıyor.

Şükran Yücel


Bu yazı, Altyazı’nın Şubat 2008 tarihli 70. sayısında yayımlanmıştır.


İstanbul’un kıyısında çıkışsız, çaresiz, umutsuz yaşamlar… Bir otelin içinde hapsolmuş beklentiler… Sefaletin onları birbirine bağladığını fark etmeden bencillik içinde kendi canını kurtarmaya çalışan yoksullar… Büyük kentin safra gibi kustuğu ve görmezden geldiği bir can pazarı… Ne pahasına olursa olsun ayakta kalma mücadelesi verirken suça itilen insanlar… Ezilenlerin, kaybedenlerin, tutunacak kimsesi kalmayanların dünyası…

Tayfun Pirselimoğlu’nun Hiçbiryerde’den (2002) sonraki filmi Rıza, ilkinden farklı da olsa gene kaybolmuşluğu ve hiçbiryerdeliği anlatıyor. Oysa Rıza’nın yeri belli, (en azından bu film süresince) o İstanbul’da. Rıza’ya bir İstanbul filmi demek de mümkün. Başrolünde İstanbul’un kenar semtlerinin olduğu bir film Rıza. Asıl İstanbul’sa Rıza’nın otelin damından seyrettiği uzak bir manzara ve ulaşılamayacak bir hayal. Film, İstanbul’da olup da İstanbul’u yaşayamayanların hikâyesini anlatıyor diyebiliriz. Onlar İstanbul’un kıyısında, bir hiçliğin içinde yaşıyorlar. Çıkışsız ve hiç sona ermeyen bir bekleyişin gerdiği bir ipin üzerinde ömür tüketiyorlar. Her an düşebilirler ve geride iz bile kalmaz. Yaşam denilen kısır döngü onlara hiçbir değişim şansı tanımıyor. Rıza bozulan kamyonunun tamir edilmesi için para bulamıyor. Brezilya tişörtü giyen işsiz genç, gemicinin onu uzaklara götürmesini umuyor; yaşlı adam bütün gününü televizyon başında geçirirken, oğlunun gelip kendisini almasını bekliyor; Afganistanlı kaçak göçmen Gulam ve gelini İtalya’ya gitmeyi hayal ediyorlar. Birini ezdiği için vicdan azabından uyuyamayan eski şoför, Rıza’ya, “Gücü gücü yetene, değil mi?” diyor. Herkesin gücü yettiği kadar birbirini ezdiği bir dünyadır bu. Bu salaş otel, içinde kalanların umutlarını gömdükleri bir cehenneme benziyor. “Günaha inanır mısın?” diye soruyor otel sakinlerinden gemici, Rıza’ya: “Cehennem diye bir şey var,” diye devam ediyor. Cehennem yaşadıkları yerdir aslında. Film, çoğunluğun çaresizlik, işsizlik ve umutsuzluk içinde debelendiği bu dünyanın cehennemden farkı olmadığını anlatıyor bize.

Rıza

Kamyonundan başka hiçbir şeyi olmayan Rıza, onu tamir ettirmek için gereken parayı bulmaya çalışırken önce borç almaya çalışır. Bir zamanlar terk ettiği kadından para ister. Kovulur. İşemeye gittiği umumi tuvalet sahibinin parasını gasp etmeye teşebbüs eder. Seçtiği suç mahalli, içinde bulunduğu durumla örtüşür. O da tepesine kadar boka batmıştır. Beceremez. Bütün kapılar yüzüne kapanır. Bir kısır döngünün içinde aynı yerlerde döner durur. Rıza bir ara yerde gözüne takılan sırtüstü debelenen bir böcek gibidir. Çırpınır durur ama bir türlü düz dönemez.

Dertlerini Paylaşamayanlar

Rıza’nın eski sevgilisinin çalıştırdığı, kirli çamaşırların yıkandığı çamaşırhaneye simgesel bir anlam yükleyebiliriz. Halk çamaşırhanesi, günahlarının yükünden bir türlü kurtulamayan karakterlerin temizlenme ve arınma özlemini dile getirir gibidir. Her seferinde Rıza’yı tersleyen kadın, bir gün onu otelden arar, buluşurlar. Kadın, içini daraltan günahını anlatır. Yatalak kocasının ölümünden kendini sorumlu tutmaktadır. Bu sırrını Rıza ile paylaşmak ister. Rıza, başkasına yardım edecek durumda değildir. İşlediği cinayetin vicdanına yüklediği azabın içinde umutsuzca debelenmektedir. “Koşmak istediğim tarafın tersine koşuyormuşum gibi geliyor bana. Bir türlü kurtulamıyorum,” der. Ruhları azap çeken iki kişi, dertlerini ve hayatı paylaşmayı başaramaz. Herkes kendi cehennemini tek başına yaşamak zorundadır. Rıza’nın, kadının evinde geçirdiği sahneler, bir başkasına ulaşmanın imkânsızlığını ve yabancılaşmanın derinliğini hissettirir.

Filmin klostrofobik mekânları karakterlerin içinde bulunduğu sıkışmışlığı yansıtır. Rıza’yı içinde gördüğümüz daracık ranza, onun ruh hâline denk düşer. Helalar, aşevleri, izbe ve köhne köşeler, dar ve çıkmaz sokaklar da filmin kasvetli atmosferini destekleyen iyi seçilmiş mekânlar. Filmin başında Rıza’nın, şehrin ışıklarının göründüğü yırtık perdenin ardından baktığı zaman karşı pencerede gördüğü adam her baktığında oradadır. Hayat değişmez. Hep kendini tekrar eder. Her şey ve herkes filmin başladığı andaki gibidir. Yalnız gemici sefere çıkmıştır. Rıza da ertesi sabah onarılan kamyonuyla yollara düşecek ve belki bir gün tekrar aynı otele dönecektir aynı çaresizlik içinde. Diğerleri televizyonda maç izlemeyi sürdürürler. Tuttukları takım yenik düşse de, onlar kaybetmeye alışıktırlar zaten. Yaşlı adam da tek başına ekranın karşısındadır hâlâ.

Cabbar ve Rıza

Rıza bana Yılmaz Güney’in Umut’unu (1970) hatırlattı. Türk sinemasında yeni bir biçimin ve içeriğin ilk habercisiydi Umut. Umut’ta arabacı Cabbar, at arabasını kaybetmemek için umutsuz bir mücadele veriyordu. Motorlu taşıtların caddeleri doldurmaya başladığı yıllardı. Karısı, Cabbar’a, “Arabayı değiştirsen,” diyordu. Makineleşme çağında Cabbar’ın eski faytonu artık ekmek parasını çıkaramıyordu. Umut’tan 38 yıl sonra “arabayı değiştirip” bir kamyona sahip olmanın, hiçbir şeyi değiştirmediğini gösteriyor, Rıza. Yara çok daha derindedir ve geçen yıllar değişim umudunu da yok etmiştir. Cabbar gibi Adanalı olan Rıza da, aynı çaresizliğin içine düşüyor. O da Cabbar gibi piyangoya umut bağlıyor, onun gibi beceriksizce başarısız soygun teşebbüsünde bulunuyor. Bu anlamda Rıza, Umut’un günümüzde geçen devamı gibi. Cabbar’ı filmin sonunda yalın ayak kendi çevresinde döndüren kısır döngü bugün de devam ediyor. Daha da devam edecek.

Rıza

Tayfun Pirselimoğlu yalın, titiz ve özenli bir kurguyla anlatıyor hikâyesini. Her karesini planlayarak. Her sahnesine bir anlam yükleyerek. Tekrarları bilinçli bir seçimle anlamı vurgulamak için kurguluyor. Hikâyesini anlatmada, simgelerin de incelikle içine yerleştirildiği sarmal bir dil kullanıyor. Yoksul sınıfın geçim derdini bir kamyoncunun üzerinden anlatırken varoluşçu boğuntuyu hissettiriyor. Rıza’nın parasızlık sorunu aynı zamanda bireysel bir varoluş krizi gibi ifadesini buluyor. Bu, günümüzdeki işçi sınıfının durumuna da denk düşüyor. Acımasız hayat koşulları, yoksulları yalnızlığa itti. Dayanışmanın ve paylaşmanın unutulduğu kıran kırana bir ayakta kalma mücadelesinde gücü yeten diğerini yok ediyor. Birbirinin kuyusunu kazan yoksullar, yeni gerçekçi filmlerde daha önce de karşımıza çıkmışlardı. Pirselimoğlu’nu onlardan farklı kılan, yoksullar arasındaki paylaşma duygusunun yitmişliğini anlatım biçimiyle destekliyor olması ve yabancılaşmayı stiliyle gözle görünür kılması. O, işçi sınıfının yalnızlığıyla yabancılaştırma filmlerini buluşturuyor. Filminin estetiğini, hayatın kısır döngüsünü vurgulayan tekrarlar üzerine kurarken, acımasız kentin görüntülerini hafızamıza nakşediyor. O, yeni gerçekçi filmlerin dikey ilerleyen anlatım biçimi yerine sarmal anlatımı yeğliyor. Film, döngüselliğiyle, ilerleme ve değişim umudunun tükenişini vurgular gibi başladığı yerde bitiyor. Düzene getirdiği politik eleştiri ve yeni gerçekçi unsurların başarılı kullanımı açısından, Bisiklet Hırsızları (Ladri di biciclette, 1948) ile başlayan çizginin takipçisi olarak görebileceğimiz Rıza, sinema dilinin özgünlüğü ile kendine özgü farklı bir yerde duruyor. De Sica ile Antonioni’yi buluştururken, Kafka’ya selam gönderiyor. Dostoyevski, orada hep gece nöbetinde zaten, uykusuz gecelerin müsebbibi olarak.

İlk kez bir filmde oynayan Rıza Akın, bir maskeyi andıran ifadesiz yüzü ve doğal oyunculuğuyla yönetmenin istediği etkiyi yaratmaya destek oluyor. Nurcan Eren o kadar gerçek ki, sanki canlandırdığı kadının ta kendisi. Filmin çekiminden kısa bir süre sonra bu dünyadan ayrılan yönetmenin babası Hayati Pirselimoğlu, canlandırdığı karakterin içine sıkıştığı ruh hâlini değişmeyen yüz ifadesiyle çok iyi aktarıyor. Tek bir sahnede görünen oyuncular bile cehennem zebanilerini anımsatan karanlık yüzleriyle, Rıza’yı kuşatan çemberin daralmasına katkıda bulunuyorlar. Rıza, yılın en başarılı filmlerinden biri. Sinemamızdaki değeri ve önemi eninde sonunda teslim edilecek. O, sözde refah çağında unutturulmaya çalışılan yoksulluğu ve çaresizliği yüzümüze çarpıyor. Her ne kadar modası geçmiş bile olsa, topluma ve insana karşı sorumlu ve vicdanlı bir sinemanın örneğini veriyor. Bunu büyük sözler etmeden sadelikle, doğallıkla ve aynı zamanda estetik bir bütünlükle yapması da onun sinema dilinin başarısı. Rıza, sinemamız için yeni bir Umut ve yeni bir umut.


Rıza, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor. MUBI’nin Altyazı okurlarına özel kampanyasıyla 30 gün boyunca MUBI’ye ücretsiz erişim sağlayabilirsiniz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.