Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2023 #6: L’Été dernier, Perfect Days, La Chimera, The Old Oak

Cannes Günlükleri 2023 #6: L’Été dernier, Perfect Days, La Chimera, The Old Oak

27 Mayıs akşamı 76. Cannes Film Festivali’nin kapanış töreninde merakla beklenen ödüller sahipleriyle buluştu. Biz de Cannes Film Festivali’ne, yarışmanın son iki gününde seyirciyeyle buluşan filmlerden kısaca bahsederek veda ediyoruz. 

76. Cannes Film Festivali’nde Fransız yönetmen Justine Triet’nin mahkeme draması The Anatomy of a Fall, sürpriz bir zaferle Altın Palmiye’yi kazanırken, eleştirmenlerin favorisi Jonathan Glazer imzalı The Zone of Interest, Jüri Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Kuru Otlar Üstüne’de öğretmen Nuray rolünde mütevazı ama son derece güçlü bir performans sergileyen Merve Dizdar ise kazandığı En İyi Kadın Oyuncu ödülüyle bizleri mutlu etti, mücadeleci ruhları onurlandırdı. Yarışmanın son iki gününde seyirciyeyle buluşan filmlere dair kısa kısa…

Cannes ana yarışmasındaki filmlerin bir tür kürasyon mantığıyla tematik anlamda birbirleriyle ilişkili olacak şekilde mi seçildiğini hep merak etmişimdir. Örneğin yemek üzerine taban tabana yaklaşımlara sahip La Passion de Dodin-Bouffant ve Club Zero filmleri arasındaki kontrast, bu mantık çerçevesinde düşünülebilir belki. May December’deki bir yetişkin ve reşit olmayan genç arasındaki ilişki temasının ise karşılığını Catherine Breillat imzalı L’Été dernier’de bulduğunu söyleyebiliriz. 2013 yılından beri film çekmeyen Breillat’nın herkes tarafından merakla beklenen dönüş filmi benim açımdan ne yazık ki bir hayal kırıklığı oldu. Danimarka yapımı Dronningen (2019) filminin oldukça sadık bir yeniden çevrimi olan film, çocuk hakları avukatı Anne ve üvey oğlu Théo arasında yaşanan aşka odaklanıyor. L’Été dernier, öyle etkileyici bir açılış sekansına sahip ki, belki de tam bu sebepten filmin geri kalanının bu sahnenin vadettiklerini karşılamadığını hissediyoruz. Bu sekansta Anne tecavüze uğramış genç bir kızın savunmasını hazırlamak için ona doğrudan ve soğuk bir biçimde cinsel hayatına dair sorular soruyor. Bu sorgu, genç kızın hayatına asap bozan bir müdahale elbette ve onun titreyen dudaklarını, yaşlı gözlerini abartılı bir yakınlıkla kameraya alan Breillat. Tıpkı Anne gibi yaklaşıyor genç kıza. Çünkü Breillat sinemasında sınırlara yer yok. Eğer bir sınır varsa da yalnızca ihlal edilmesi için var. Ancak Anne’ı, eşi Pierre’i, iki kızlarını ve Pierre’in ilk eşinden oğlu asi Théo’yu tanımaya başladığımız kısım, filmi Fransız sinemasındaki örneklerine hayli doyduğumuz bir burjuva aile temsiline hapsediyor. Evde bile topuklu ayakkabılarını ve şarap kadehini eksik etmeyen Anne’ın ve kocasının bu denli klişe bir biçimde tasvir edilmesinin esas sebebinin, Anne’ın sonrasında Théo’yla keşfedeceği tutku ve şehvet duygularıyla bir tezatlık oluşturmak olduğunu düşünebiliriz. Yine de bu orta kısmın vasatlığı, Breillat’nın daima olabildiğince kışkırtıcı biçimde ekrana taşıdığı seks sahnelerinin etkisini de azaltıyor. Film büyük ölçüde Dronningen’in senaryo yapısını takip etse de özellikle son kısmında yönetmenin esas kaygısının bu yasak ilişkiyi Anne veya Théo’nun lehine sonlandırmak olmadığını anlıyoruz. Arzunun ve tutkunun ekstrem yansımalarını aktarma isteğinin, bu denli riskli ve sorunlu bir hikâyeyi yeniden anlatmak için tatmin edici bir sebep olduğundansa pek emin değilim. 

Perfect Days

Ana yarışmada, tıpkı May December gibi eleştirmen hassasiyetimi delip geçerek kalbime dokunan, üzerimde başkalarına aktarması güç bir etki bırakan diğer film Wim Wenders’in Perfect Days’i oldu. Kurmaca sinemadan epeyce uzaklaşan Wenders’in; estetiğine, felsefesine ve sinemasına hayranlık duyduğu Japonya’da geçen bu filmiyle başarılı bir geri dönüşe imza attığını söylemek mümkün. Hirayama isminde, Tokyo’da yaşayan bir tuvalet temizleyicisinin yaşamını keşfe çıkan film, hem insanlara hem de dünyaya, kimi zaman gerçek olamayacak kadar dokunaklı ve içten olduğunu düşündüğümüz bir bakışla yaklaşıyor. Hirayama her gün sabahın erken saatlerinde kalkan ve arabasında altmışlı yetmişli yılların popüler şarkılarıyla dolu kasetlerini dinleyerek Tokyo sokaklarında bir tuvaletten ötekine dolaşan bir adam. Öğle arasında gökyüzüne bakıp rüzgârla hareket eden ağaç dallarının fotoğrafını çeken Hirayama, gününü Faulkner okuyarak noktalayacak kadar da zevk sahibi birisi. Hirayama, uykuya dalacağı sırada o günden geriye kalan imgelerin belli belirsiz bir şekilde zihninde belirdiği anları deneyimliyor her gece. Bu siyah beyaz rüya parçacıkları Perfect Days’in yakalamaya çalıştığı anların somut bir yansıması aslında: Rutin yaşama ait, sıradan ama sıradanlığında kısa ömürlü bir sihrin saklı olduğu anlar. Perfect Days, bu yıl Berlin’de gösterilen Bas Devos imzalı Burada’nın (Here, 2023) ve Jim Jarmusch’un otobüs şöförü şairinin yer aldığı Paterson’un kardeş filmi sanki. Şehir yaşamının keşmekeşi arasında kendi varoluşlarına karşı bir farkındalık geliştiren ve dünya üzerindeki sınırlı deneyimlerinin tadına varmaya bakan insanların hikâyeleri bunlar. Ancak tüm bu sözlü ifadeler, filmin imge dünyasını yansıtmaktan öyle uzak ki. Perfect Days yalnızca sinematografik düzlemde anlam kazanan imgeler kurabildiği için başarılı esasında. Özellikle de Hirayama rolündeki performansıyla En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Koji Yokusho’nun direksiyon başındayken duygular arasında gidip gelen yüzünün yer aldığı final sekansı, filmin kelimelerin anlam olanaklarının çok ötesinde hislere temas ettiğini kanıtlar nitelikte. Yine de tıpkı bu film karşısındaki hislerim gibi, Wenders’in bu hikâyeyi anlatmasında ufak bir bencillik olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Alman yönetmen bir tuvalet temizleyicisinin, değil de kendi hayatında aradığı, belki de kısacık da olsa bulup kaybettiği duygularını ekrana taşıyor sanki. Ve ben dahil birçok seyircinin de bu tanıdık duygularla karşılaştığı için filmle bağ kurduğunu düşünüyorum. Wenders bu duyguların tadına varma ayrıcalığına sahip olduğunun farkında mı bilemem ama kendi beğenimin de bu ayrıcalıktan köken aldığını gayet iyi bildiğimi belirteyim. 

La Chimera

Gündelik hayata özgün ve yaratıcı bir perspektiften bakan bir diğer isimse Alice Rohrwacher’di. Rohwacher’in büyülü yeni gerçekçi olarak nitelendirebileceğimiz sinemasının en yeni örneği olan La Chimera, Arthur isminde yeraltında saklı hazineleri hissetme gücüne sahip genç bir İngiliz arkeologun hikâyesini anlatıyor. Seksenli yıllarda Toskana bölgesine geri döndüğünü öğrendiğimiz Arthur burada merhum sevgilisi Beniamina’nın ailesinin evinde kalmaya ve yerel mezar hırsızlarının hazine bulmasına yardımcı olmaya başlıyor. Arthur, yüzü yalnızlığın ve melankolinin iziyle lekelenmiş, tıpkı açtığı mezarlardaki insanlar gibi başka bir dünyaya ait bir kahraman. Maddi ve ruhani dünyanın arasında sıkışıp kalan Arthur, yeraltındaki sevgilisi Eurydice’i arayan Orpheus’u akla getiriyor hatta. Mezarlardaki değerli eşyaları ‘hissettiği’ zamanlarda görüntünün bir anlığına da olsa ters dönmesi ise, Arthur’un yeraltı – yer üstü, maddi – manevi ikilikleri arasında kalışının somut bir yansıması olarak düşünülebilir. Rohrwacher, Arthur’un şarkı söyleyip dans eden ve tüm dünyevi zenginliklerin kendilerine ait olduğunu düşünen ‘tombaroli’ (mezar hırsızları) dostlarının tam karşısında iyi kalpliliği ve kutsal dünyaya saygısıyla dikkat çeken Italia’yı konumlandırıyor. (Italia, Beniamina’nın annesi Flora için çalışan bir hizmetçi). La Chimera’nın temel meselelerinden biri geçmişle kurulan aidiyet ilişkisi. Rohrwacher, geride kalan, ait olduğu kişiyi yitiren şeylerin sahibi kim sorusunu hem tarih, hem toplum hem de birey düzeyinde ele alıyor. Bu bağlamda özellikle dikkat çeken bir sahne var: Mezardan çıkarılan ve vinçle taşınan bir heykelin masmavi gökyüzünde süzüldüğünü görüyoruz. Bu heykel elbette ki Fellini’nin Tatlı Hayat’ında (La Dolce Vita, 1960) İtalya semalarında dolaşan İsa heykelini akla getirmek için burada. Geçmiş ve şimdiki zaman arasında kalan yaşamlarına devam etmek adına, kah anıların kah Etrüsk hazinelerinin peşinde koşan İtalyanlar için bu iki dünyayı birbirine bağlayan diğer bir kapının da sinema olduğunu hatırlatıyor bizlere. 

The Old Oak

Festivalde ana yarışmayı noktalama şerefineyse İngiliz yönetmen Ken Loach’un The Old Oak nail oldu. Bunda filmin -Loach’un son iki filminin aksine- geleceğe dair umutla bakan bir yaklaşıma sahip olmasının etkili olduğunu düşünmemek elde değil. Loach’un son filmi olacağı söylenen The Old Oak, İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Durham’da yerel işçi sınıfı ve bölgeye yerleşen Suriyeli göçmenler arasındaki ilişkilere odaklanıyor. Filme adını veren barın sahibi TJ, bir gün fotoğraf makinesi bölgenin gençleri tarafından kırılan Suriyeli Yara’yla tanışınca aynı mahalleyi paylaştığı bu toplulukla yakınlaşmaya başlıyor. Ancak TJ’in müşteri kitlesi, Suriyelilerin toplumun yapısını bozduğundan, evlerin fiyatlarını düşürdüğünden şikâyet eden ve bunun için de harekete geçmeye hazır yaşlı işçilerden oluşuyor. Dolayısıyla TJ, inandığı şeyi yapmak ve geçimini sürdürmek arasında bir ikilemle karşı karşıya kalıyor. Sahip olduğu değerlere sadık kalmayı seçen TJ, barın arka kısmını herkese açık bir mutfağa dönüştürünce, kısa süre eski dostlarının ona acımasız bir şekilde ihanet ettiğini öğreniyor. The Old Oak’un göçmenler konusunda iyi niyetli bir yaklaşıma sahip olduğuna şüphem yok. Ancak Loach filmdeki çatışmayı İngiliz işçi sınıfı ve Suriyeli göçmenler arasında sınırlı tutarak, mevcut krizin esas sorumlusu olan devleti tamamen dışarda tutuyor. Sistematikleşmiş devlet politikaları yerine, çocuksu denebilecek bir kötülükle hareket eden insanları ırkçılığın sorumlusuymuş gibi gösteren Loach, yine çocuksu bir naiflikle bu çatışmanın bitip herkesin birlik olacağı umudunu aşılayan bir sonla noktalıyor filmini. Loach’un bu yaklaşımında Nanni Moretti ve Il sol dell’avvenire’nisini akla getiren bir ton hakim. İki filmin de herkesin bir araya gelip neşe içinde yürüdüğü bir kortejle bittiğini düşünürsek bu benzetme daha da anlam kazanıyor. İki yönetmenin de son filminde bir önceki nesle ait sanatçılarda semptomatik bir biçimde karşımıza çıkan içi doldurulmamış bir umut hakim. Tıpkı Moretti gibi Loach da toplumsal uyumun mümkün olduğunu gösteren hikâyeler anlatsa da bu noktaya nasıl gelineceğine dair hiçbir şey söylemiyor. Geleceğe, gençliğe inanç duyuyorlar ama ne yazık ki bu inanca, geleceğin sorumluluğunun onlara ait olmayacağının rahatlığı sinmiş durumda… 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.