Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2023 #3: Les Filles d’Olfa, May December, Firebrand, Club Zero

Cannes Günlükleri 2023 #3: Les Filles d’Olfa, May December, Firebrand, Club Zero

76. Cannes Film Festivali’nde son dönemece girilirken merakla beklenen filmler seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Ana Yarışma’da seyirci karşısına çıkan Les Filles d’Olfa, May December, Firebrand ve Club Zero’ya dair kısa kısa…

Kıyaslama yapmak festival gediklilerinin olmazsa olmazıdır. Önceki yıllar, yan bölümler, diğer festivaller şeklinde nice kategori kişisel beğenilerin filtresinden geçirilerek “daha” parantezine alınır. Bu mesleki deformasyondan mustarip bir eleştirmen olarak, bu yıl Cannes Ana Yarışma’da ortalama üstü film sayısının geçtiğimiz yıla göre daha fazla olduğunu ancak Pacifiction (2022) ya da Müstakbel Suçlar (Crimes of the Future, 2022) gibi her yönüyle sanatsal üstünlüğünü ortaya koyan yapımların daha az olduğunu söyleyebilirim. Şimdilik bu kategoride yalnızca Jonathan Glazer’ın The Zone of Interest’ini konumlandırdığım Ana Yarışma filmleri arasında ikinci bir belgesel olması beni oldukça şaşırttı. Tunuslu yönetmen Kaouther Ben Hania imzalı Les Filles d’Olfa, dört kızından ikisi (Rahma ve Ghofrane) Libya’ya IŞİD için savaşmaya giden Olfa ve ailesi etrafında şekillenen bir film. Ben Hania, Olfa ve geride kalan iki kızının (Eya ve Tayssir) deneyimlerine, onların travmalarını ve hatıralarını manipüle etmeksizin temas etmek için, gerçeklikte açılmış boşlukları kurmacayla dolduruyor. Olfa ve kızlarının yaşadıklarına dair bir kurmaca film çekecekmiş gibi kayıp kızları ve Olfa’yı canlandıracak oyuncularla anlaşan yönetmen, Olfa’nın ve kızlarının bu olayları deneyimleme, anlatma ve hatırlama süreçlerini keşfe çıkıyor. Dolayısıyla, doküdrama türünün oldukça başarılı bir örneği olduğunu düşündüğüm Les Filles d’Olfa, yeniden canlandırma yöntemini, bu insanlara ve yaşadıkları travmaya dair nihai hakikate ulaşmak için kullanmaya çalışmıyor. Aksine yönetmenin geçmişe değil de şimdiki zamana ve onun bu aileye sunduğu ilişkilenme biçimlerine ve kendilerini ifade etme imkânlarına odaklandığını görüyoruz. Ghofrane ve Rahma’yı canlandıran iki aktris ile Olfa ve kızları arasında kurulan bağ ise beyazperdede örneklerine az rastladığımız kadınlar arası bir yakınlık temsili sunuyor bize. Ben Hania, kameranın arkasında olsa bile dolaylı katılımıyla bu yakınlığın bir parçası olarak konumlandırıyor kendini. Bu denklemde ilginç olan bir diğer nokta ise, Eya ve Tayssir’in aksine Olfa’yı canlandıracak bir aktrisin olması. Kurmaca dünya bu bağlamda da, büyük kızlarının Libya’da hapse girmesiyle medyanın ilgi odağı olan bu kadının kendi benliğini ortaya çıkarmasına da imkân tanıyor. Festivalin ilk günlerinde muhtemelen birçok kişi için popüler filmlerin gölgesinde kalan Les Filles d’Olfa benim açımdan yarışmanın öne çıkan filmleri arasında.

May December

Yarışmada, kurmaca ve gerçek dünya ilişkisini ele alan bir diğer yapım da Todd Haynes’ın pembe dizi estetiğinden beslenen filmi May December idi. Başrollerinde Natalie Portman ve Julianne Moore’u izlediğimiz film, yıllar önce 13 yaşında bir çocukla ilişki yaşaması ve sonrasında evlenmesi bir skandala sebep olan Gracie ve onun hayatını anlatan bir filmde başrol oynayacak aktris Elizabeth arasındaki karmaşık ilişki etrafında şekilleniyor. Elizabeth rolüne hazırlanırken, bir yandan da Gracie, ondan yaşça küçük kocası ve çocukları arasındaki etkileşimleri gözlemleyerek, ahlaki düzeyde oldukça sorunlu bu ilişkinin özünü anlamlandırmaya çalışıyor. Melodramatik unsurları ustalıkla kullanmasını bilen Haynes bu filmde de Elizabeth’in bu aileye dair bir filmde rol almasının bir yetişkin ve bir çocuk arasında ilişki sebebiyle olduğunu yavaş yavaş, üstü kapalı bir şekilde sezdirerek seyircinin merakını devamlı diri tutuyor. May December’a dair ilginç olan bir diğer nokta ise, çocuk istismarına dayalı bir ilişkiyi ele alırken ahlaki anlamda herhangi bir taraf tutmayıp bizleri tıpkı Gracie ve Joe’nun arasında yaşananlar karşısında ne düşüneceğini bilemeyen Elizabeth gibi bir noktada konumlandırması. Bu yaklaşımda hem anlatısal hem de biçimsel düzeyde hayli oyunbaz bir tavır takınmasının etkisi büyük. Dramatik anlarda yapılan abartılı zoomların, ani sahne geçişlerinin ve en önemlisi de Michel Legrand’ın Joseph Losey imzalı Arabulucu (The Go-Between, 1971) için bestelediği tema müziğinin ustalıklı bir biçimde kullanımı, May December’a doksanlardan kalma bir televizyon dizisi havası katıyor. Filmde, Gracie ve Joe’nun ilişkisine, çocuklarının Gracie’ye olan bakışına veya Joe’nun geçmişe dönüp baktığındaki hissettiklerine dair nice anlatı potansiyelinin işlenmemiş olması ise sanki ‘arkası yarın’ tadında bir dizi bölümü izlemişsiniz hissi uyandırıyor. May December, Elizabeth ve Gracie arasında doppelgänger motifine dayanan bir dinamik kurmasıyla da dikkat çekiyor. Oynayacağı karakter için Gracie’yi gözlemlemeye başlarken Gracie’yi kafasında anormal ve histerik bir kadın olarak kodlayan, kararlarında geçmişte yaşanan bir travmanın izlerini bulmaya çalışan Elizabeth, kafasında kurduğu ve gitgide takıntı hâline getirdiği bu kadın imgesine dönüşüyor. Gracie ise mantık ve sağduyu maskesinin ardında muğlak ve karmaşık kişiliğini muhafaza etmeye devam ediyor. Melodrama dayalı bir pastişin herkese hitap etmeyeceğini tahmin etsem de May December’ın biçimsel tercihleri ve anlatısı arasındaki uyumluluk sayesinde kesinlikle kendi ilk üçümde yer aldığını söyleyebilirim.

Firebrand

Şimdilik kadın başkarakterli hikâyelerin yoğunluğunu hissettiğimiz Ana Yarışma’da Brezilyalı yönetmen Karim Aïnouz‘un tarihî draması Firebrand de bu kategoride yer alıyor. Şimdiye dek kim bilir kaç defa filmler ve diziler tarafından ele alınmış İngiltere Kralı VIII. Henry’nin hükümdarlığı sırasında geçen film, bu defa Kral’ın altıncı ve son eşi Catherine Parr’a odaklanıyor. Aïnouz, filmini kadınların tarihteki konumlarına dair bir alıntıyla açarak, daha en baştan hikâyenin amacını ortaya koyuyor. Amaç diyorum, zira Firebrand anlatısal anlamda incelikten son derece uzak, hesapçı bir yapı kuruyor. Filmde Alicia Vikander’ın canlandırdığı Kraliçe Catherine, İngiltere tarihine damgasını vurmuş Katolik-Protestan çatışmasında kilit rol oynayan bir figür olarak tasvir ediliyor. Henry, Fransa’da sefere çıktığı zaman kral vekili olarak görev yapan Catherine, Kral’ın üç çocuğuna da annelik eden, entelektüel ve oldukça zeki bir kadın. İlerleyen yaşının ve bir türlü iyileşmeyen yaralı bacağının etkisiyle hiç olmadığı kadar gaddar ve dengesiz davranan Henry, Catherine’in yaşamına kast etmeye hazır durumda. Demokles’in kılıcı misali genç kadını tehdit ettiğini görüyoruz. Ancak Catherine’in Protestanlarla ve özellikle de sapkınlıkla suçlanıp yakılan Anne Askew’la ilişkisi onu Henry’nin eski eşlerinin başına geldiği gibi geri dönüşü çok zor bir yola sokuyor. Firebrand’in ortaya koymaya çalıştığı feminist bakışın samimiyetine dair bir şüphem yok, avcak bu bakışı aktarmak için sinemaya özgü anlatım biçimlerine başvurmuyor. Başka bir deyişle Aïnouz’un bu hikâyeyi neden sinema vasıtasıyla aktarmak istediğini anlamak oldukça güç. Firebrand kötü bir film olmayabilir ama Cannes’ın Ana Yarışması’nda yer almayı hak ettiğini düşünmüyorum. Yine de filmin prodüksiyon ve kostüm tasarımını oldukça beğendiğimi, dönemin saraya yaşamını ve aktivitelerini yansıtma konusunda oldukça başarılı olduğunu belirtmem gerek. Bunun dışında Firebrand’in festivalde en çok konuşulan tarafı Jude Law’ın VIII. Henry rolündeki şaşırtıcı performansı olduğunu hatırlatalım. Alicia Vikander’ın Catherine’in ölçülü ve soğukkanlı mizacını yansıtan oyunculuğu karşısında Henry’nin aşırılıklarını, öfkesini ve deliliğini son derece somut bir şekilde yansıtan Law, seyirci üzerinde en az bacağındaki kanlı ve irinli yara kadar tiksindirici ve sarsıcı bir etki bırakıyor.

Club Zero

Ana Yarışma’da Black Flies gibi hoşlanmayacağımı düşündüğüm filmleri pas geçme konusunda başarılı olduğumu düşünsem de ne yazık ki Jessica Hausner’ın Club Zero filmiyle fire verdiğimi söylemem gerek. Filmi her anlamda sorunlu bulsam da, kişisel bir noktadan kurduğum ilişkinin sinemada temsil biçimleriyle ilgili genel bir sorgulamaya evrilmesi açısından verimli bir deneyim olması ufak bir teselli oldu. Club Zero, özel ve prestijli bir yatılı okula giden ve farklı farklı sebeplerden okula yeni gelen beslenme öğretmeni Bayan Novak’ın dersini almaya başlayan bir grup öğrenciye odaklanıyor. Bayan Novak, derslerinde çocuklara yedikleri besinlere dair bir farkındalık oluşturmak, daha sağlıklı bir beslenme düzeni geliştirmek, gıda sektörünün çevre kirliliği üzerindeki etkilerini azaltmak konusunda tavsiyeler veriyor. Başlangıçta oldukça masum görünen bu tavsiyeler giderek katılaşıp, yemek yemeyi tamamen bırakmaya dayalı bir doktrin hâline bürününce, öğrenciler de Bayan Novak’ın dediği her şeyi yapmaya hazır sadık ve radikal müritlerine dönüşüyor. Hausner, görünürde önceki filmlerinden aşina olduğumuz mesafeli diliyle toplumsal bir hiciv vaat ediyor seyircisine. Oysa Club Zero, yalnızca kötü değil, kötü niyetli de bir film. Açılış sekansında, yeme bozukluğu geçmişi olan seyirciler açısından tetikleyici olabileceğini belirten film, bu insanları ve yaşadıklarını son derece sorumsuz bir şekilde bir komedi unsuruna dönüştürüyor. Tüketim toplumuna karşı geliştirilen stratejilerin ve akımların da aslında bu sistemi yeniden ürettiği tezinden yola çıkan filmde, insanlardan çok içleri yalnızca Hausner’ın fikirleriyle doldurulmuş figürler var. Hausner daha da ileri gidip basın toplantısında filminin aslında yeme bozuklukları hakkında olmadığını belirtiyor örneğin. Filmde yarattığı bu ‘yemek dininin’ insanların radikalleşerek aidiyet yaratma eğilimlerini de hedef aldığı doğru. Yine de komedi unsuru olarak kullandığı bu deneyimlerin gerçek hayatta bir karşılığı olduğunu ve bu konuyu ele alırken ahlaki bir bilinçle hareket etmesi gerektiğini düşünmediğinden neredeyse eminim. Kendi kişisel hassasiyetim sebebiyle fark ettiğim bu kaygı beni söz konusu sorunsalı başka filmler üzerinde de düşünmeye yöneltti. Bir Aki Kaurismäki filmi karşısında eski bir alkolik neler hissederdi mesela? Elbette ki bir yönetmen filmini izleyecek tüm potansiyel seyircinin beklentilerini tahmin edemez, ki bunu yapma zorunluluğu olduğunu da söyleyemeyiz. Ancak bir konuya karşı hassasiyet gösterdiğini iddia edip aksine bunu araçsallaştıran filmlerin ciddi anlamda problemli olduğu ve seyircisine karşı sorumluluğunu yerine getirmediği kanısındayım. Ve Club Zero kesinlikle bu kategoride bir film.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.