Cannes Günlükleri 2024 #4: The Apprentice, Anora, Grand Tour ve dahası…
77. Cannes Film Festivali, ödüllerin sahiplerini bulmasıyla sona erdi. Cannes Günlükleri’ni bu yıl için sonlandıran bu yazıda Altın Palmiye’yi kazanan Sean Baker imzalı Anora‘nın yanı sıra festivalin son günlerinde öne çıkan The Apprentice, Marcello mio, Parthenope, Grand Tour, The Seed of the Sacred Fig ve All We Imagine as Light gibi yapımlara hızlıca göz atıyoruz.
Festival seçkilerinin vazgeçilmez türlerinden birisi olan ve genellikle sorunlu erkek karakterlerin hikâyelerini izlediğimiz biyografiler açısından dikkat çeken bir Cannes senesi geçirdiğimizi söyleyebiliriz. Ali Abbasi’nin The Apprentice‘i de bunların başında geliyor. Politik anlamda sorunlu ana karakter çıtasını epey yükselen Ali Abbasi, yeni uzun metrajında iş insanı, yatırımcı ve elbette eski ABD Başkanı olarak çok iyi tanıdığımız Donald Trump’ın yükseliş yıllarını ele alıyor. Kendisine Belirli Bir Bakış ödülünü kazandıran Sınır (Gräns, 2018) ile tür sineması özelinde adından söz ettiren Abbasi, sonraki filmi Kutsal Örümcek’le (Ankabut-e moqaddas, 2022) gerilim ve polisiye türünün konvansiyonel kodlarına uygun bir filme imza atmıştı. Abbasi’nin kariyerinin başında vaat ettiği özgün sinema dilinden uzaklaşarak neredeyse televizyon filmi olarak nitelendirilebilecek The Apprentice gibi bir film çekmesi oldukça üzücü. Trump’ın henüz babasının emlak şirketinde çalıştığı ve şirket olarak siyahlara ayrımcılık yaptıkları iddiasından yargılandıkları 70’li yıllara götürüyor film bizi. Abbasi, Sebastian Stan’ın canlandırdığı Trump’ı büyük hayalleri olan, hırslı ama biraz da naif bir genç olarak resmediyor. Ona fayda sağlayacak her fırsatı kollayan Trump’ın yolu bir akşam, McCarthy dönemine damgasını vuran acımasız avukat Roy Cohn’la kesişince, devamını çok iyi bildiğimiz üzere, onu milyarderliğe yükseltecek basamakları tırmanmaya başlıyor. The Apprentice’in en büyük sorununun, medya tarafından hakkında sayısız defa yazılıp çizilmiş ve bu imajı bilinçli olarak bizzat yaratan bir figürle ilgili, seyircisinde nasıl bir duygu uyandırmak istediğini bilmemesi olduğunu söyleyebiliriz. Trump’ın giderek zenginleşerek kariyer basamaklarını tırmanmasını, eski eşi Ivana’yla tanışmasını ve Cohn’a sırtını dönmesini takip eden hikâyenin sona erdiği noktada, filmin bugün Trump’ın iktidarının siyasi, ekonomik ve toplumsal boyutlarıyla hiçbir şekilde diyalog kurmadığını görüyoruz. Ve bunlar olmaksızın; yalnızca hırslı ve paragöz bir iş insanı temsiline indirgenen bir Donald Trump’ın dekadan yaşamı seyirci için özel bir anlam ifade etmiyor. Trump’ın neredeyse bir SNL skecine benzetilebilecek absürtlüklerini kayıtsız bir biçimde izlediğimiz filmden geriye Roy Cohn rolünde filmin hak ettiğinden çok daha etkileyici ve derinlikli bir Roy Cohn temsili sunan Jeremy Strong’un performansı kalıyor sadece.
Ana yarışmadaki diğer biyografilerin aksine kişisel boyutu ağır basan Christophe Honoré imzalı Marcello mio da hayal kırıklığı yaratan filmlerden bir tanesiydi. Chiara Mastroianni’nin, aynaya baktığında onun yüzünü görmesi sonrasında bir tür kişilik bunalımı yaşamasıyla babası Marcello Mastroianni’nin kılığına girdiği film, aslında estetik ve anlatı yönünden son derece yüksek bir potansiyele sahip, ancak Fransa sinemasının anekdotik klişeleriyle tüm albenisini yitiren bir yapıma dönüşüyor. Chiara’nın Marcello’yla ruhen ve bedenen yakınlık kurma çabalarında ona annesi Catherine Deneuve, Fransa sinemasının önde gelen isimlerinden Nicole Garcia ve Fabrice Luchini, çocukluk arkadaşı ve gençlik aşkı aktör Melvil Poupaud ve müzisyen eski kocası Benjamin Biolay eşlik ediyor. Chiara’nın siyah şapkası, peruğu ve kemik gözlükleriyle Paris gecelerinde gezerken yakınlaştığı İngiliz asker Colin ise filmin hikâyesinin en zayıf yönü. Marcello mio‘da bir yönetmen olarak Christophe Honoré’nin imzasını görmek pek mümkün değil. Paris’ten Roma’ya ve Formia’ya Marcello’nun kişisel ve sanatsal izlerini takip eden film, yıldız aktörün Tatlı Hayat (La dolce vita, 1960) ve Sekiz Buçuk (Otto e mezzo, 1963) gibi ikonik filmlerine göndermelere ve Deneuve-Mastroianni birlikteliğine dair hatıralara da yer veriyor. Marcello mio’yu izlemek, uzaktan tanıdığı bir ailenin kendi aralarında paylaştıkları son derece duygusal anlarda ortamda bulunmanın tetiklediği huzursuzluk ve yabancılık hissini bırakıyor seyircisinin üzerinde. Fransa sanat sinemasının en popüler isimlerini bir araya getiren filmin çekimleri esnasında Honoré ve ekibinin harika vakit geçirdiklerini, uzun uzun geçmişi yad ettiklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. Ancak Marcello mio, bu kişisel anıları Marcello’nun aktör kimliği çerçevesinde ele alma vasıtasıyla seyircisini de diyaloğa davet etmeyi başaramıyor.
Son yıllarda gitgide özgünlüğünü yitiren ve kafasını en çok kurcalayan temalarla ilgili yüzeyselleşerek tekrara düşen Paolo Sorrentino da ana yarışmada yer alan yönetmenler arasındaydı. Sorrentino’nun Parthenope‘si de büyük bir hayal kırıklığı oldu. Yönetmenin Tanrı’nın Eli (È stata la mano di Dio, 2021) filminden sonra memleketi Napoli’ye bir kez daha kamerasını çevirdiği bu film, şehrin mitolojisiyle doğrudan bağlantılı mitolojik sirenden alıyor adını. Hikâyenin merkezinde zengin Napolili bir ailenin baş döndürücü güzelliğe sahip kızı Parthenope var. Parthenope’nin herkesi kendisine hayran bırakan bu büyüsüne abisi Raimondo’nun bile kayıtsız kalamadığını görüyoruz. Üniversitede antropoloji eğitimi alan ve boş zamanlarını John Cleaver kitapları okuyarak geçiren Parthenope varoluşunun yalnızca dış görünüşünden ibaret olmadığını kanıtlamaya çalışıyor çevresine. Tüm yaşamını baştan aşağı değiştiren bir trajedi yaşayan genç kadın, araştırmaları için mucizelerin peşine düşüyor. Bu şekilde baktığımızda Parthenope’nin, Sorrentino sineması denilince ilk akla gelen kavramları bünyesinde barındırdığını görüyoruz. Güzellik, gençlik, kutsallık, mucizeler üzerine son derece yüzeysel ve birbirine bağlanmayan sahnelerden bıkkınlık yaratan, kadın cinselliğinin sadece provokasyon aracı olarak kullanıldığı filmin iki saati aşan bir parfüm reklamı tadında olduğunu söylemek bile mümkün. Hülyalı bakışlarıyla etrafını süzen Parthenope ise Sorrentino’nun kavramsal takıntılarını yansıttığı düz, derinliksiz bir karakter olmanın ötesine geçemiyor.
Sorrentino imzalı Parthenope’deki seyirciye sanki dikizcilik yapıyormuş gibi hissettiren çıplaklık ve cinsellik içeren sahneleri, Sean Baker’ın yeni filmi Anora‘daki benzer sahnelerle kıyasladığımızda iki yönetmenin cinsellik konusunda ne denli farklı yaklaşımlar benimsediğini gözlemlemek mümkün. Kariyeri boyunca tüm saygısı ve samimiyetiyle seks işçilerine beyazperdede alan açmaya ve mesleklerinin aslında toplumsal yaşamın önemli bir parçası olduğunu göstermeye çalışan Sean Baker, festivalden Altın Palmiye’yle dönen Anora‘da benzer bir yolu izliyor. Festivalde hem seyirci dostu hem de sanat sineması kodlarını dengeli bir biçimde takip etmesiyle beğeni toplayan Anora‘nın mizahıyla ve genel üslubuyla Maren Ade’nin Toni Erdmann’ını (2016) akla getirdiğini söylemek mümkün. New York’ta bir striptiz kulübünde dansçı olarak çalışan Ani’nin, Vanya adlı zengin bir Rus gençle tanışmasıyla başlıyor film. Para karşılığında vakit geçirdikçe yakınlaşan ve deliler gibi eğlenen ikilinin beraberliği bir gün Vanya’nın Ani’ye evlilik teklif etmesiyle ciddiye biniyor. Oğullarının, onların deyimiyle bir ‘fahişeyle’ evlendiğini öğrenen ailesi ise, Vanya’yı servetlerini ve isimlerini tehlikeye atan bu karardan döndürmek için harekete geçiyor. Anora, dolaylı yoldan inşa ettiği sınıfsal söylemini ve mizahını ustalıkla harmanlayan bir film. Baker tıpkı Tangerine‘deki (2015) gibi kriz ve kavga anlarını aktarırken, renkli ama bir o kadar da gerçekçi yan karakterlerine alan açtığı harika bir reji ortaya koyuyor Anora’da. Karakterlerin belli stereotipler üzerine kurulu olduğunu ve karşılıklı olarak birbirlerine bu doğrultuda önyargılar beslediğini vurgulayan film, bu önyargıları kimi zaman olumlu kimi zaman da olumsuz yönde boşa çıkaran anlarıyla öne çıkıyor. Bir önceki filmi Kırmızı Roket‘le (Red Rocket, 2021) seyircide hak ettiği yankıyı uyandıramayan Sean Baker’ın, Anora‘yla festivaldeki neredeyse herkesin fikir birliğiyle çok sevdiği ve uzun süre adından söz ettirecek bir yapıma imza attığı kesin.
Festival seçkisinde her zaman eleştirmenlerin nezdinde bir başyapıt olarak görülen ancak çoğunluğun ne yazık ki aynı coşkuyu paylaşmadığı filmler olmuştur. Yakın dönemden Albert Serra’nın Pacifiction’ını (2022) örnek olarak gösterebileceğimiz bu tarz yapımların izlerine bu yıl Jia Zhangke’nin Fēngliú yīdài‘sinde ya da Miguel Gomes’in Grand Tour‘unda rastlamak mümkün. Neyse ki festivalden ödülsüz dönen Pacifiction‘ın kaderini paylaşmayan ve Gomes’e En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Grand Tour, Portekizli yönetmenin filmlerinde öne çıkan biçimsel ve anlatısal unsurların devamlılığında konumlanan bir film. ‘Binbir Gece’ üçlemesinin anakronik ve dış sesle beslenen anlatısının yanı sıra Tabu’nun (2012) siyah-beyaz kolonyal imgelemiyle benzerlikler taşıyan Grand Tour, 1917 yılında nişanlısından kaçan İngiliz diplomat Edward Abbot’ın ve onun peşinden aynı güzergâhı takip eden nişanlısı Molly Singleton’ın Tayland, Vietnam, Çin ve Japonya’daki yolculuklarını konu ediniyor. Grand Tour, tıpkı Jia Zhangke’nin Fēngliú yīdài‘si gibi kurmaca anlatısını büyük ölçüde belgesel görüntüler üzerinden inşa eden bir film. Edward ve Molly’nin yolculuklarını o bölgeye özgü dillerde konuşan dış seslerin aktardığı film, tıpkı Chris Marker’ın kendi gözlemlerini alter-egolarının ve onlardan gelen mektupları okuyan dış seslerin filtresinden geçirdiği Güneşsiz (Sans soleil, 1983) gibi kaçınılması güç oryantalist bakışa mesafe koyuyor. Japon bir keşişin ağzından duyduğumuz “Kendini dünyaya bırak ki, nasıl harikulade olduğunu gör” sözleri sanki biz seyirciye söylenmiş gibi. Biz seyircisini kâh siyah beyaz kâh renkli, kâh şimdiki zamana kâh geçmişe ait görüntülerin ve seslerin peşinden koşturan Gomes, önceki filmlerindeki gibi zaman ve mekân üstü hikâye anlatımı ve aktarımı üzerine düşünmeye davet ediyor âdeta.
Prömiyerleri kapanıştan bir gün evvel yapıldığı için çok sayıda seyircinin izleme fırsatını kaçırdığı The Seed of the Sacred Fig ve All We Imagine as Light festivalden önemli ödüllerle dönen filmler arasındaydı. Sekiz yıllık hapis cezasına çarptırıldıktan sonra İran’ı terk etmek zorunda kalan Mohammad Rasoulof’un filmi The Seed of the Sacred Fig’in Altın Palmiye almasına kesin gözüyle bakılsa da jüri üyeleri filmi özel bir ödüle layık gördü. Polisler tarafından dövülerek öldürülen Mahsa Amini’nin adına başlayan ve tüm İran’ı etkisi altına alan protestoların arka planını oluşturduğu film, sorgu yargıcı olarak atanan Iman ve ailesini merkezine alıyor. Görevi yüzünden ailesinin hedef alınmasından korkan Iman’ın eşi Najmeh ile kızları Sana ve Rezvan’a artık çok daha dikkatli olmaları gerektiğini tembihlediğini görüyoruz. Najmeh kocasının yeni işinin yaşamlarındaki potansiyel etkilerinden endişe ederken Rezvan’ın arkadaşı Sadaf’ın protestolar sırasında yaralanmasıyla, ülkeyi saran politik ve toplumsal huzursuzluklar evlerinin içine sızmaya başlıyor. Iman ve kızları arasındaki gerilim, kendisini koruması için tahsis edilen silahın kaybolmasıyla iyiden iyiye tırmanıyor. Rasoulof’un paranoyanın sevgi ve bağlılık duygularını ele geçirdiği gerilimli bir aile draması anlatırken protestolarda çekilen görüntülere yer vererek ülkesinin yakın tarihine tanıklık etmesi takdire şayan. The Seed of the Sacred Fig’in özellikle ilk yarısı biz Türkiyeli seyirciler için devlet ve polis şiddetine, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına ve gerçeklerin çarpıtılmasına dair fazla tanıdık söylemlere sahip ve tam da bu sebepten iki genç kız ve anne babaları arasındaki diyalogların üzerimizde beklenen etkiyi yaratmama şansı yüksek. Politik baskının ağırlığını kurmacanın sunduğu temsillerin aksine çok daha yoğun bir öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla deneyimlediğimiz için bu tepki belki de kaçınılmaz. Yine de filmin taşrada geçen ikinci yarısı filmin politik ve sosyal tonunu tamamen değiştiriyor ve etkileyici bir gerilim atmosferi yakalamayı başarıyor.
Otuz yılın ardından Cannes ana yarışmasında yer alan ilk Hindistan filmi olmasıyla dikkatleri üzerine çeken ve festival sonunda Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan All We Imagine as Light ise, farklı jenerasyonlardan üç Bombaylı kadının gündelik yaşamına odaklanan bir film. Daha evvel Hiçbir Şey Bilmediğimiz Bir Gece (A Night of Knowing Nothing, 2021) adlı belgeseliyle Hindistan’daki öğrenci protestolarını şiirsel bir dille perdeye taşıyan Payal Kapadia, büyük şehir yaşamında küçük duygusal temasların izini süren bir filme imza atıyor. Muson ikliminin fırtınalı havasının âdeta bir ana karakter olarak yer aldığı filmde aynı evi paylaşan Prabha ve Ana isimli iki hemşireyle tanışıyoruz öncelikle. Kocası yıllar evvel çalışmak üzere Almanya’ya gitmiş ancak kendisiyle artık iletişim kurmayı bırakmış Prabha, işine sıkı sıkıya bağlı fakat son derece yalnız bir hayat sürerken, ondan yaşça küçük olan Anu, Müslüman bir gençle herkesten gizli bir ilişki yaşamaya çalışıyor. Filmin Bombay’da geçen ilk yarısı neredeyse bir şehir senfonisi olarak nitelendirilmeyi hak eden bir üslupla yalnızca iki hemşirenin değil, şehrin diğer şehir sakinlerinin de halet-i ruhiyesini yakalamayı başarıyor. Koyu lacivert tonlarının kuşattığı manzaralarıyla, metro ve otobüslerin oradan oraya savurduğu kalabalıklarıyla Kapadia’nın Bombay’ı, tıpkı Wong Kar Wai’nin Hong Kong’u gibi yönetmenin kamerasının bakışı altında bambaşka bir surete bürünüyor. Prabha ve Anu’nun, şehirdeki evinden atılan iş arkadaşları Parvathy’yi köydeki evine yerleştirmek için beraber yolculuk ettikleri ikinci kısımdaysa fırtınalı gökyüzünün laciverti yerini denizin maviliğine bırakıyor. Anu’nun aslında erkek arkadaşıyla buluşmak için çıktığı bu yolculukta Prabha hiç beklenmedik bir karşılaşma yaşıyor. Denizin anlatıya doğaüstü bir boyut kattığı ikinci kısımda Mati Diop’un Atlantique (2019) filmiyle benzerlikler yakalamak mümkün. Gündelik yaşam ve rüya alemini dokunaklı bir biçimde buluşturan All We Imagine as Light, bilhassa Prabha’nın kocasından gelen pilav pişirme makinesine sarılması gibi anların somutlaştırdığı yoğun duygu dünyasıyla, Payal Kapadia’nın özgün sinema dilinin kesinlikle takip edilmeyi hak ettiğini ortaya koyuyor.
1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.