Altın Koza Günlükleri 2024 #2
Altın Koza’da Ulusal Yarışma heyecanı devam ediyor. Festivalde geçtiğimiz günlerde gösterimlerini yapan Ölü Mevsim, Döngü ve Gecenin Kıyısı filmlerine dair kısa kısa…
Ölü Mevsim
Yarışmanın ikinci gününde gösterilen ilk film daha önce Sıcak Yatak (2021) adlı belgesele de imza atan Doğuş Algün’ün ilk uzun metraj kurmacası Ölü Mevsim’di (2024). Film, doğum sırasında yaşanan bir çocuk kaybının ardından alt-orta sınıf bir ailenin iç ilişkilerine odaklanıyor. Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak’ın başrollerinde yer aldığı, pek çok yan karakterle şekillenen film temelde muhafazakâr aile yapısının hem kendi içine hem de etrafına yaydığı ikiyüzlü tahrip ediciliği açık ediyor. Akraba evliliği sonucu doğan üç kız kardeşin çocuk sahibi olamamaları üzerinden başlayan sarmal aile içerisindeki saklı tahribatlara, ekonomik bağlayıcılıklara ve formel aile yapısının kendisine ait olmayanı dışlama mekaniğine dolanıyor.
Ölü Mevsim, seçtiği hikâyeyi bol diyaloglu, bol yan hikâyeli bir metin üzerinden uzun erimli bir senaryo kurgusuyla anlatmayı tercih eden bir film. Gösterdikleri kadar sakladıklarıyla etki yaratmaya çalışıyor. Sık sık başvurulan eliptik kurgu numaraları da geniş plana geçme konusunda epey ekonomik davranan reji tercihleri de bu yolu takip eder nitelikte. Çocuk ölümü, akraba evliliği, aile içi şiddet ve taciz gibi güçlü meseleleri anlatının tek merkezi olarak kurgulamaktan çok bunları dev bir girdabın dalgaları olarak görüyor ve imalar yoluyla genel bir çerçeve kurma amacı güdüyor. Doğuş Algün’ün bu tercihinin hikâyeyi kolay ajite olma riski taşıyan ihtimallerden koruduğunu söylemek mümkün ama bu çok kanallı anlatı filmin ana odağının kurulmasını da çelmeleyen bir boyuta ulaşıyor.
Ölü Mevsim’in seyircide merak duygusunu diri tutmayı başaran, farklı olayları birbiriyle alakalı kılabilen, dallanıp budaklanan hikâye örgüsünün temel sorunu bu dallanıp budaklanmanın arasına sıkışıp kalması. Uzun diyalogların yanı sıra çok fazla yan karakterin kullanıldığı hikâye bir noktada bu yükleri taşımakta zorlanıyor ve bazı unsurlar genel çerçeveyi desteklemekten çok ağırlık ve fazlalık hissiyatı yaratmaya başlıyor. Bu da hikâyede daha yoğun ve daha hacimli biçimde yer alabilecek bazı hikâye kollarının ihtiyaç duyduğu dramatik ağırlıktan uzak kalmasına neden oluyor. Filmin gizli merkezini oluşturan Öznur karakterinin (bu roldeki Ece Yaşar’ın oldukça başarılı bir performans gösterdiğini söylemekte fayda var) de, ailenin içerisine doğru çektiği Ali karakterinin de derinleşememesi bu meselenin bir sonucu. 120 dakika gibi epey uzun bir süreye sahip olan filmin omurgasında ihtiyacı dışında epey sahneyi, karakteri ve hikâyeciği taşımaya çalıştığı kesin. Filmin yönetmeni Doğuş Algün’ün aynı zamanda kurguda da imzasının bulunması bu malzemenin dışarıdan gözle bakacak bir editörün terziliğinde nasıl bir sonuca sahip olabileceği hususunda bir soru işareti de bırakıyor açıkçası zihnimizde. Ekrem Buğra Büte
Döngü
İlk uzun metrajı olan Koridor’la (2021) tanıdığımız yönetmen Erkan Tahhuşoğlu’nun yeni filmi Döngü (2024), uzun yıllardır gündelikçi olarak çalışan Sevim isimli bir kadına odaklanıyor. Bir yandan ailesine ve torununa maddi ve manevi olarak destek olmaya çalışan Sevim, bir yandan da yanında çalıştığı Ayten Hanım’a ciddi bir bakım emeği veriyor. Film, Ayten Hanım’ın Kosovalı genç bakıcısı Lena’nın avize silerken düşüp sakatlanmasıyla başlıyor. Sigortasız çalışan ve ciddi bir şekilde yaralanan Lena, uzun süre hastanede kalıyor. Bu sırada Ayten ve oğlu, belirli bir tazminat vermeyi teklif ettikleri Lena’yı işten çıkarmaya karar veriyor. Film ana anlatısını Sevim’in kendi ailesi, Lena ve Ayten Hanım arasındaki gitgelli pozisyonu ve yaşadığı içsel çatışmalar üzerinden kuruyor.
Film göçmenlik, güvencesiz emek, ev içi görünmez emek ve sınıf çatışması gibi meseleleri başarılı bir şekilde iç içe geçiriyor. Kendisi de senelerdir sigortasız ve güvencesiz bir şekilde Ayten Hanım’ın yanında çalışan Sevim’in kendisinden daha güvencesiz konumdaki Lena ve işverenler arasında bir arabulucu görevi üstlenmek zorunda kalışını izliyoruz. Doğrudan bir sınıf bilinci olmayan ve Ayten Hanım’a “gönül bağıyla” bağlı olan Sevim, film ilerledikçe taraf değiştirmeye ve kendi sınıfsal konumunu sorgulamaya başlıyor. Filmin asıl başarısı, Sevim’in bu dönüşümünü oldukça organik ve didaktik olmayan bir şekilde aktarabilmesi.
Film, genel olarak toplumsal gerçekçi bir üsluba sahip olsa da, Sevim’in (ve torununun) rüyaları ve kâbusları üzerinden zaman zaman bu gerçekliği bozuyor. Bu sekanslarda Sevim’in iç dünyasını, yaşadığı buhranı ve içine sıkıştığı döngüyü izliyoruz. Filmin zayıf düştüğü nokta ise, Sevim’in döngüsünü anlatırken yer yer fazlaca tekrara düşmesi. Her ne kadar döngü her seferinde farklı bir nitelik kazansa da, filmin ritmi bir yerden sonra tekdüze bir yere savruluyor. Burada rüya sekanslarının birbirine his olarak fazlaca benzemesi ve tekrarlandıkça etkisini yitirmesi de etkili. Öte yandan, filmin Sevim’in içine sıkıştığı rutini ve gündeliğe sızmış, adeta normalleşmiş olan sömürü döngüsünü olabildiğince minimal ve tekdüze bir şekilde aktarması doğal bir tercih olarak da görülebilir. Aslı Ildır
Gecenin Kıyısı
Yarışmanın ikinci gününde izleyiciyle buluşan Gecenin Kıyısı (2024), Almanya doğumlu Türkiye asıllı yönetmen Türker Süer’in ilk uzun metrajı. Dünya prömiyerini 81. Venedik Film Festivali’nin ‘Orizzonti’ (Ufuklar) bölümünde yapan film, yarışmanın en heyecan verici filmlerinde biri. 15 Temmuz darbe girişimini arka planına alan film, Sinan ve Kenan adında iki subay kardeşin bir gecesine odaklanıyor. Askeri bir geçmişe sahip olan bir aileye mensup olan kardeşler, birbirlerine zıt, biri uyumlu diğeri uyumsuz karakterlere sahip. İlginç bir hikâyeyle yola çıkan filmde kardeşler arasındaki çatışma, arka plandaki gerilimin de tırmanmasıyla git gide derinleşiyor. Hikâye, Sinan’ın komutanı tarafından abisi Kenan’ı yargılanmak üzere Malatya’ya, ardından da Erzurum’a götürmek için görevlendirilmesiyle başlıyor. Disiplin suçu işledikten sonra firar etmeye kalkan üst teğmen Kenan, astsubay kardeşinin gözetiminde yola çıkıyor.
Filmin ilk bir saatinde, yani darbe girişiminin geceye etkisinin henüz keskin bir şekilde hissedilmediği sıralarda kurduğu gerilim atmosfer özellikle dikkat çekici. Yönetmen bu bölümde kardeşler arasındaki gerilimi ve iletişimsizliği, yüz ifadelerini zihnimize kazıyan aşırı yakın planlar ve birbirlerinden çok uzakta konumlandıkları geniş planlar kullanarak aktarıyor. Bu bölümün çoğunluğu, aracın içinde ve yol üzerindeki durak yerlerinde geçiyor. Issız bozkır manzarasını arkasına geniş planlar, karakterleri gidişatını sadece radyodan takip edebildiğimiz darbe girişiminden -ve bugünden, güncel olandan- soyutluyor ve tarihin dışında bir yerde konumlandırıyor. İki kardeşin hem aileleriyle hem de ülkenin militarist geçmişiyle olan ilişkilenmeleri sorguladıkları bu bölümde, güçlü ve manipülatif bir silah olarak “vatanperverlik” kavramı masaya yatırılıyor.
15 Temmuz’un etkisinin daha net bir şekilde hissedildiği ikinci bölümde, ilk kısımda kurulan daha soyut ve zaman-mekânsız atmosfer giderek somutlaşmaya ve bir tarihsellik kazanmaya başlıyor. Bu noktada iki kardeş arasındaki, daha büyük soruları ve kavramları tartışan çatışma, ismi ve cismi belirli aktörler tarafından sekteye uğruyor ve şekil değiştiriyor. Malatya’ya olan yolculukları, zorunlu olarak uğramak zorunda kaldıkları bir kışlada kesintiye uğruyor. İki kardeşin de üniformalarının ve konumlarının hiçbir şey ifade etmemeye başladığı bu bölümde, alt üst ilişkilerinin tepetaklak olduğu bir olağanüstü hal durumu söz konusu. Buradan itibaren filmin ilk yarısında kurulan gerilim dolu, muğlak ve yer yer kabusvari atmosfer, yerini daha gerçeklikten beslenen bir anlatıya bırakıyor. Karakterlerin görüşlerini dillendirdikleri, kimin kim olduğu ve hangi tarafta yer aldığının açıkça tartışıldığı, hem 15 Temmuz gecesinin aktörlerine, hem de geçmişteki Balyoz ve Ergenekon davalarına göndermelerde bulunan tartışmaların yaşandığı bir bölüme geçiyoruz. Bu anlamda ilk yarıda kurulan atmosferi ikinci plana atan ikinci yarının, ilk yarıdan daha zayıf kaldığını söylemek mümkün. İlk yarı boyunca seyircinin boşlukları kendi toplumsal hafızasından bilgilerle tamamlamasına alan açan ve ülkenin militarist tarihine dair daha yapısal ve zamansız tespitlerde bulunan film, ikinci yarıda kendi argümanlarını dillendirme ve bir “söz söyleme” derdine düşüyor. Yine de Süer, ikinci yarının tarihsel gerçekle olan bağını, çeşitli kâbusvari sahnelerle kırıyor ve en baştaki üslubunun izlerini devam ettirmeyi başarıyor. Aslı Ildır