Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2021 #5: A Feleségem Története, The Red Rocket, Les Olympiades, Memoria, France

Cannes Günlükleri 2021 #5: A Feleségem Története, The Red Rocket, Les Olympiades, Memoria, France

The Story of My Wife

Cannes Film Festivali’nde ödüller Cumartesi akşamı düzenlenecek törenle sahiplerini buluyor. Festivalde sona yaklaşılırken Ildikó Enyedi, Sean Baker, Jacques Audiard, Apichatpong Weerasethakul, Bruno Dumont gibi yönetmenlerin filmleri izleyici karşısına çıktı.

Festivalde günler geçtikçe filmler insana sanki daha da uzun gelmeye başlıyor. Salondan çıkar çıkmaz daire çizerek tekrar aynı salona girme eylemi günde üç dört kez gerçekleşince epey yorucu olabiliyor. Ünlü sinemacılar ve oyuncular için durum farklı olabilir ama benim henüz deniz, güneş ya da plaj gördüğüm söylenemez! Bu yoğun tempo içinde Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin üç saatlik dönem filmi A Feleségem Története (The Story of My Wife) ne yazık ki en zorlayıcı gösterimlerden biri oldu. Birçok insanın salondan ayrılmasının ya da uyuklamasının temel sebebi kesinlikle filmin süresi değil. Sürenin uzunluğu, tıpkı Ryûsuke Hamaguchi’nin Doraibu Mai Kâ (Drive My Car) filminde olduğu gibi hikâyeye tatmin edici bir akışkanlık da kazandırabiliyor. Enyedi’nin filminin esas sorunu, hem görsel olarak hem de anlatı açısından oldukça hantal ve klasik bir yapı ortaya koyması. Milán Rüst’ün aynı adlı romanından uyarlanan film, sanki ilham aldığı yazınsal evrene sıkışıp kalıyor ve sinemanın görsel-işitsel imkânlarına neredeyse hiç başvurmuyor. Hollandalı bir gemi kaptanı ile genç ve güzel Fransız eşi arasındaki çalkantılı ilişkiyi merkezine alan filmin arka planını ise 1920’ler Avrupa’sı oluşturuyor. Kaptan Störr, yemek yediği restorana ilk giren kadınla evlenme kararı verecek kadar fevri bir adam gibi resmedilirken sonrasında bu portre soğukkanlı, mesafeli ve eğlenmesini bilmeyen orta yaşlı deniz kurduna dönüşüyor. Karakter derinliğinin bir türlü sağlanamadığı senaryo tekrar eden kıskançlık krizlerine odaklanırken, buna Enyedi’nin üslupçu yaklaşımı da eklenince tek boyutlu bir roman uyarlaması çıkıyor ortaya. Filmin büyük çoğunluğunun İngilizce olması Léa Seydoux, Louis Garrel ve Gijs Naber gibi oyuncuların performanslarını yapay ve karikatürize kılıyor. Enyedi, bu seçimiyle hitap ettiği genişletmeyi hedeflerken, birçok Avrupalı yönetmenin filmografisinde karşımıza çıkan İngilizce festival filmi sendromuna yakalanıyor.

The Red Rocket
The Red Rocket

The Story of My Wife’ın beklentilerimizi bu denli karşılayamamasının bir sebebi de, öncesinde onunla taban tabana zıt bir sinema anlayışına sahip The Red Rocket’ı izlemiş olmamız belki de. Tangerine (2015) ve The Florida Project’ten (2017) tanıdığımız Sean Baker, ABD’nin pastel renkli banliyö evleri, donut dükkânları ve uçsuz bucaksız manzaralarıyla bezediği anlatılarına sadık bir filmle karşımızda. Teksas’ın otoyollarında *NSYNC’in meşhur şarkısı ‘Bye Bye Bye’ yankılanırken fırsatçı, kendini beğenmiş ve başkalarının sırtından geçinen eski porno yıldızı Mickey Saber’la tanışıyoruz. Kendisi de benzer bir kariyere sahip olan komedyen ve rapçi Simon Rex’in canlandırdığı Mickey, elinde avucunda bir şey kalmadığı için bin bir ricayla eski eşi Lexi ile kayınvalidesi Lil’in Teksas’taki evine yerleşiyor. Mickey verdiği sözlerle hayata geçirdiği eylemler arasında uçurumlar olan tipik bir Amerikalı. Düzgün bir iş bulma, evin kirasını ödeme ve yeni bir hayat kurma vaatleri, donut dükkânında tanıştığı, kırmızı saçlarıyla adının hakkını veren Strawberry’nin etkisiyle altüst oluyor. Strawberry reşit bile değilken onu porno sektörüne sokup Los Angeles’ta tekrar şöhret kazanma hayallerinde kaybolan Mickey istediği kadar çabalasın, çevresinde de seyircide de sempati uyandıramayan bir karakter. Fonda 2016 yılındaki Donald Trump–Hillary Clinton çekişmeler süredururken The Red Rocket, düştüğü çukurdan sürekli daha büyük hayaller kurarak çıkmayı hedeflemekten vazgeçmeyen Amerikan toplumunun küçük ölçekte, muzip bir tasvirini sunuyor. Baker’ın amatör oyuncuların samimi performanslarıyla beyazperdede yaratmayı başardığı lo-fi estetik kesinlikle görülmeye değer.

Les Olympiades
Les Olympiades

Yaşadığımız çağın ve şimdiki zamanın ritmiyle hayat bulan bir diğer film ise Les Olympiades. 2015 yılında Dheepan’la Altın Palmiye’yi kucaklayan Jacques Audiard’ın imzasını taşıyan filmin senaryo ekibinde Céline Sciamma da yer alıyor. Audiard’ın rotasını Paris’in Olympiades mahallesinde yaşayan gençlere çevirdiği film aynı zamanda bir çizgi roman uyarlaması. Dinamik bir hikâye anlatımının öne çıktığı Les Olympiades, son yıllarda sıkça karşılaştığımız siyah-beyaz çekimli romantik komedilerden biri sayılabilir. Farklı etnik ve sosyal aidiyetlere sahip birden çok karakteri odağına alan Audiard, aşina olduğumuz Paris imgeleminden oldukça farklı, kozmopolit ve modern bir kimliğe sahip Olympiades mahallesini mercek altına alıyor. Biz de göçmenlerin, öğrencilerin ve orta sınıfın mesken tuttuğu bu semti lisede edebiyat öğretmeni olmaya hazırlanan Camille, çağrı merkezinde çalışan Émilie ve Bordeaux’dan üniversite okumak için Paris’e gelen Nora aracılığıyla keşfe çıkıyoruz. İnsan ilişkilerinin sosyal medya ve tanışma uygulamalarıyla şekillendiği çağımıza dair bu hikâyede de karakterler arası bağlar oldukça değişken, kırılgan ve kısa süreli. Audiard, modern ilişki dinamiklerini ve topluma uyum sağlama mücadelelerini başarılı bir şekilde aktarsa da Les Olympiades hem görsel hem de anlatı düzleminde tasvir ettiği bu zamanın ruhunun semptomlarından kurtulamıyor. Tıpkı günümüz ilişkileri gibi kolayca içine girilen, keyifli zaman geçirmeyi vaat eden ama çabucak unutulmaya müsait bir film.

Memoria
Memoria

Jacques Auidard gibi uzunca bir aradan sonra ana yarışmaya geri dönen bir diğer yönetmen de Apichatpong Weerasethakul. Kariyerinin başından beri Tayland’ın tropik ve animist manzaralarındaki rüyaları kovalayan sanatçı, ilk defa bu âlemi terk edip başka dünyaları keşfe çıkıyor. Kolombiya ormanlarında çıktığı bu yolculukta ona Tilda Swinton eşlik ediyor. Weerasethakul sineması, seyircisini rüya ve uyanıklık hâli arasında tutan bir imgeleme sahip. Memoria’da, yönetmenin kadrajdaki minimal değişimlerle seyircinin görsel algısına hitap eden yaklaşımına ses algısı da ekleniyor. Çevresinde kendisinden başka kimsenin duymadığı sesler duyan bir kadını canlandıran Swinton’ın bu sesin kaynağını arayışına seyirci de dâhil ediliyor çünkü. Weerasethakul’un sineması rüyalarla, anılarla ve zamanlarla ilişkilendirilse de kurduğu evren gerçeklik düzleminden asla ayrılmıyor. Seslerin titreşimleri ve dokuları kadar sessizlik de neredeyse elimizle tutabileceğimiz bir mevcudiyete sahip filmde. Bu dokuların arasında gezinirken yalnızca karakterlerin değil, cansız nesnelerin ve doğanın da hatıralarla temas ettiğine şahit oluyoruz. Yönetmenin önceki filmlerinden de aşina olduğumuz bu kapsayıcı yaklaşım virüsler ve mantarlar gibi, canlı ile cansız arasında bağ kuran formlarda vücut buluyor. Memoria tıpkı mekânla duyumsal bir bütünleşme yaşayan karakterler gibi bizi de sinema salonunun akustiğini, yankılarını ve sessizliğini hisseden faal öznelere dönüştürüyor.

France
France

Fransız sinemasının yaramaz çocuklarından Bruno Dumont’un başrole Léa Seydoux’yu taşıyan France’ı da seçkinin en çok merak edilen filmleri arasındaydı. Dumont sinemasının birçok sinemasever için bir mayınlı bölge olduğunu hatırlatmakta fayda var. France da Dumont’a yakışır bir şekilde hem alkışlarla hem de yuhalamalarla karşılandı salonda. France De Meurs isimli ünlü bir televizyon muhabirinin kariyeriyle ilgili bunalımlarını anlatan film, Dumont’un akıllara zarar slow-motion yakın planlarıyla, melodramın sınırlarında dolaşan hikâyesiyle medya dünyasına dair bir taşlama olarak nitelendirilebilir. Léa Seydoux’nun kendisini takip etmeyi asla bırakmayan bir hayali kamera karşısındaymış gibi verdiği abartılı ve katartik tepkiler, sansasyonel medya dilini televizyon ekranının dışına taşıyor. Bu tepkilerin bilinçli yapaylığı ve devamlı tekrar edilmesi, France karakteriyle empati kurmamızı kesin bir biçimde engelliyor. France’ın sık sık kameraya bakması ve yapay arka plan kullanımı gibi detaylar filmin Brechtyen yabancılaştırma stratejisini daha da belirgin hâle getiriyor. Haberin ve gündemin inşa sürecini yakından takip etmemizi sağlayan France, sinemanın bu görsel-işitsel inşalardan biri olduğunun da altını çiziyor. 


74. Cannes Film Festivali’ni yerinde takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Cannes Günlükleri 2021′

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.