Karlovy Vary Günlükleri 2025 #1: Broken Voices, Sand City, Straatcoaches vs Aliens, Kill the Jockey

Bu yıl 59. kez düzenlenen Karlovy Vary Film Festivali, 4 Temmuz akşamı açılış filmi We’ve Got to Frame It!’in gösterimiyle başladı. Festivalin ilk günlerinde gösterilen Broken Voices, Sand City, Straatcoaches vs Aliens, Kill the Jockey’e dair kısa kısa…
Hasan Nadir Derin
Orta Avrupa’nın önemli film festivallerinden Karlovy Vary, 4 Temmuz günü başladı. Biz de festivali üçüncü gününden itibaren yerinde takip etmeye başladık. Karlovy Vary’de Crystal Globe ve Proxima adı altında iki yarışma bölümü var. Bunların dışında ilgi çekici bir gece yarısı sineması bölümü ve Imagina adında sinemada farklı arayışların izini süren bir bölüm de yer alıyor. Ayrıca, Cannes, Berlin ve Sundance gibi yılın diğer önemli festivallerinden gelen filmler de gösterilecek. Biz çoğunlukla, yarışmalı bölümlerden izlediklerimize ve hakkında şimdiye kadar pek de fazla yorum yapılmamış filmlere göz atmaya çalışacağız.
Crystal Globe yarışmasında yer alan Çek filmi Broken Voices, yaşanmış olaylardan yola çıkan bir yapım. 90’ların başında, tüm dünyada ünlü olan bir Çek kız korosunda yaşananları anlatıyor. 15 yaşındaki Lucie, bu koronun bir parçası, 13 yaşındaki kardeşi Karolina’nın hayallerinde de bu koroda söylemek var. Koronun Amerika’ya yapacağı turnenin hazırlıklarında Karolina, koro şefi Vit Macha’nın dikkatini çekiyor. Macha, karizmatik ve sert bir koro şefi. Hem tavırlarıyla, hem de elindeki güç nedeniyle, kızların hayranlığını da kazanıyor. O da özellikle Karolina’ya karşı fazlaca yakın davranmaya, sınırları zorlamaya başlıyor.
Yönetmen ve senaryo yazarı Ondrej Provaznik, ele aldığı konuya, incelikli bir şekilde yaklaşmayı başarmış. Koro şefini, katıksız kötü bir karakter olarak yansıtmak çok kolay olurdu. Bunun yerine manipülatif tavırlarını, iktidarının gücünü kullanmasını ama bunu, ben size yardım ediyorum gibi bir kılıf altında yapmasını, ilk başlardaki fiziksel temaslarını masum birer dokunuş gibi gösterebilmesini iyi vermiş. Aslında tüm bunlar, onu daha da tehlikeli bir karakter yapıyor son tahlilde. Kızlar açısından da benzer bir durum geçerli. Onlar da, hayran oldukları bir figür tarafından beğenilmenin gururunu yaşıyorlar bir süre. Hattâ, onun hayranlığını kazanmak için, birbirleri ile rekabet halindeler. Yönetmen daha çok oyuncuları öne çıkararak bu duyguları seyirciye geçirmeye çalışmış. Bu anlamda, kendisini hissettirmeyen bir yönetmenlik tarzı kurmuş. Fakat finale doğru, özellikle riskli sahnelerdeki kadraj seçimleri ve eril bakışı tercih etmemesiyle dikkat çekiyor. Belli ki üzerinde çok düşündüğü final sahnesi ise filmin değerini arttırıyor. Film sonrasındaki söyleşide kardeşleri canlandıran oyuncular, karakterle aynı yaşta olduklarını belirttiler. Önce daha büyük oyuncular düşünülmüş ama sonrasında bu oyuncuların başarısı üzerine, tercihleri bu yönde olmuş. Gerçekten de başarılı genç oyuncular ama belli ki, hikâyeden epey etkilenmişler. Yine söyleşi sırasında, geçmişinde benzer bir olay yaşadığını belirten bir seyircinin sorusuna cevap verirken, ikisi de göz yaşlarına hâkim olamadı.
Bangladeş yapımı olan Sand City, Proxima yarışmasında izlediğimiz ilk film oldu. Filmde, ülkenin başkenti olan Dakka’da yaşayan iki yalnız karakteri, Emma ve Hasan’ı takip ediyoruz. Birbirlerini tanımayan, hayatları en fazla ufak kesişmelerle birbirine değen bu iki karakterin ortak noktaları, farklı nedenlerle kum çalmaları. Emma, kedi kumu olarak kullanmak için, Hasan ise evde cam üretebilmek için kum çalıyor. Hasan’ın evde cam üretmeyi başarabilirse, bunu bir işe dönüştürüp zengin olmak gibi pek de gerçekçi olmayan bir hayali var. Günün birinde Emma’nın kedi kumunun içinde kesik bir parmak bulmasıyla olaylar gelişiyor. Bu şekildeki bir özetten, olayların bir polisiye örgüsüne doğru geliştiğini düşünmek mümkün ama pek de öyle olmuyor. Yönetmen Mahde Hasan’ın temelde iki derdi var gibi gözüküyor. Öncelikle iki yalnız insanın portresini çizmek ve onların bu yalnızlıklarının üstesinden gelmek için neler yaptıklarını göstermek istiyor. Uzun süre boyunca diyalogsuz ilerleyen, sonrasında da bunu son derece ekonomik kullanan filminde bunu başardığını söyleyebiliriz. Ama yönetmenin daha başarılı olduğunu konu, bir megapolis olarak geçen Dakar’ın kaosunu filme yansıtmak ve şehri hikâyenin ayrılmaz bir parçası haline getirmek. Karakterler sürekli olarak son derece kalabalık ve gürültülü olan şehrin içindeler ve bu durum onların ruh hallerine de yansıyor. Beylik deyimle, kalabalıklar içindeki yalnızlığı yaşıyorlar. Öyle ki, perdede bir iki karakteri gördüğümüz sakin anlarda bile şehrin gürültüsünden kaçamıyorlar. Çok iyi çalışılmış ses bandında bu gürültü eksik olmuyor.
Her ne kadar prömiyerini bu festivalde yapmamış olsalar da haklarında çok fazla eleştiri çıkmamış iki filmden de kısaca bahsedelim. Gece yarısı sineması bölümünde yer alan Straatcoaches vs Aliens (ya da diğer adıyla Straight Outta Space), Hollanda’dan gelen bir uzaylı istilası filmi. Olaylar, ülkenin sosyoekonomik olarak alt gruplarında yer alan ama kentsel dönüşüm projesinin kapsamına girmiş bir mahallesinde geçiyor. Arka planda bir sınıf çatışması hikâyesi varsa da çok güçlü kurulduğu söylenemez. Temel olarak “mahallenin bıçkın gençleri, uzaylılara karşı” diyerek özetleyebileceğimiz bir hikâye yapısı var. Bu hikâyede de akla ilk gelen espri kalıplarını kullanılıyor. Kişisel olarak en eğlendiğim kısım, mahallenin esnaflarından birinin uzaylılara karşı verdiği Türkçe tepkiler oldu. Yabancı filmlerde beklenmedik bir anda Türkçe cümleler duymanın getirdiği bir şaşkınlık etkisi oluyor. Son tahlilde çok iyi bir film olduğu söylenemez ama gece yarısı sineması tanımını da karşılayan, eğlencelik bir yapım.
Geçtiğimiz yıl Venedik’te prömiyeri yapmış, hattâ sonradan Arjantin’in Oscar adayı olmuş olsa da dönemin çok daha popüler filmleri arasında adı pek anılmayan Kill the Jockey de ilginç bir yapım. Nahuel Pérez Biscayart’ın çok havalı ama bir zamanlar yakaladığı başarıyı, bağımlılıkları yüzünden devam ettiremeyen bir jokeyi canlandırdığı bu absürt komedide neyle karşılaşacağınızı hiç bilemiyorsunuz. Sert bir mafya filmi beklerken, fiziksel komediye, maço erkekler arasında bir kadın hikâyesi gelecek derken, cinsel kimliklerin geçişkenliğine doğru ilerleyen, neredeyse bir dans filmine doğru savrulan tarafları var. Tam bir tür karmaşası ama yönetmen Luis Ortega’nın kurduğu dünyada bu karmaşa işliyor. Başarılı görüntü yönetmenliği de filmin seyir zevkini arttırıyor. Ayrıca bu filmde de beklenmedik bir Türkçe kullanımı var. Bu sefer dans sahnelerinden birinde duyduğumuz müzikle bizi şaşırtıyor.